Yönetmeni ve başrol oyuncularıyla “I Know This Much Is True” üzerine

Wally Lamb’in 1998’de yayımlanan aynı isimli romanından mini dizi olarak uyarlanan I Know This Much Is True, 10 Mayıs’ta yayına başladı. Derek Cianfrance tarafından uyarlanan dizi, ikiz kardeşler Dominick ve Thomas Birdsey’in yaşadıkları zorlukları ve aile geçmişlerine dair yaptıkları keşifleri konu ediyor. İkiz kardeşlere Mark Ruffalo’nun hayat verdiği HBO yapımı dizi her salı ABD yayınından 48 saat sonra beIN Connect’te yayımlanıyor.

2020 yazının merak uyandıran dizilerini derlediğimiz listede de yer verdiğimiz I Know This Much Is True’nun yönetmeni Derek Cianfrance ve başrol oyuncuları Mark Ruffalo ve Rosie O’Donnell’le yaptığımız derinlemesine röportajlarla dizinin sıra dışı çekim sürecine dair kapsamlı fikir edinebileceksiniz. Önümüzdeki günlerde Wally Lamb, Juliette Lewis ve Kathryn Hann röportajları da bantmag.com’da olacak.

Röportaj: Martyn Palmer

YÖNETMEN DEREK CAINFRANCE CEVAPLIYOR

“Bir uyarlama yapmak bir süreçtir. Bir yandan yaratımdır. Düzenlemek ve çıkarmaktır. Ama aynı zamanda ilhamdır.”

Mark Ruffalo size konuyu açmadan önce kitabı okumuş muydunuz?

Okumamıştım. Küçüklüğümde annemin kitaplığında olduğu için kitabı biliyordum. Okumuştu ve çok seviyordu. Wally Lamb’in büyük bir hayranıydı. Ama ben kitaplarını hiç okumamıştım. Altı yıl önce Mark bir kahvaltıda bana bu fikri açana kadar hakkında pek bir şey bilmiyordum. Sonra, 900 sayfanın ardından, bu projeyi yapmak istediğimi anladım. Aslında, hemen yapmak istiyordum. Zaten Mark’ın benimle bir şey yapmak istemesi o işle hemen ilgilenmeye başlamam için yeterli çünkü kendisi en sevdiğim oyunculardan biri. Onunla iyi bir bağım ve samimiyetim olduğunu düşünüyorum.

İkiniz de İtalyan asıllısı Amerikalısınız. I Know This Much is True’nun o dünyada geçiyor olmasının bu projede bir etkisi oldu mu?

Evet, İtalyan asıllı Amerikalı ve Katolik evlerde büyümemiz çocukken Mark’ı da beni de çok etkilemiştir. Ben ancak çeyrek İtalyan sayılırım ama galiba o İtalyan mirasının hayatımdaki etkisi çok büyük. Hayatımda çok önemli bir rol oynadı ve kişiliğimin şekillenmesinde çok etkili oldu. O kültür çok güçlüydü ve onunla bir bağım olduğunu hep hissettim. Ailemin İtalyan olan tarafındaki akrabalarımın neden belli bir şekilde davrandıklarını hep merak ederdim. Çocukken, bu bana sihirli bir şey gibi gelirdi ama biraz da coşkundu. Bence bu Mark için de geçerli. O kültürün içinde erkek olmanın ne demek olduğu düşüncesi söz konusu. Mark da ben de belli bir yaşa geldiğimizde bununla yüzleştik. Galiba bu işimizde ikimiz de buna göğüs geriyoruz. Ben hep aileyle ilgili filmler yaptım. Ailevi kökenler benim için bir saplantıdır. Kendi çocuklarım olduğunda bununla daha çok ilgilenmeye başladım. Çocuklarımı gördüğümde, kaldı ki ailemin kanı kaynayan o tarafıyla hiç tanışmadılar, onlarda o insanları görebiliyorum. Böylece genetik kodları ve kuşaklar boyunca aktarılan ve üzerinde kontrolümüz olan şeyleri merak etmeye başladım. Bildiğiniz “yetiştirme tarzı mı, insanların doğası mı” tartışması… Bu, filmlerimde uzun süredir ilgilendiğim bir konu. I Know This Much is True, içine hapsedilmiş olan onca travmayla uğraşan ve bir anlam çıkarmaya çalışan, kendini iyileştirmeye çalışan bir adamın güçlü destanını anlatıyor. 

Yani hikâyeyi kendinizle özdeşleştirebiliyorsunuz.

Evet.

“Bu ailenin yaşadığı bir trajedinin hikâyesi ve geçmişe dönüp sizi trajedinin asıl doğasını düşünmeye itiyor. Kitapta kendime yakın bulduğum şeylerden biri buydu.”

Romanın 900 sayfa olduğundan bahsettiniz. Kitabı, ekrana uyarlamak göz korkutucu bir iş miydi?

Bir uyarlama yapmak bir süreçtir. Bir yandan yaratımdır. Düzenlemek ve çıkarmaktır. Ama aynı zamanda ilhamdır ve Wally, Mark’a ve bana bunu ilk başta verdi. Wally’le ilk tanıştığımda “Al ve kendine özgü bir şey yap” dedi. Bunu söylememiş olsaydı, yapabileceğimi sanmıyorum. Bize yaptığı şeyden ilham almamız ve onu kişiselleştirip kendimize mal etmemiz için izin verdi.  Böylece iş çok kolaylaştı. Hikâyede kendimden çok şey buldum, karakterlerde, öyle çok sevdiğim bir ailede yaşama düşüncesinde kendimden çok şey buldum ama bazen çok istikrarsız ve muğlak da geldi. Ailede yoğun bir sevgi vardı ama aynı zamanda bazen yoğun bir acı da oluyordu. Bunu benim de Mark’ın da aslında bildiğimizi hissettim. O yüzden “yazmak kolay oldu” demeyeceğim ama sadece kitabın içindekilere, benim içimdekilere ve Mark’ın içindekilere ulaşmamız gerektiğini söyleyebilirim.

İtalyan asıllı Amerikalı tecrübesinden bahsettik ama bunun evrensel bir hikâye olduğu da söylenebilir mi? Aile dünyadaki tüm dramın özü aslında, değil mi?

