Yiğit Özşener ve Şahika Tekand, Aşınma’yı anlatıyor

Şahika Tekand’ın kaleme alıp yönettiği yeni oyunu Aşınma’da, Yiğit Özşener’in akıllardan kolay kolay çıkmayacak tek kişilik performansına, üzerine düşünmemenin imkânsız olduğu bir metnin aktarılışına tanık oluyoruz. Hem Yiğit Özşener hem de Şahika Tekand’a Aşınma ile ilgili merak ettiklerimizi sorduk.

Sizce en büyük aşınmayı hayatın hangi alanlarında yaşıyoruz?

Yiğit Özşener: En büyük aşınmayı yaşadığımız tüm zorluklara, baskıya, adaletsizliğe rağmen dürüst, namuslu, çalışkan, etik, nazik olmaya çalıştığımız, adaletli olmakta ısrar ettiğimiz zaman yaşıyoruz.

Şahika Tekand: “İnsan”lığımızda. İnsanı gittikçe hayatın artığı hâline getiren ve sadece tüketim işlevini yerine getirmesi gereken bir unsur olarak gören bir sistemin içinde, böyle olmaktan memnuniyet duymaktan ve bu işlevi en çok yerine getiren olmayı başarı addetmekten, bunun için her şeyi yapmaya razı olmaktan daha büyük bir aşınma olabilir mi?

Bildiğimiz kadarıyla Aşınma, Karanlık Korkusu’nun tek bir oyuncu ile çalışılmış ve sahneye uyarlanmış hâli. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Ş.T: Karanlık Korkusu’nu ilk yazdığım zamanlardan beri beni heyecanlandıran bir düşünceydi. İki yıl öncesine kadar bende daha çok artistik anlamda farklı, kışkırtıcı merakları uyandırıyordu. Pandemiyle birlikte mesleki hayatımın neredeyse başından beri uğraştığım “çağdaş hayat” ve “çağdaş insan” kavramları; “hayat ve oyun karşıtlığı” üzerinde düşündürür ve bir yandan da bütün olup biteni insan olarak deneyimlerken benim için çok daha berraklaştı. Oyunun tek kişilik yeniden yazımı ve sahnelemesi benim için artık artistik olduğu kadar insan olarak da bir ihtiyaç, âdeta bir zorunluluk hâline geldi. Çünkü bu dönem, “insansızlaşma”nın artık sadece sistem tarafından değil, insan tarafından da büyük bir teslimiyetle ve memnuniyetle, neredeyse hiç tartışmadan kabul gördüğünün, elle tutulur bir gerçekliğe dönüştüğü bir dönemdi benim için. Söyleyecek sözüm, paylaşılacak derdim çok daha berrak hâle geldi. O nedenle tam da bu dönemde yazmak ve yapmak zorundaydım Aşınma’yı.

Fotoğraf: Gökhan Civan
“Aşınma’daki performansım neredeyse bir ip cambazlığına dönüştü.” 

Seyircinin deyim yerindeyse sizinle birlikte “nefes alıp nefes verdiği” bu şahane performans için hazırlık sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?

Y.Ö: Hazırlık süreci çok yoğun olduğum bir döneme denk geldi; o nedenle de stresli oldu, ama bir o kadar da keyifliydi çünkü oyunculuğa ve kendime dair keşiflerle doluydu. Tek kişilik bir oyun çıkarmak zaten çok kolay değil, bir de bunu 55 dakikalık dur durak bilmeyen bir metin üzerinden yapmak takdir edersiniz ki oldukça zorlayıcıydı. Hele bir de o metnin üzerine dışarıdan belli hareketleri yapmanızı zorunlu kılan ses komutları eklenince, böylesine akıp giden bir performans neredeyse ip cambazlığına dönüşüyor. Hazırlık aşamasında bir süre sonra oyunun hâkimiyetini ele geçirince metnin anlamını sindirmeye başladım, rahatlama ve derinleşme süreci yaşadım. O zaman kendimden de bir şeyler katar oldum.

