Yunan Yeni Dalgası ile kıyıya vuranlar

Yazı: Meltem Demiraran

80. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan heykelciğiyle dönen; Emma Stone, Mark Ruffalo ve Willem Dafoe başrollü Poor Things’i Filmekimi programında görmenin heyecanıyla Yorgos Lanthimos’un filmografisinde turladık. Yönetmenin kullandığı temalara, görsellerini ve anlatısını zenginleştiren ilhamlara göz attık.

Christina’nın DünyasıThe Lobster
Istakoz kabukları, sabah güneşi, sıradan anlar

Andrew Wyeth‘in tablosu Christina’nın Dünyası, The Lobster (2015) üzerinde beklemediğimiz ancak derin bir etki yaratmış gibi. Wyeth, Christina’nın resmettiği elbisesinden bahsederken, işte tam olarak şöyle diyor: “Kıyıda bulduğunuz soluk ıstakoz kabuklarına benzeyen o pembe…” Resimdeki geniş, açık manzara ve Christina’nın hedefine ulaşma çabası, gerçekleşmemiş bir arzu imasında bulunuyor. Benzer şekilde The Lobster’da karakterler romantik bir partner bulmaları ya da hayvanlara dönüşümlerini tamamlamaları gereken bir dünyada sıkışıp kalıyor. Dolayısıyla her iki işte de insana dair evrensel bir bağ kurma isteği ve buna ulaşmanın doğasında var olan zorlukları görüyoruz.

Otel OdasıDogtooth

Lanthimos filmlerini Edward Hopper’ın resimleriyle ilişkilendirmek de mümkün. Dogtoothta (2009) şahit olduğumuz izolasyon, Hopper’ın Otel Odası ve Sabah Güneşi adlı resimlerinde görülen yalnızlık duygusuyla karşılaştırılabilir. Üstelik Hopper’ın Pazar Sabahının Erken Saatleri ve Otomat işlerinin yankılarını da Lanthimos’un The Killing of a Sacred Deer (2017) filminde yarattığı gergin ve rahatsız edici atmosferde rahatlıkla görebiliyoruz. 

Baba NasihatiThe Favourite

Bunların ardından Lanthimos’un The Favourite’ta (2018) yine zamanının sıradan anlarını resmeden bir başka ressam, Gerard ter Borch’un işlerinden ilham aldığını söylemek de abes olmayacaktır diye düşünüyorum. Baba Nasihati’nde bir baba ile kızı arasındaki bu samimi ancak gerilim dolu sahnenin bir benzerine Lanthimos’un Kraliçe Anne’in sarayındaki güç mücadeleleri ve manipülasyonlar etrafında dönen anlatısında denk geliyoruz. 

İfigenia
Yunan tragedyaları

Lanthimos’un filmleri açıkça Yunan tragedyaları ve mitlerinin etkilerini taşıyor. Özellikle The Killing of a Sacred Deer ve Dogtooth için Yunan mitlerinin ve tragedyalarının modern yorumları diyebiliriz. Yönetmen The Killing of a Sacred Deer’da, İfigenia’nın anlatısı ile paralellikler çiziyor. Filmin ana karakteri Steven, eylemlerinin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışırken, tıpkı Agamemnon gibi hayal dahi edilemeyecek bir seçimle karşı karşıya kalıyor. Benzer biçimde, Dogtooth’ta da Oedipus anlatısının modern bir yorumunu görüyoruz. Aile içindeki güç dinamikleri ve ahlaki çöküş doğrudan, Yunan tragedyasındaki karanlık öğeleri çağrıştırıyor.

The ShiningThe Lobster
Kubrick’in mirası

Lanthimos’un işlerinde hem tematik hem de görsel olarak Stanley Kubrick’ten ilham aldığını söylemek hiç de zor değil. Her iki yönetmen de insan doğasının karmaşıklığı ve toplumsal normların altını oydukları karanlık temalara odaklanmış. Kubrick, ahlaki açıdan karmaşık karakterleri ele alırken bile izleyiciye mağdurun pabuçlarını giydirmeyi seçmiş biri. İnsan psikolojisinde yıkım ve özyıkıma sebep olan iç ve dış faktörleri irdelemekten geri durmuyor. Lanthimos ise bu bakış açısını tersine çevirip, çoğunlukla karakterlerini kontrol ve üstünlük arayan suçlular olarak tasarlıyor. Filmleri sıkça Kubrick’in sinemasının izlerini taşıyan insan – hayvan ikilemi, korku, güç ve itaat temaları etrafında dönüyor. 

Bu tematik benzerliklerin yanı sıra gözümüze çarpan başka unsurlar da Lanthimos’un kendi sinematik evrenini Kubrick’in mirasına dayandırdığının bir kanıtı. Kubrick sinemasında simetri, uzun takip planları ve göz alıcı görsel kompozisyonlara aşinayız. Lanthimos da bu görsel estetiği kendine yakın buluyor gibi görünüyor. Filmlerinde izleyiciyi derin bir görsel deneyime götürmek adına sahnelerini dikkatlice çerçevelediğini söylemek mümkün. Kubrick’in estetik titizliği, belli ki Lanthimos üzerinde kalıcı bir etki bırakmış.

Ayrıca Lanthimos, karakter gelişimi ve oyuncu yönetimi meselelerinde de Kubrick’ten ilham alıyor. Kubrick, oyuncularla detaylı çalışmalar yaparak, performanslarını mükemmelleştirmeyi seven bir yönetmen. Benzer şekilde Lanthimos da aktörleri sıra dışı rollerde yönlendirerek, çarpıcı performanslar sergilemelerine destek oluyor. Yine de Lanthimos’un sineması, Kubrick’in mirasından ilham alırken kendi benzersiz dokusunu korumayı da ihmal etmiyor. 

The Lobster
Kafkaesk dönüşümler

Kafka’nın kurgularında karakterler genellikle mantığa ve amaca meydan okuyan, anlatının distopik toplumunun keyfî ve tuhaf kurallarını yansıtan labirentimsi bürokrasilerde yol alır. Lanthimos ise insanların absürt ve baskıcı bürokratik sistemlerin çıkmazlarına sıkıştığı, kuralların belirsizliğinin ve rasyonellikten yoksunluğun hüküm sürdüğü dünyaları tasvir ediyor. Filmlerinde genellikle beşerî ilişkiler, kimlikler ve bağlantılar, bireylerin Kafkaesk bir dünyanın içinde sıkışmışlığını gözler önüne seriyor. Bu durumda bize; Lanthimos, Kafka’nın yabancılaşma ve kimlik krizi temalarını modern bir bağlamda yeniden canlandırarak, insanın bu tür baskıcı sistemler altında nasıl güçsüzleştiğini keşfediyor demek düşüyor. 

The Killing of a Sacred Deer
Melankolik melodiler

Lanthimos, özellikle The Killing of a Sacred Deer ve The Favourite’ta Schubert’in yoğun, tutkulu ve melankolik bestelerini, karakterlerin iç dünyalarının bir yansıması olarak kullanıyor. Schubert’in müziği, karakterlerin yaşadığı duygusal çalkantıları iletmek için güçlü bir araç, hatta neredeyse başlı başına bir karakter hâlini alıyor. Besteler; iktidar mücadeleleri, ahlaki ikilemler ve duygusal karmaşıklıklar gibi temaları derinleştirmek adına işitsel bir arka plan sağlıyor.