Kesinlikle. Hepimizin ailelerimizle tecrit olduğumuz böyle bir dönemde bence bu, hayatlarındaki belirsizlikle başa çıkmayı başarmış olan ailelerin içlerini rahatlatacak bir hikâye. Hayatlarında belirsizlikle ve yeni gerginliklerle bocalayan aileler içinse çok insani bir hikâye olacak. Bu hikâyede birçok trajik unsur var. Bu ailenin yaşadığı bir trajedinin hikâyesi ve geçmişe dönüp sizi trajedinin asıl doğasını düşünmeye itiyor. Kitapta kendime yakın bulduğum şeylerden biri buydu. Bu hikâyelerdeki onca acının içinde, onca mutluluğun içinde bu adamın ailesinde bir çatışma yaşanıyor ve bu çok açık, insanların kendi hayatlarına kabul edip onunla kendilerini iyileştirebilecekleri bir şey. Bir duygusal boşalma. Bu yüzden trajedi bana hep çekici gelmiştir. Denesem bile başka bir şey yapamam çünkü hayal gücüm oraya yöneliyor. Orada çok komik insanlar var ve komediden başka bir şey yapamıyorlar. Ben öyle değilim. 

Wally’den ve hikâyeyi kendinize mal etmeniz için nasıl onay verdiğinden bahsettik. Peki romanının mini dizisini ilk seyrettiğinde tepkisi ne oldu? Sizin için önemli bir an olmalı.

Bir kitabı uyarlarken o kitabın aynısını yapamayacağınızı kabul edersiniz çünkü edebiyat ve sinema iki farklı ortamdır. Bir kitabı kopyalayamazsınız. Kitabın filmini olduğu gibi çekemezsiniz. Farklı olmalıdır. Bazı açılardan, bir şeyi uyarlayacağınız zaman kaynak malzemeyi ebeveyn gibi kabul etmelisiniz. Uslu çocuk annesiyle babasına isyan edecektir. Annenizle babanızın sizi anlamasını umarsınız. Anne ve babanız klasik müzik dinlerken siz rock‘n’roll dinlersiniz ve “Bir şey buldun işte” demelerini beklersiniz. Veya annenizle babanız rock‘n’roll dinliyordur ve siz hip hop dinliyorsunuzdur. Ailenizin bunu anlayıp “Kapat şu saçmalığı!” demesini umarsınız. Emin olamadığım yer buydu işte. “Wally nasıl tepki verecek?” İzlemeleri için eşiyle ona özel bir gösterim yaptık. İki gün içinde altı bölümü de izlediler. Wally bana güzeller güzeli bir e-posta yazıp çok beğendiği yanlarından bahsetti ve bana çok faydası olan küçük notlar ulaştırdı. Çok cömert, çok düşünceli, çok mütevazi ve çok insaniydi. Ama e-postanın sonunda bence Wally’yi bir insan olarak özetleyen bir şey yazmıştı: “Derek, Mark ve sen rica etsem ailelerinize benim için teşekkür eder misiniz? Bu işi gerçekleştirebilmek için hepinizin birçok fedakarlık yapmak zorunda kaldığınızı biliyorum. Yaptıkları fedakarlıklar için onlara borçlu olduğumu bilmelerini sağlayın.” O kadar anlayışlı, o kadar hassastı ki işte, Wally insanlar hakkında yazmakta bu yüzden bu kadar başarılı. İnsanlık hallerini, insanları anlayabildiği için anlıyor. Hayret ettim. Wally’nin böyle cömert bir ruh olmasına hâlâ hayret ediyorum.

Mark’tan ve iş ilişkinizden biraz daha bahsedelim. Mark’ın ikizlerin ikisini de oynayacak olmasından dolayı gergin miydiniz? Dominick’i oynadıktan sonra Thomas’ı oynamak için fiziksel bir değişim geçirmek zorunda olmasından dolayı gergin miydiniz?

Mark’la yaptığımız ilk görüşmede bu işin teknik yanından çok bahsettik. Teknik hilelerle dolu bir film çekmek, yapmak isteyeceğim son şeydi. Bu bazı filmlerde var ve işe yarıyor da ama bazı filmlerde de filmin kalbini ve ruhunu ortadan kaldırıyor. Ben insanlar hakkında hikâyeler anlatmaya çalışıyorum. Bu iki karakteri düşünmeye başladığımda “Tamam, tek yumurta ikizleri ve doğduklarında tıpatıp aynı görünüyorlar” dedim. Ama kırk yılı aşkın, farklı hayat hikâyeleri var. Farklı tercihleri, aldıkları farklı sonuçlar, farklı duyguları var. O yüzden farklı görünmek zorundalar. Kırk yılın ardından yaşam bizi farklı şekillerde etkiler. Üstelik Thomas ilaç kullanıyor ve ruh sağlığını korumaya çalışıyor. Araştırma aşamasında, ilaçların insanlara çok kilo aldırabildiklerini öğrendik. Demek ki daha kilolu olmalıydı. Mark’la bunu en başta konuştuk. İkizlerle ilgili filmlerde ikizlerden birinin çekimini sanki sabah yapmışlar, sonra oyuncu makyaj karavanına gitmiş, bir bıyık ve uzun saçlarla geri dönmüş ve sonra diğer ikizi çekmiş gibi göründüğünde hemfikirdik. Çekimleri neden Mark’ın dönüşüm geçirip iki farklı insana dönüşebileceği bir sürece yaymıyoruz diye düşündük. Blue Valentine’da bunu yapmıştık. Ryan Gosling’le Michelle Williams’ın karakterlerin âşık olup altı yıl sonra evlenecekleri arada bir ay boşluk bırakmıştık. Bir ay ara verdik. İkisi de yedişer kilo aldılar ve sonra geri dönüp diğer şeyleri çektik. Bundan bir şey öğrendim, fiziksel değişim süreci davranışları da gerçekten yakalıyor. 

Hangi açıdan?

Mark, Dominick’i oynarken normal hâlinden dokuz kilo daha hafifti. Dokuz kilo verdi. Karnı sürekli açtı. Hem açtı hem öfkeliydi. Ayrıca kaygılıydı da. Bir ayıyla çalışmak gibiydi. Tam bir hayvandı. Çok baskın bir karakterdi. Set dışında da. İş bittiğinde birbirimizin poposuna vuruyorduk. Bambaşka bir adam olmuştu, “kanka” gibiydi. Her zaman soluksuz kalmış gibi görünmesi için ona çekimlerden önce şınav çektiriyordum. Harika göğüs kasları var. Damarları hep şişkin. Bu aynı Mark’la içinde büyüdüğümüz o erkeksi dünyanın bir imgesi gibiydi. Büyükbabamı hatırladığımda gözümün önüne gelen tek şey damarları çünkü yüksek tansiyonu vardı ve hep gergindi. Büyükbabam sıkılmış bir yumruk gibiydi ve Mark Dominick’ken öyle oldu. Sonra altı hafta ara verdik.