Yanılmıyorsam bu ilk tek kişilik oyununuz. Yöntem veya duygu olarak sizde farklı bir şey yarattı mı?

Y.Ö: Yöntem olarak çok büyük farklılıklar olmasa da duygu olarak çok farklı. Sahnede pas atabileceğiniz de pas alabileceğiniz de kimse yok. Seyircinin ilgisini sürekli ayakta tutmak, sizinle iniş çıkışları yaşatmak sorumluluğu sadece ve sadece sizde. Hele ki Aşınma’da olduğu gibi metin de belli bir mantık ve sıra takip etmiyorsa ve hatalara normal koşullardan daha fazla açıksa; hem oyunu oynamak hem seyirci ile ilişkiyi sürekli canlı tutmak hem kendinize dışardan bakabilmek, herhangi bir aksilikte ısrarla oyunun içinde kalmaya çalışmak, rolü ve o anda sahnede var olan, görünen Yiğit’i de kaybetmemeye çalışmak; bu iç içe geçen tabakaları aynı anda var etmek oldukça zorlaşıyor ve normalin üstünde çaba, güç istiyor.

Fotoğraf: Emre Mollaoğlu
“Çağdaş insan en çok korkmaktan korkuyor.” 

Aşınma’nın oyuncu olarak sizi en çok heyecanlandıran tarafı nedir?

Y.Ö: Aşınma’da insan olma hâlinin canlandırıldığı bir rol ve bunu canlandıran rol kişisi, bir de kurallara göre oynanması gereken bir “game” ve onu oynayan Yiğit’in kendisi var. Bunu şöyle açalım. Bir, her tiyatro oyununda olduğu gibi oyun boyunca söylenmesi gereken repliklerim var. İki, sahnede tiyatro oyunun dışında oynanan bir simülasyon oyunu (game) daha var ve bunun kuralları bana sahne gerisinden uygulanıyor. O yüzden bir yandan ezberimdeki metni takip ederek insan olma hâliyle ilgili bir rol kişisini seyirciye izletirken, bir yandan da Yiğit olarak o anda sahnede oynanmakta olan “game” manasındaki oyunun kurallarına uymaya çalışıyorum. Sahnede fiziksel olarak sürdürmekte zorlandığım bu durum, hayatta aşınmayı had safhada yaşamış bireyin durumuyla örtüşüyor. Ben de her birimizin gerçek hayatlarımızda olduğu gibi kendime gayet güvenli başladığım bu oyunda öğrenme, daha becerikli hâle dönüşme, alışma, korkma, vazgeçememe, dışına çıkamama, istesem de bir türlü kurtulamama, pes etme, gittikçe daha da fazla uyum sağlama, bunu normalleştirme ve tüm bunların beraberinde getirdiği aşınmayı iliklerime kadar yaşayarak deneyimliyorum. Bunu becerebilmek çok heyecanlı bir deneyimdi. Oyunu izleyen herkesin ilk yorumu da bu oluyor zaten; bunu nasıl becerdiğimi sorguluyorlar. Beni heyecanlandıran şeyin, izleyiciyi de heyecanlandırması önemli.

