35. İstanbul Film Festivali günlükleri - Bölüm 4

İstanbul Film Festivali programından filmlerin gün gün yorumlandığı günlüklerin yeni bölümünde Tuba Altuntaş, Zeynep Ocak ve Melikşah Altuntaş’tan High-Rise, The Demons, The Here After, Lampedusa in Winter, The End, French Blood ve Tomcat filmlerinin yorumları huzurlarınızda…

highrise

HIGH-RISE
Yön: Ben Wheatley

Kill List, Sightseers ve A Field in England gibi şaşırtıcı ve tamamen özgün filmlerin yönetmeni Ben Wheatley, şimdiye dek çektiği en büyük prodüksiyonlu filmi High-Rise ile Ballard’ın aynı adlı romanından uyarlaması epey güç bir işe girişip, Toronto Film Festivali’nin bu yılki en iyi filmlerinden birine imza atmıştı. Baştan sona temposu bir an bile düşmeyen, yüksek miktarda eğlence ve bolca kaos vaat eden bu film, tamamı bir apartmanda geçen ve bu apartmanın sakinlerinin gitgide daha görünür hale gelen toplu cinnetini merkeze oturtan, absürt bir taşlama. Giriştiği uyarlamanın güçlüğü nedeniyle, özellikle ikinci yarıda kimi senaryo sorunları yaşayarak, bazı tempo problemleriyle karşılaşsa da Wheatley’nin umarsız rejisi ile eşsiz görüntü ve sanat yönetimi, izleyenlerin seyir zevkini yükseltiyor. Melikşah Altuntaş

thedemons

LES DÉMONS (THE DEMONS)
Yön: Philippe Lesage

Bu yıl festivalin Uluslararası bölümünde Altın Lale için yarışan film The Demons, daha önce belgesel filmler yöneten Philippe Lesage imzası taşıyor. Büyüme sancıları üzerine yapılmış filmlere bir yenisini daha ekleyen yönetmen, gözünü bir banliyö kasabasında yaşayan 10 yaşında sıradan bir çocuk olan Felix’e çeviriyor. Uzaktan son derece steril ve tek düze görünen Felix’in hayatı öğretmenine duyduğu aşk, anne babası arasındaki çatışma ve etrafında yaşanan bir takım olaylar neticesinde dalgalanmaya başlarken, film izleyicisine büyümenin ne kadar acı verici ve kafa karıştırıcı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Tuba Altuntaş

efter

EFTERSKALV (THE HERE AFTER)
Yön: Magnus Von Horn

Yönetmeni Magnus Von Horn’un bu ilk uzun metrajlı filmi The Here After, geçtimiz yıl Cannes’ın Yönetmenlerin On Beş Günü’ne seçilen filmlerden biriydi. İşlediği suçun hukuki yaptırımını çekmesiyle yetinmeyen İsveç’in bir kasabasının tüm sakinleri, genç bir çocuğa faşistliğe ve fiziksel şiddete varan toplumsal yaptırım ve dışlama uygulamaya çekinmiyor, toplum adeta suçlunun ta kendisi durumuna düşüyor. Toplumun bir ceza mekanizmasına dönüşmesinin, linç kültürünün tehlikelerini ve sonuçlarını son derece yalın sinemasal diliyle ve ilk uzun metrajdan beklenmeyecek bir olgunlukla, soğuk ve minimalist reji tercihleriyle seyircisine sunuyor. Zaman zaman bize Thomas Vinterberg’in The Hunt’ını anımsatan duygusuyla festivalin bu yıl kaçırılmaması gereken filmlerinden bir tanesi. Filmin görüntü yönetmeni, aklımızdan uzun seneler silinmeyecek Ida filminin de Oscar adayı görüntü yönetmeni olan Lukasz Zal.  Zeynep Ocak