Mark setten ayrıldı ama onun içinde olmadığı sahneleri çekmeye devam ettiniz.

Evet, hikâyenin diğer birçok parçası olduğu için devam ettim. Dominick’le Thomas’ın dokuz yaşında oldukları sahneler çekilmeliydi. İkizlerin üniversite çağları ve bir de büyükbaba hikâyesi vardı. O dönemde Mark gitmişti ama kilo alma işinin nasıl gittiğini öğrenmek için iki günde bir onunla konuşuyordum ve Mark bana nasıl perişan olduğunu anlatıyordu. Kilo almanın heyecan verici olacağını sanmıştı. Dominick’i çektiğimiz o on altı hafta boyunca neredeyse açlıktan ölüyordu. Şimdi istediği kadar donut, istediği kadar makarna yiyebilecekti. Günde 4000 kalori alabilirdi. Ama onu perişan etti ve artık dik durarak uyumak zorunda kaldığından bile bahsetti. Çok kötü bir durumdaydı. “Bunu gerçekten yapmalı mıyım?” diye sorup durdu. “Birkaç kat fazla giysi giysem veya dolgu koysak?” Ona “Evet, yapabilirdik ve öyle de harika olurdun ama bu sürece güven çünkü bu kiloyu alabilirsen buraya geldiğinde Thomas bambaşka biri olacak” dedim. “Farklı nefes alacaksın, farklı hareket edeceksin, tavırların değişecek, sen değişeceksin.” En sonunda Thomas olarak geldiğinde onu karavanından çıkaramadım. Karavana saklandı ve çıkmak bilmedi. Sonunda dışarı çıktığında ortada kimsenin gözlerine bakamayan çok savunmasız bir adam vardı. Tamamıyla bambaşkaydı. Bu Mark’ın geçirdiği süreç için de çok şey ifade ediyor. Araştırmaları sırasında birçok farklı insanla görüştü. Ağır akıl hastalığı olan bir adamla beraber zaman geçirdi ama bu karakterde, rahatsızlığın o adamdaki halini canlandırmak istemedik. Mark’la bunu konuşurduk. Thomas’ın kişiliği, kişiliğiydi. Rahatsızlığı baş ettiği bir şeydi. Rahatsızlık Thomas değildi. Çekimden önce ve çekimler sırasında işe yarayıp yaramayacağını hiç bilmiyordum. Her şey deneyseldi. Masada Mark’ı Thomas olarak, Dominick olan Mark’ın karşısına oturttuğumuzda işe yarayıp yaramayacağını, olup olmayacağını, gerçekten aynı anmış gibi gelip gelmeyeceğini bilmiyordum. Zorlamadan uzak ve mümkün olduğunca sade tutmaya çalıştık ama ışıkları ve karakterlerin duruşlarını ayarlamak için çok zaman harcadık. Filmlerimde bir daha asla tekrarlanmayacak olan davranışları ve hareketleri yakalamaya çalışırım. O yüzden, bir yandan iki insan arasında yaşanabilecek o anlık şeyleri de yakalamaya çalışıyordum.

“Seçemediğimiz ama bağlı olduğumuz ilişkiler…”

Mark’ın karşısında diğer ikizini oynayan bir oyuncu oluyor muydu? 

Evet. Bunu yapabilmek için iyi bir arkadaşım olan oyuncu Gabe Fazio’yla anlaştım ve Mark’ın karşısında o oynadı. “Mark Ruffalo’nun kardeşini oynamak ister misin? Durum şu, 14 kilo almalısın. Başını tıraş etmelisin. Ve çekimden sonra seni filmden çıkaracağım” dedim. Mark’ın Dominick olarak yaptığı her şeyi çalıştı ve sonra onları bir şekilde kopyaladı. 

Yani Gabe bu filmin isimsiz kahramanı.

Kesinlikle. Gabe’e hep “Bunun senin de göründüğün kaçak bir uyarlaması var. diyorum. Onun için tiyatro gibi olduğunu söyledi. Her gün benim için, ekip için, Mark için sahne alıyordu. Mark’la çalışırken bazen Mark “Thomas olarak öyle yapmayı planlamıyordum” diyordu. Ben de ona “Thomas Dominick’in istediği gibi davranmıyor. Moralin bozulursa bunu kullan.” diyordum. Bazen morali bozuluyordu ama sonunda bunu sevmeye başladı. Gabe’i ve yaptıklarını sevdi. Her zaman bir bilinmezlik vardır. Ön göremediğiniz şeyler çekimler sırasında olacaktır. Çekimlerde çoğu zaman içgüdülerimle hareket etmeye çalışırım. Mark, Gabe’e karşı büyük bir sevgi beslemenin ötesinde kardeşine biraz gıcık da oluyordu. İşte Dominick’le Thomas arasındaki aşk hikâyesi bu. Kardeş olmanın bağı ve yükü. Olasılıklar ve sevgi. Ailevi ilişkinin temelinden gelen suçluluk ve neşe. Seçemediğimiz ama bağlı olduğumuz ilişkiler.

Dizinin sonunda kız kardeşinize ve Mark’ın kardeşine bir ithafta bulunuyorsunuz. Bundan bahsedebilir misiniz?

Mark kardeşini 12 yıl önce kaybetti ve bu her zaman onunla kalacak. Kardeşi hep yanında, kardeşinin acısını hep taşıyor. Çekimler sırasında kardeşinden sık sık bahsettik ve oyunculuğunun kardeşine çok şey borçlu olduğu üzerinde durduk. Biz çekimleri bitirdikten üç gün sonra kız kardeşim Megan öldü. Ağabeyi olarak bu hikâyedeki birçok temanın onunla olan ilişkime hitap ettiğini hissettim. Onun acısından hiçbir zaman kaçmadım. Hâlâ onunla yaşıyorum ve bu sürecin sonuna kadar onunla yaşadım. Mark da ben de kardeşlerimizi onurlandırmak istedik ve bunu yaparak içimizi açmış olduk. Bizim için çok özeldi. Bu kadar kişisel bir şey üzerinde çalıştığınızda daha büyük bir kişisel tecrübeye dönüşüyor. Sonundaki o ithafı gördüklerinde kendi kayıplarını düşündüğünü söyleyen çok insan oldu çünkü hepimizin kaybettiğimiz insanlar var ve yaslarını tutuyoruz. Sevgi olmadan bu keder de olmaz. Ve her ne kadar acı verse de bu hissettiğiniz bir yakınlık, hissettiğiniz bir bağ. Bunu kucakladım ve böylece aleni olanla hususi olan arasında bir köprü kuruldu. İşimiz de bu zaten. Gözler önünde çok hususi bir hikâye. Kız kardeşimden bahsetmem gerektiğinde bunu memnuniyetle yapıyorum. Harika bir insandı. İlgili bir insandı. Yaşlılara bakıyordu. Ondan ne zaman bahsetsem insanların hakkında daha bir şeyler öğreniyor olması benim için bir lütuf. Onu hiç tanışmamış olduğu insanlara takdim edebiliyorum sanki.