Aşınma’da da ele aldığınız, korku duygusuna yönelik toplumun bakış açısını nasıl yorumluyorsunuz? Bu konudaki dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Y.Ö: Oyunda da değindiğimiz gibi mesele yavaş yavaş ısıtılan suyun içindeki kurbağa meselesi. Korku en temel duygulardan, çok yönlendirici. Çok da doğal. Ama gelinen nokta ya da dönüştüğü hâl diyelim, artık insanların korkmaktan korkması ve korktukları şeye yabancılaşmaları. Bu mücadele de omurgalarını aşındırıyor. Korktukları her şeye alışmış görünmeye çalışarak; korkmak eylemini iğdiş ediyorlar. Oysa korkulan ortada duruyor ve sadece onunla ilişki kurulmadığı için yok olup gitmiyor. Ya da insanın parmağının ucundaki “bir tıklık” bir protestoya ya da cılız bir eyleme dönüşüyor. Eskiden insanı bilmediği şey korkutur derlerdi ya, ondan beteriyle karşı karşıyayız. Artık o kadar çok şey biliyoruz, ya da daha doğru bir söylemle o kadar çok bilgiye ulaşıyoruz ki kendimizden emin olma hâlinden uzaklaşıyoruz. Çıpasını atmamış, yelkenlerine yön verilmemiş bir teknenin rüzgâr nereden eserse oraya gitmesi gibi. Bu da çok korkutucu değil mi sizce?

Ş.T: Açlık korkusu açlığın kendisinden daha beter bir korkudur. Gerçekten aç olan insanın talebi, yönelişi ve çözüm arayışı açık, doğrudan, dürüst ve nettir. Oysa açlıktan korkan ama henüz açlığı tatmamış olanın yönelişini somut açlığı değil; korkusu yönetir. O nedenle aşınır, taviz verir, teslim olur, sonunda da değişir. Çağdaş insan da artık kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünüyor ve kaybetmekten, düşünmekten, kuşku duymaktan, soru sormaktan ve en çok da korkmaktan korkuyor.

Fotoğraf: Gökhan Civan
“Yaptığımız; seyirciyi bir illüzyona dâhil etmek yerine ona hep o anda bir tiyatroda olduğunu ve sahnede de dekor olduğunu hatırlatmak.”

Aşınma, 27 yıllık birlikteliğinizde nasıl bir yerde duruyor?

Y.Ö: Az buz değil, hayatımın yarısından fazlası onunla (Şahika Tekand) çalışarak geçti. Evlatlarından biri olduğumu söylese de profesyonellikten ve disiplinden asla taviz vermeyen bir ilişkimiz oldu hep. Mesleğimle ilgili konuşabildiğim, tartışabildiğim, ufkumu açan nadir insanlardan biridir. Hep başka türlü bakabilmeyi öğrendim ondan, öğretti. Denenmiş, konuşulmuş, tartışılmış bir sürü şey, sahnelediğimiz bir sürü oyun var. Bunların her biri; Studio olarak kurcaladığımız, kafa yorduğumuz sahnelemeye, oyuna ve oyunculuğa dair kilometre taşlarını oluşturdu. Aslına bakarsanız Aşınma’nın kökleri ben daha Studio Oyuncuları’na ilk katıldığım yıllara, 1994’e dayanıyor. İlk kez sahneye çıktığım Gergedanlaşma isimli oyunda, sahnenin bir simülasyon alanı olduğu düşüncesi üzerinden, sahnede oynanan tiyatro oyununa ek olarak simülasyonu destekleyecek bir de “game”in olması üzerine çalışılıyordu. Sonrasında sahneye çıktığım Harold Pinter’in Git-Gel Dolap’ında da aynı şeyi deniyorduk; sahnede canlı olan şeyin oyun olduğunu kabul etmek ama “mış gibi” yapmamak ve seyirciden de bunu saklamamak. Seyirciyi bir illüzyona dâhil etmek yerine ona hep o anda bir tiyatroda olduğunu ve sahnede de dekor olduğunu hatırlatmak. Ama buna rağmen aktif hâle gelip oyuna katılmasını, oyundan kendi payına düşeni fiziksel ve duygusal olarak almasını sağlamak. Aşınma ile bunu zirveye taşıdığımız düşünüyorum; çok anlaşılır, hissedilir, paylaşılır, seyirciyi içine dâhil eden bir oyun oldu. Her oyunda farklı bir atmosfer oluşmasının nedeni biraz da bu. Birden fazla izlediğinizde aradaki farklı anlıyorsunuz. İnsanlara alışık olmadıkları bir şey izletiyoruz, bu da kendimizi iyi hissettiriyor açıkçası. Bende yeri hep çok ayrı, hep çok özel olacak.