lampedusa

LAMPEDUSA IN WINTER
Yön: Jakob Brossmann

Bu yılki festival programında İtalya sahil sınırındaki mülteci meselesine odaklanan iki belgesel birden dikkat çekiyor. Bunlardan biri Berlin’den Altın Ayı ödülü ile ayrılan Gianfranco Rosi imzalı Fire At Sea iken, bir diğeri de Jakob Brossmann’ın, aynı meseleye bir başka açıdan yaklaşan Lampedusa in Winter’ı. Tıpkı Fire at Sea’de olduğu gibi mültecilerin varlığıyla değişen yerel hayatı, orada yaşayanların gözünden (hatta iki film arasında ortak bir radyocu karakteri dahi var) anlatmaya girişen filmin kurduğu en önemli cümle, kamerasını döndürdüğü yerel halktan bir aktivistin yaptığı benzetmede gizli aslında: “Ortada bozuk bir yolu olan bir sokak var ve bu sokakta her gün kaza oluyor. Ama siz ne bu kazayı yapanlara, ne kazada ölenlere, ne de bu yolu tamir etmeyenlere mikrofon uzatıyorsunuz. Siz olayı pencerelerinden izleyenlerle konuşuyorsunuz… Biz sadece burada yaşayan halkız, bizim tek özelliğimiz bu olayın gerçekleştiği yerde yaşıyor olmak… Esas trajedinin kahramanları ya da trajedinin kendisinin biz değiliz, ıskalıyorsunuz”. Tüm dünyanın açık yarasına dönüşmüş olan mülteci meselesine, olayın kahramanlarını suistimal etmeden yaklaşan ve meseleye İtalya’nın küçücük bir adasında patlak veren kriz üzerinden bakan sarsıcı bir belgesel Lampedusa in Winter. Altın Ayı almamış olması da onu diğer belgeselden daha az ilginç kılmıyor, hatta Rosi’nin estetik kaygılarından yoksun olması, onu daha sahici ve samimi bir hale dahi getiriyor. Iskalamayın… Melikşah Altuntaş

the end

THE END
Yön: Guillaume Nicloux

Bir önceki filmi Valley of Love’da olduğu gibi bu filmde de Fransa’nın efsane oyuncusu Gerard Depardieu ile çalışan Yönetmen Guillaume Nicloux, bizleri son derece karanlık ve kapıları sıkı sıkıya kapalı bir dünyanın içine hapsediyor. Bir avcı, bir av köpeği ve avlanmak için gidilen koca bir orman. İşte Nicloux sadece bu malzemeleri kullanarak zihnin derinliklerindeki bir labirentten çıkmaya çalışan fare gibi oynuyor izleyicisiyle. Avlanmak için gittiği ormanda kaybolan avcı sayesinde koskoca bir alanda klostrofobik anlar yaşatmayı başaran Nicloux, bu filmiyle tedirgin edici, kafa karıştırıcı ve sıkıntılı bir yolculuk vaat ediyor. Tuba Altuntaş

french blood

UN FRANÇAIS (FRENCH BLOOD)
Yön:  Diastème

Festivalin bu yılki “Dünya Festivallerinden” bölümünde yer alan French Blood’da, neo-Nazi geçmişi olan ve izlediğimiz sırada hangi noktada kırılma yaşadığını anlayamadığımız bir şekilde adeta yoktan var olan bir pişmanlıkla, bir panik atak sonrası yaşamını değiştirmeye çalışan Marko isimli karakterin zaman atlamalarıyla hayatından kesitler izliyoruz. Konu olarak kendine ırkçılık ve sonrasındaki ıslah olma sürecini seçen bir film için anlatım gücünden oldukça yoksun olduğunu söylemek mümkün. Fransa’daki Ulusal Cephe’nin zehirli tohumlarının atıldığı dönem ve inanması güç de olsa günümüze kadar varlıklarını sürdürebildikleri hastalıklı görüşlerinin işlenmesi de malesef son derece yüzeysel kalmış ve sahnelerde ilk akla gelen tercihler kullanılmış. Her şeye rağmen son dönemlerde yaşanan olaylar sonrasında iyiden iyiye nükseden göçmen düşmanlığının yaşandığı bu dönemde, işlevsel ve cesur olan konu seçiminden ve kendi toplumuna yönelttiği eleştiriden dolayı yönetmeni Diastème kutlanmalı.  Zeynep Ocak

kater

KATER (TOMCAT)
Yön:
 Klaus Handl

Saadet içinde bir çiftin beklenmedik bir olayla değişen yaşamını konu alan ve Berlin’de bu yılki Panorama bölümünün en sevilen filmlerinden olan Tomcat, aynı zamanda festivalden bu yılın Teddy ödülüyle ayrıldı. 2008 yapımı ilk filmi Marz ile beğeni toplayan Avusturya’nın sevilen oyuncularından Klaus Handl’ın bu ikinci uzun metrajlı filmi, anlık şiddet eğilimlerinin temelinde yatan huzursuzluk verici piskozları didikleyen hikayesiyle, hem olayın kendisini, hem de muhataplarını yargılamadan anlamaya çalışıyor. Doğru bir iletişim stratejisiyle yılın bol ödüllü ve adaylık sahibi filmlerinden birine dönüşmesi işten bile olmayan filmin, bittikten sonra insanın üzerine sinen bir ağırlık yarattığını söylemek mümkün. Melikşah Altuntaş