Daha önce televizyon işi yapmamıştınız. Bu uzun formu ve karakterlerin daha derinine inebilmeyi sevdiniz mi?

Hayatımın çekimleri oldu. Bir kez bile televizyon işi yaptığımı düşünmedim. Altı buçuk saatlik bir film çektiğimi düşündüm. Birer saatlik altı parçaya bölünecek bir film yaptığımı düşündüm. Böylece birden fazla başlangıç ve son ekleyebildim. Çok heyecanlıydı. Bu yapıyı düşünmek bir mutluluk. Ama filmleri ve film çekmeyi severim, bilhassa son iki filmimin çekimlerinde öyle bir an geldi ki düzenleme odasında üçüncü perdeyi düzenlerken zaman daralıyordu ve kocaman, devasa, çok pahalı bir ekranın karşısındaydım ama hikâyemle o ekranı kaplayamıyordum. Çünkü yazdığım şeyler o franchise olmuş süper kahraman evreninden değildi. Filmlerimde üçüncü perdeye gelindiğinde artık ancak olay örgüsünü sürdürebildiğimi, karakterleri ve tutumları daha zenginleştiremediğimi fark ettim. O yüzden Mark bana bunu getirdiğinde tam da yapmak istediğim şey olduğunu hissettim. Bir film çekecektim ama daha uzun olacaktı ve bu karakterlerle yaşayabilecektiniz. Anların içinde yaşayabilecektiniz. Başı olay örgüsü değil, karakterler çekecekti. O yüzden yazarken işi tamamen abarttım. İkinci bölümde Dominick’in terapistle görüşmeye gittiği sahneyi yirmi sayfa yazdım. Bir parçam, sinema dilinde asla yapamadığım bir şey olduğu için bundan çok hoşlandı. İki saatlik bir filmin yirmi dakikası filminizin altıda biridir. Bunu orada nasıl yapabileceğimi hiç çözemedim. Ama burada altı buçuk saatin yirmi dakikasını kullanıp aynı yerde kalmanın nasıl olduğunu görebilecektim. Bu hep sevdiğim bir şey olmuştur, özellikle de ilk Tarantino filmlerinde kesme noktasının ötesine taştıklarını hissederim. Filmlerde sahnenin kesileceği geleneksel notayı aşıp sahneyi devam ettirmişler gibi. O yüzden “Devam edeceğiz. Sürdüreceğiz ve bu şey daha öteye gidecek” diyebilmek istedim. Bunu yapabilmek büyük bir heyecandı. Yirmi sayfalık o sahneyi bir günde çektik.

Filmlerde perde arası olan bir dönem vardı. 

Evet. The Place Beyond the Pines’ta senaryoyu perde arasıyla yazmıştım. İlk hikâye Ryan Gosling’in karakteriyle ilgili, ikincisi Bradley Cooper’ın polisiyle ilgiliydi. Sonra perde arası olacaktı ve geri döndüğünüzde çocukların hikâyesini ele alacaktık. Düzenleme odasına girene kadar böyle saf bir düşüncem vardı. Bunu yapabileceğini sanıyordum. Ama filmi o halde kimsenin dağıtmayacağını anladım. “15 yıl sonra” yazan bir kart koymalıydım. Başta aslında orada “perde arası” yazıyor olacaktı. Yani hepimiz yolumuzu buluyoruz. Tarantino bunu The Hateful Eight’te yaptı ama bende onu yapacak cesaret henüz yok. Film yapımcıları olarak hepimiz hikâyelerimizi anlatmak için bir yol bulmaya çalışıyoruz. Televizyonda kendimi sansürlemem gerektiğini hiç hissetmedim ve hikâyeyi iyice genişlettim. HBO çok cömert ve güzeldi. Son bölümün seksen dakika olduğunu düşünürseniz bir film eder. O son bölümü sinema filmi gibi yayımlamamıza izin verdiler.

YAPIMCI VE BAŞROL OYUNCUSU MARK RUFFALO CEVAPLIYOR

“Thomas’ı bulmak büyük bir işti. Dominick’in dengesi, onun karşıt tezahürü olmalıydı.”

Wally Lamb’ın kitabını biliyor muydunuz?

Başta hayır. Wally Lamb’le yayıncılarımız aynıydı ve kitabın hakları müsait bir hâle gelmişti. Birçok önemli insan peşine düştü ama Wally, “Mark Ruffalo, bir denemek ister mi?” dedi. Bunu söylemek için bana ulaştığında bir hafta sonu oturup okudum ve çok etkilendim, kitapta kendimden bir şeyler buldum ve harika bir dizi olacağını düşündüm. Ama yapmak istediğinin kafamdaki şey olup olmadığından emin değildim. Sonra tanıştık. Ne kadar harika olduğunu, ne kadar yetenekli olduğunu belirttikten sonra ona söylediğim ilk şey kitabın hakkını veren bir film hâline getirilemeyeceği oldu. Mini dizi olmasının daha iyi olacağını hissediyordum. Bu fikri beğendiğini belirttiğinde “Derek Cianfrance’e ne dersin?” diye sordum. Bu fikri de beğendi ve projeyi öylece bana verdi. Sonrasında diğer kanalların temsilcileriyle ve idarecileriyle de görüştüm. Ekibim ve bilhassa Margaret Riley bana çok yardımcı oldu. Yapım üzerinde düşünmeye başladığımda üstesinden gelip gelemeyeceğim konusunda şüphelerim olduğunda bana çok yardımcı olup beni çok yüreklendirdiler. Margaret “Bu işi yıllardır yapıyorsun. Hâlihazırda yaptığın şeye devam etmen yeter. Malzemeyi geliştirir, iş birliği yapar, en iyi insanlarla çalışır ve yaratıcı içgüdülerini izlersen sorun çıkmaz” dedi. Ve yaptık.