Ş.T: Yiğit’le birlikte pek çok önemli oyun yaptık Studio Oyuncuları tarihinde. Aşınma’yı yazarken ve tasarlarken aklımda kesinlikle Yiğit’ten başka bir oyuncu yoktu. Yazarken bile kulağımda Yiğit’in sesi, tonlaması; gözümde de hareketleri, aklımda oyuncu olarak yaratacağı imkânlar, olasılıklar ve tabii her zaman armağan gibi gelen sürprizleri vardı. Aslında Yiğit’le bir başka tek kişilik oyun projemiz vardı pandemi öncesi ama ben pandemide ortaya çıkan Aşınma’yı öne almak istedim ve o da hemen kabul etti. Diğer projemizi önümüzdeki zamanlarda yapacağız.

Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim; Yiğit’le çalışmak, daha ilk zamanlardan beri büyük ayrıcalık. Birlikte çalışılabilecek meraklı, çok soru soran, çok tartışan, çok araştıran ve çalışan, dürüst, büyük yeteneği ve becerisine karşın çalışırken alçak gönüllülükle yaptığı şeye ve oyuna teslim olan bir oyuncu oldu her zaman. Böyle bir oyuncu heyecan ve ilham verir onunla çalışan herkese. 27 yıl önce iyi ki Studio’ya geldi ve yollarımız kesişti diyorum hep.

Fotoğraf: Emre Mollaoğlu
“Bize daha konforlu bir hayat sağladığını, bizi özgürleştirdiğini sandığımız her şey hayatımızı sınırlamıyor mu?”

Aşınma, “söylenen şeyleri kaçırmayayım” dedirten ve pür dikkat izlenen bir oyun. Rejilerinize aşina seyirciyi şaşırtan şeyler de var. Özellikle dikkat ettiğiniz noktalar neydi?

Ş.T: Aşınma, uzun zamandır kalabalık kadrolarla, büyük korolarla çalışan bir yönetmen olarak; o kapsayıcı büyüklüğü, o güzel insan kalabalıklarının enerjisini ve etkisini sahnede oyun araçlarıyla karşı karşıya bıraktığım tek bir oyuncuda var edebilecek bir tasarım için çok çalışmamı gerektirdi. Aşınma’da hep birlikte, bir solo performansın sahne üzerinde gerçekten de nesnel olarak yapayalnızlığın bizatihi kendisini yaratmasına, oyuncunun hem oyuncu hem de insan olarak bununla baş edişinin yarattığı artistik anlatımın hazzına ve aynı zamanda “oyun”un heyecanını taşımasına uğraştık. Tabii oyuncu yönetimi de diğerlerinden oldukça farklı yürüdü bu oyunda.

Aşınma’daki -bu denli uyaranlara maruz kaldığımız dünyadan kopmamızı sağlayan- uyaranların sıklığı hakkında ne demek istersiniz?

Ş.T: Oyunda hem anlam üretmesi hem de “oyun”un oynanmasını mümkün kılması açısından çok önemliydi. Ancak benim için en güzel şey, oyundan çıkan herkesin sizin bu sorunuzda da sözünü ettiğiniz gibi hayatta maruz kaldığı uyaranların çokluğu hakkında soru sormasıydı. Bize daha konforlu bir hayat sağladığını, bizi özgürleştirdiğini sandığımız her şey hayatımıza şöyle ya da böyle bir uyaranla ve hatta korkutucu bir baskıyla eklenerek özgürlüğümüzü sınırlamıyor mu acaba? Ne yaparsak gerçek özgürlük mümkün? Bunlar benim de oyunu hayal ederken de hayatta da hâlâ sorduğum sorular.

Röportaj: Hande Sönmez

Giriş Fotoğrafı: Gökhan Civan