Hikâyede kendinizden ne gibi şeyler buldunuz?

Ben de İtalyan göçmenlerin soyundan geliyorum. Atalarım geldiklerinde çok fakirdiler. Burada, Amerika’da yeni bir hayat kurdular. Büyükbabam ev boyama işine girdi, işçi sınıfındandılar. İtalyan geçmişlerini geride bırakıp birer Amerikalı oldular. Aile her şeydir. Benim aile sırlarım da aile içinde kaldı. Ruh sağlığı sorunları, büyük aile dramları vardı. Erkek kardeşimle aramızda sadece bir yaş fark var ve yetiştirilme tarzımızda aile, her şey demekti. Aileniz her şeyi görüyor. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini. O yüzden bu hikâyede kendimden bir şeyler bulabildim. “Bunlar tanıdığım insanlar. Bunlar beraber büyüdüğüm insanlar. Bu, tanıdığım bir sınıf.” dedim. Kimse bu insanlar hakkında hikâyeler anlatmıyor ama aslında biz, Amerikalılar buyuz. En azından bir parçamız böyleyiz. Tüm bunlar ve ikizleri oynamanın heyecanı vardı.

İkizleri oynayacağınız için heyecan duymanın yanında gözünüz de korktu mu?

Altıma yapacaktım. Kırklı yaşlarımın sonlarında her şeye gözü kapalı atladım. 52 yaşına geldiğimde oyuncu olarak, insan olarak özgüvenimi kaybetmiştim. İşlerin altından kalkma korkusu yaşadığım bir dönemde bu proje gerçeğe bürünüyordu.  

Sonrası nasıl oldu?

Bu işe girerken Derek’ten daha iyi bir ortak düşünemezdim. Derek o hassasiyeti isteyen biri. “Tamam, öyle mi hissediyorsun? O zaman öyle ol ve müthiş bir şey çıksın.” dedi. “Her ne yaşıyorsan, işimize kat ve öyle çekelim. Oradan başlarız ve belki de bambaşka bir şey çıkar.” Her gün özetle böyle oldu. Ona “Korkuyorum” dediğimde “Evet, Thomas korkuyor” diyordu. Ona “Ne yaptığımı bilmiyorum” dediğimde “Dominick ne yaptığını bilmiyor” diyordu. Sürekli anların gerçekliği içinde kaldık. Bunu yapabiliyorsanız ve Derek gibi iyi gözü olan biri size rehberlik etmek için yanınızdaysa bir dağa dönüşüyorsunuz. Tırmanmıyorsunuz, kendinizi dağın tepesinde buluyorsunuz. Hissettiğim her şey; belirsizlik, başarısızlık hissi, güven kaybı, hepsi o iki kişinin de yaşadıkları şeylerdi. 

O özgüven eksikliği de diziye yansıdı mı yani?

Hem de nasıl.

Dominick’i oynadıktan sonra Thomas için hazırlandığınız o altı haftalık ara sizi için nasıldı? Tuhaf bir dönem miydi?

Evet, arafta kalmıştım. Dominick’i bitirmiştim ama önümde beni korkutan bambaşka bir serüven vardı. Dominick’in çekimlerini yaptığımız süre boyunca o ara için can atmıştım. Öncesinde dünyayla bağım kopmuştu, Derek ve ekiple sürekli setteydim. Ancak hafta sonları bir gün eve gidebiliyordum. Cuma gecesi eve gidip cumartesiyi ailemle geçirdikten sonra pazar sabahı tekrar işe dönüp o gün çekilecek yirmi veya otuz sayfanın üzerinde çalışıyordum. Son derece iş merkezli bir hayat yaşıyordum. Sonra bir anda “Tamam, altı haftalığına eve gidiyorsun” dediler. Ailemin yanına döndüm ama beni bekleyen muazzam bir serüven daha vardı ve Thomas konusunda ne yapacağımı hâlâ bilmiyordum. Üzerinde çalıştım, düşündüm, bir şeyler denedim ama aradığımı tam olarak bulamadım. Hiç durmadan yemek yiyip duruyordum. Derek “Yiyor musun?” diye sorup duruyordu. Ona “52 yaşında bir insan için bu, pek iyi bir fikir olmayabilir. Kalbimin üzerinde büyük baskı oluşturacak” diyordum. Aldığım tek cevap “Yemeye devam et” oluyordu. “Karakter konusunda ne yapacağımı bilmiyorum” dediğimde “Sen yemeye devam et, gerisi hallolur” diyordu. Büyük ölçüde öyle oldu da. Paranoid şizofreniden muzdarip insanlarla çalışan danışmanımla zaman geçirdim. Bu konudan bahseden; günlük yaşamlarından, farklı ilaçların üzerlerinde etkilerinden bahseden insanların yüzlerce, belki binlerce saatlik kayıtlarını dinledim. Hepsini aldım. Ama nihayetinde şizofreni, karakter değil. Hâlihazırda karakteri olan birinin yaşadığı bir engel. Thomas’ı bulmak büyük bir işti. Dominick’in dengesi, onun karşıt tezahürü olmalıydı. Derek de üzerinde çalışıp “Dizide böyle bir şeye ihtiyacımız var” diye bana bir şeyler göndermeye devam ediyordu. Bu sürecin sonunda insanların Dominick’i de anlayıp onu düşünmelerini sağlamamız gerekiyordu. 

“Bu işte beraberiz ve hiyerarşi yok.”

İşin sonunda, başta yaşadığınız o güvensizliği ve şüpheleri geride bıraktığınızı düşünüyor musunuz?

Bunu hiç fark etmemiştim ama kendimi hep biraz dizginliyormuşum. Başarısız olmam durumunda kendime “Her şeyini ortaya koymadın” diyebilmek için bir şeyleri yedekte tutuyormuşum. Kendimi tamamen verdiğimi düşünüyordum. Oyuncusunuz, rol yapıyorsunuz, kendi işlerinizi izliyorsunuz ve zamanla seyircinin sizden ne beklediğini hissetmeye başlıyorsunuz. Hileleriniz var, konfor bölgeniz var. Bizler, insan olarak böyleyiz. Kendi konfor bölgelerimizi buluyoruz ve içlerinde kalıyoruz. O zaman rahat ediyorum. Ama Derek öyle değil. Bunlar hiç umurunda değil. Bunu sağlamak veya korumakla hiç ilgilenmiyor, bana “Bu muhteşem bir Mark Ruffalo performansı. Bu performansa bayılır ve bu Mark Ruffalo performansını seyrederdim ama başka bir şey yapalım. Daha derine inelim. Seni berbat hâlde görmek istiyorum” diyordu. Böyle bir şeye hazırlanamazsınız. Böyle bir durumda size rahatlık veren o hilelerinizi kullanamazsınız. Öyle yapmaya çalıştıkça iyice yetersiz kalırsınız. Bir aşamada kendinizi boşluğa atıp, içine batıp, orada var olup, her şeyinizi vermek zorunda kalırsınız. Bunlar hep Derek ve onun yönetmenliği sayesinde oldu.

Wally Lamb yazmaya başlarken bir sesle başladığını ve o sesin kendisini ele geçirmesine izin verdiğini söylüyor. Oyunculuk da böyle mi? Bırakıyorsunuz ve oynadığınız karakter sizi ele mi geçiriyor?

Öğretmenim hep “Tamam, kütüphaneye gidiyorsun. İşin politik, duygusal ve tarihi bağlamlarını öğreniyorsun. Karakterinin nasıl davrandığını, onu neyin farklı kıldığını, aksesuarları nasıl kullandığını, nasıl içtiğini, nasıl sandviç hazırladığını öğreniyorsun. Tüm bu çalışmaları yaptıktan sonra hepsini at. Bırak uçup gitsin” derdi. İşte böyle yapıyorsunuz, Wally’nin yaptığı da bu. Sadece bir sesle başlamakla kalmıyor, onun öncesinde kendisine bereketli bir tarla hazırlıyor ve o ses sonrasında geliyor. 

Wally Lamb diziyi seyretti mi? Onunla beraber miydiniz?

Yanında değildim ama seyrettiğini bildiğim sırada altıma ediyordum. Wally tüm o cömertliği ve anlayışlı havasıyla “Çocuklar, bu artık sizin. Bu işin Fox’ta öylece duran belki yirmi uyarlaması var ama işin içinden çıkamadılar. Bunu alıp kendinize mal etmenizi bekliyorum. Bir kitap var ve şimdi de bir film olacak. Size bu konuda yaratıcılığınızı sonuna kadar kullanmanız için onay veriyorum.” dedi.  Bunlar söylenmiş olsa bile nasıl bir tepki alacağınızı bilemiyorsunuz. Derek de ben de Wally’ye hem çok hayranız hem de çok saygı duyuyoruz. Ama kitabı, kendi ayakları üzerinde duran başka bir sanat eserine dönüştürmek için onu kendimize mal etmemiz de gerekiyor. O yüzden hem ona ve o ruha sadık kalıp hem de kitaba yeni bir hayat vermek ince bir denge istiyordu. Diziyi izlediğini bilmek, orada oturup ne düşündüğü öğrenmeyi beklemek insanı korkutuyor. Açıkçası, yerin dibine de batırabilirdi, göklere de çıkarabilirdi. “Saçmalık bu! Adımı böyle bir şeyde görmek istemiyorum” diyebilirdi. Neyse ki demedi. 

“Şu dönemde bize ayna tutan bir iş olduğunu düşünüyorum. İster içine doğduğumuz aile olsun, ister kendi kurduğumuz aile olsun kökenimiz bu.” 

Oyuncu seçiminde sizin de rolünüz oldu mu?

Evet. Tüm bu iş benim, Derek’in, oyuncuların ve ekibin iş birliği ile oldu. Derek, en iyi insanları seçmek ve en iyi performanslarını çıkaracakları alanı yaratmakta çok başarılı, ben de elimden geleni yapıyorum. Sonra her şey bir kovan yaklaşımına dönüşüyor. Bu işte beraberiz ve hiyerarşi yok. Herkesin yapılacak bir işi var ve hepimiz hayatımızı buna adıyoruz. Biz sette yaşayan insanlarız ve sette kendimizi evimizde hissediyoruz. Sonra insanları uçmaları için bırakıyor ve onları desteklemeye çalışıyorsunuz. Ben öyle yaptım. Ben, Derek ve oyuncu seçiminden sorumlu olan Bonnie Timmermann ortaya fikirler atıyor, insanlarla görüşüyor, onlarla konuşuyorduk. Yönetmen olduğu için son karar tabii Derek’indi ama hep aynı kafadaydık. Ortaya bir fikir attığımda konuşuyor, o kişilerle görüşüyor, seçmeler yapıyorduk ve iş çözülüyordu.

Bu, iyisiyle ve kötüsüyle aile üzerine bir dizi. Dünyadaki çoğu insanın evine kapandığı bir dönemde zamanlamasının iyi olduğunu düşünüyor musunuz?

Bence iyi dramların hepsi aile üzerinedir. Böyle ifşa olduğunuz, böyle hassas olduğunuz bir yer daha yoktur. Birinin sizi bu kadar iyi tanıdığı, size böyle meydan okunan, insan olmaya böyle zorlandığınız bir yer daha yoktur. Bazı insanlar aileleriyle bu tecrübeyi yaşamıyor ama çoğumuz yaşıyoruz. Şu dönemde bize ayna tutan bir iş olduğunu düşünüyorum. İster içine doğduğumuz aile olsun, ister kendi kurduğumuz aile olsun kökenimiz bu. Burada büyüyoruz, tüm o önemli ilişkiler burada yaşanıyor. Bunun ne kadar değerli olduğunu görüyoruz. Dünya tehlikede olduğunda ailemize gideriz. El ayak çektiğimizde nerede oluruz? Ailemizle oluruz. Şu anda yaşananlarla bu açıdan çok ilgili. Bazen bir şey yaparsınız ve zamanlaması tam olur, o an için mükemmel bir şey olur. 

LISA SHEFFER KARAKTERİNİ CANLANDIRAN ROSIE O’DONNELL CEVAPLIYOR

“Bu, yirmi yıldır hayalini kurduğum bir rol olduğu için karaktere aşinaydım.

I Know This Much is True’yu seyrettiğinizde beklentilerinizi karşıladı mı?

Tamamıyla. Yirmi yıl önce kitabı ilk okuduğumda nasıl çekilebileceğini hayal edememiştim. Wally Lamb ile She Come Undone kitabı üzerinde konuştuğumuzu hatırlıyorum. Baş kahramanı 270 kilo ağırlığında bir kadındı ve nasıl çekilebileceğini kimse anlayamıyordu. Wally’nin ikinci kitabı olan I Know This Much is True’yu okuduğumda da bunu kimse çekemeyecek diye düşündüğümü hatırlıyorum. İlk seyrettiğimde beklentilerimi aştı. Sonra tekrar seyrettim ve bayıldım. Bu, meslek hayatımdaki en iyi çekim tecrübemdi. 

Onu en iyi tecrübeniz haline getiren neydi? 

Bir sanatçı olarak kendimi tamamen özgür hissettim. Derek harika bir yönetmen ve “Sana nasıl rol yapacağını öğretemem ama Dominick’in sana patronluk taslayamaması gerektiğini söyleyebilirim. Gerisi sana kalmış.” gibi notlar iletiyordu. İlk gün çok endişeliydim. İlk sahnemdi ve uzun bir sahneydi. Bir günde tamamladık. Oyuncu olarak hiç o kadar uzun bir sahne oynamamış olduğum için endişeliydim. “Replik?” dediğimde “Biz öyle yapmıyoruz, aklına bir şey gelmiyorsa da uydur” dedi. “Özgün bir an bulmak istiyoruz.” Size verdiği özgürlük inanılmaz. O setteki herkes daha önce Derek’le çalışmıştı. Herkes! Hapishane sahnesindeki dublör daha önce The Place Beyond the Pines’ta çalışmıştı. O yüzden, sette gerçek bir aile hayatı oluştu ve bir rahatlık vardı. Onun setinde herkes eşit, herkesin diğerleri kadar sesi ve ağırlığı var. Bunu görmek büyüleyiciydi. O Zen adamı gibi bir şey.

Bazen doğaçlama gibi miydi yani?

Evet, hiç şüphesiz. İzlediğimde seçilmiş olan çekimler beni şaşırttı. Çok fazla çekim yapmıştık. Bazı sahneleri kırk, hatta elli defa yeniden çekmiştik. “Bir de diğer tarafına bakalım. Bir daha deneyelim. Bir daha yapabilecek misin?” diyordu ve tekrar yapıyorduk. Çalışma tarzı böyle. Tekrar, tekrar, tekrar. O özgün anları arıyor ve tatmin olduğunda teşekkür olarak sonraki sahneye geçmemize izin veriyor. 

Bütün gün öyle çalıştıktan sonra set bittiğinde nasıl hissediyordunuz?

Tamamıyla bitkin. İnsanların fabrikalarda çalışmak zorunda kaldıkları, öldükleri böyle bir salgının ortasında söylemek için korkunç bir söz ama günde 12, 15 hatta bazen 18 saat çalışmak duygusal ve fiziksel olarak çok yorucu. Birçok insanın çok daha zor işlerde çalıştığını biliyorum ve bunu sadece gösteri dünyasının kendi çerçevesini kast ederek söylüyorum. 

Wally Lamb’in yazdığı ve Derek’in ekranda yarattığı o “emekçiler dünyası”na aşina mısınız? 

Sonuna kadar. Ben o dünyada büyüdüm. Çok özgündü, sanki o günlere dönmüş gibi oldum. Tamamıyla hissedebiliyordum. 

Kitabı ilk çıktığında okuduktan sonra farklı insanlar ekrana aktarmaya çalışırken o süreci takip ettiniz mi?

Hep üstlenmek için muazzam bir şey olacağını düşünmüştüm. Mark’ın yeşil perde kullanmadan iki ikizi de oynayacağını öğrendiğimde “Bu, yepyeni bir sinemacılık yöntemi” diye düşündüm. Tepkilerine yardımı olması için Mark, ikizinin yerini dolduran diğer bir aktör olan Gabe Fazio ile karşılıklı oynuyor. Sonra Mark gelip ikinci defa diğer ikizi oynuyor. Bunların birleştirildiğini görmek de inanılmaz. “Bunu nasıl yaptıklarına dair hiçbir fikrim yok” dediğim birkaç sahne var.

Hem Dominick’i hem Thomas’ı oynayan Mark’la çekimlerin nasıl olduğundan bahsedebilir misiniz?

Mark, önce Dominick’i oynadı. Sonra Dominick ile hepimizin temel çekimleri tamamladıktan sonra alkışlayıp “Altı hafta sonra görüşürüz” dedik. Ama galiba bundan biraz daha uzun sürdü. Sonra sete döndüm. Biraz erken gelmiştim ve bir şeyler atıştırıyordum. Oraya ait değilmiş gibi görünen bir adam gözüme çarptı. Kapı açılıp güvenlik görevlisi geldiğinde “Mike, galiba bu adam buraya ait değil” dedim. Mike “Tekrar bak, Rosie” dedi. O adam Mark’tı ve sabahın erken saatlerinden beri çekimdeydi. O Mark’tı ve onu tanıyamamıştım. O kadar farklıydı ki! Duruşu, yürüyüşü, gözleri, o boynu bükük endamı, tüm varlığı. Thomas’ın ağırlığı altında eziliyordu. Bunu seyretmek nefes kesiciydi.

“Frances McDormand’ın oynayabileceği kadar önemli bir rol ve eminim bunda istekli de olurdu. ‘Bu rolü o oynamalıydı’ dediğim insanlar bile oldu. Rolü Edie Falco’ya verselerdi hiç şikayetim olmazdı.”

Bu işin parçası olmanız istendiğinde ilk tepkiniz ne oldu?

Menajerimi arayıp Derek’in benimle görüşmek istediğini söylediler. Gittiğimde Lisa rolü üzerine iki buçuk saat görüştük. Bu, yirmi yıldır hayalini kurduğum bir rol olduğu için karaktere aşinaydım. O sırada saçlarım omuz hizamdaydı. Lisa’nın saçları biraz “punkvari” olduğu için “Saçını kesmeye razı gelir misin?” dediler. “Tabii yaparım.” dedim. Saçları kesip karaktere büründüm.

Lisa gibi büyük rollere yaklaşırken bir endişe, bir heyecan duyuyor musunuz?

Kesinlikle. Bir kadına böyle harika bir rolün sunulması büyük bir şeydir. Frances McDormand’ın oynayabileceği kadar önemli bir rol ve eminim bunda istekli de olurdu. “Bu rolü o oynamalıydı” dediğim insanlar bile oldu. Rolü Edie Falco’ya verselerdi hiç şikayetim olmazdı. Bu teklifi aldığım için, bu rolü canlandırma tecrübesini tadacağım için heyecanlandım. Bunu ilk görüşmemizde Derek’e de söyledim. Karakteri nerede bulabileceğim konusunda, hangi karanlık köşelere ulaşmam gerektiği konusunda ciddi bir konuşma yaptık ve bu yaratıcı tecrübe beni tamamıyla tatmin etti.

Bir sosyal hizmetler görevlisini doğru yansıtmanız gerektiğine dair bir sorumluluk hissetiniz mi?

Evet. Böyle bir rolü zaten oynamak istiyordum. Hayatımda, annem öldükten sonra onun yerini dolduran bir kadın oldu. Önce öğretmendi ama sonra öğretmenliği bırakıp Long Island’da sosyal hizmetler görevlisi olarak çalışmaya başladı. Öyle biriyle yaşamıştım ve içini dışını biliyordum. O tecrübemi de işe katabildim. Hak ettikleri değeri çoğu zaman göremedikleri, hak ettikleri maaşı alamadıkları için o mesleği hakkını vererek yansıtmanın sorumluluğunu hissettim. İnsanlar onların nasıl sıkıntılar çektiklerini ve bunların nelere mal olduğunu hiç bilmiyor. Başkalarına zarar verme ihtimalleri kendilerine zarar verme ihtimallerinden çok daha az. Halkın ilgilendikleri kesiminin şefkate ve anlayışa çok ihtiyacı var. Thomas’ı tanıdığınızda, nasıl bocaladığına şahit olduğunuzda onunla ilgilenen kişi için de ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz. Bunun birçok açısı var ve sizi kalbinizden vuruyor.

I Know This Much is True bir aile hikâyesi. Çatışmalar, sırlar ve tabii akıl hastalığı üzerine. O konularda da kendinizden bir şey buldunuz mu?

Kesinlikle. Lisa rolüne uygun olup olmayacağımı konuşmak için Derek’le buluştuğumuzda bunu konuştuk. Tüm bu konuları ve şimdi 22 yaşında olan kızımla yaşadığım zorlukları konuştuk. Ergenliğe girdiği 11 yaşından beri onunla birçok zorluk yaşadık. Yıllar boyunca birçok defa ruh ve sinir hastalıkları hastanelerine girdi çıktı. Bir anne olarak diğer tarafta bulunup sosyal hizmetler görevlilerini dinlemeye çok aşinayım. Bunu yaşadığım için yakalamak o kadar zor değildi.

“Gelecekte böyle roller oynamak istiyorum. Böyle rollerin teklif edilmesini, yine böyle insanlar arasında oynayabilmeyi umut ediyorum. Derek’e ‘Çekmek istediğin her film için hazırım’ dedim. Anlaştık.” 

Wally Lamb’in seti ziyaret ettiğini duydum. Onunla tanışma şansınız oldu mu, merak ediyorum.

Evet, tanıştım. Harikaydı. Tanıdığı arkadaşlarım vardı ama yollarımız hiç kesişmemişti. Arkadaşım Karen, kız kardeşinin en iyi arkadaşıdır. O yüzden onu gıyabında epey tanıyordum. Sete geldiğinde aynı kitabının kapağındaki gibi görünüyordu. O yüzden hiç sürpriz olmadı. Onu orada otururken gözlemledim. Harika ve çok nazik bir insan. O aramızdaki bir melek. O gün çıkardığımız performans onu çok etkiledi. Thomas’ın tecride alınmasından sonra ikizlerin birbirlerini ilk kez gördükleri sahne çekiliyordu. Duygu ve gözyaşı yüklüydü, çok ağırdı. Dışarı çıkıp onunla tanıştığımızda gözleri yaşlarla dolu ve “Kelimelerim için hayal edebileceğim her şey buydu” dedi.

I Know This Much is True’da oynamak sizde nasıl bir değişim yarattı? Gelecekte daha dramatik roller arayacak mısınız?

Bu her kadın oyuncunun hayallerini süsleyen bir roldü. Böyle rollere sık rastlanmaz. Kadın oyuncu açığı olduğu da söylenemez. Bu rolün hakkını verebilecek başka kadınlar da vardı. Bana emanet edildiği için çok şanslı ve çok minnettarım. Meslek hayatımda pişman olduğum, içerlediğim hiçbir şey yok. Ama biliyorsunuz, komik kızı oynadım, stand-up yapan biriyim. En iyi arkadaşı oynadım. O da harika bir şey. Bunu yapmış kadınların oluşturduğu güzel bir gelenek var ve o geleneğin parçası olmaktan gurur duydum. Ama Geraldine Page usulü bir rolü canlandırmak bambaşka bir şey. Bunun için altmışlarımdan önce fırsat bulamayacağımı düşünürdüm ve şimdi 58 yaşındayım. Yani iki yıl erken oldu. Gelecekte böyle roller oynamak istiyorum. Böyle rollerin teklif edilmesini, yine böyle insanlar arasında oynayabilmeyi umut ediyorum. Derek’e “Çekmek istediğin her film için hazırım” dedim. Anlaştık. 

Derek ve Mark, I Know This Much is True’da akıllarına gelmenize neden olan, sizi daha önce izledikleri bir rolden bahsettiler mi?

Evet. Mark’ın eşi Sunny beni Showtime dizisi SMILF’te seyretmiş. Bebeği olan genç bir kızın akıl sağlığı yerinde olmayan annesi rolündeydim. Sadece iki sezon devam etti ve iptal edildi. Sunny beni o dizide seyretmiş ve Mark’a “Lisa Sheffer’ı Rosie’ye vermelisiniz” demiş. Yönetmene de ”Lisa Sheffer’ı Rosie’ye vermelisiniz” diye ısrar etmiş. 

Bu karantina sizin ve meslektaşlarınızın gelecekteki çalışmalarını nasıl etkileyecek?Oyuncular Fonu’na (Actors Fund)  destek olmak için yaptığım (Rosie O’Donnell Show’un yardım amaçlı özel bir bölümü) çalışmada ben tek başıma orada öylece oturuyordum. Küvetlerinin içindeki insanlar vardı. Yetenekli Broadway oyuncuları şarkı söylüyordu. Harika bir şeydi. “O gösteriyi tekrar yapacak mısın?” diye soruyorlar. Daha önce yaptığım gibi yapmama izin verirlerse; görseller, mutfağında oturan Gloria Estefan, art arda gelen konuklarla dört kişi canlandırdığımız Brady Bunch, neden olmasın? Onu yapmaktan zevk almanın ötesinde iddiasız bir şey yapmış olmak da güzeldi. Kimsede makyaj yoktu, kimse en son moda şeyleri giymiyordu. Herkes olduğu hâliyle geliyordu. Savunmasız ve gerçek insanlardı. Özgündü. Bu iş bittikten sonra ve Trump görevden gittikten sonra insanlar bunlar için aşerecek. İnsanlar bilincin birleştirici gerçekliğine aşerecek.