5 unutulmaz performansıyla: Olivia Colman

Yazı: Beyza Yıldırım

Kahkahasından şıp diye tanıdığımız Olivia Colman kamera önündeki varlığıyla, son yıllarda artan popülerliğiyle iyiden iyiye sinema anılarımıza dâhil oldu. Bir hikâye anlatıcısı olarak beyaz perdenin en zorlu malzemelerinden birini, oyunculuğu ters yüz eden Olivia Colman’ın; anne, dedektif veya kariyerine şimdiye dek iki kere sığdırdığı kraliçe gibi rollerle geniş bir spektrum çizmesi tesadüf değil. Yakın zamanda Wonka’da ve Kraliçe Elizabeth’e hayat verdiği The Crown final sezonunda gördük kendisini.

Yoldaki Wicked Little Letters ve Girl from the North Country’yi merakla beklerken, mütevazi yeteneğinin gösterisi olan karakterlerine bir mektup yazmak için oyuncunun filmografisinde dolaştık. Olivia Colman’ın bambaşka duygulara seslenen beş performansına dönüp dönüp bakmaya değer…


Leda Caruso

Film: The Lost Daughter (2021)

Hayatındaki en büyük risklerinden birini anne olarak alan Leda, kendisine tek kişilik bir tatil hediye ediyor. Karşılaşmalar, yüzleşmeler, geriye dönüşlerle dolu bir tatil bu. “Aile” denen virüs ile suçlamalardan eksik kalmayan kadınlığın bir araya geldiği annelik, hem duygusal hem de zihinsel olarak yorucu bir hâle geliyor. Leda ise bir kraliçe arı; tekinsizliğinden ödün vermeyerek dizginleri elden bırakmıyor. Film boyunca iki Leda izliyoruz; Jessie Buckley tarafından canlandırılan genç Leda, bir de Olivia Colman’ın stabil kalmayan şimdiki zamanına uyum sağlayan bir Leda. Olgun görüntüsünün altında kendi arayışlarında kaybolan, sıradan bir kadın. Özgürleşmeye çalışırken uzandığı güneşin altında bir yabancıyla yaptığı sohbette içini açmaktan, ağlamaktan çekinmeyen bir yanı var. Belki de filmin bir yerlere varmaktan çok, iç çekişlerle geçen yanı duygusal bir boşalımla sonlanıyor. Bir kitap uyarlaması olarak The Lost Daughter’ın, yazarın isteğiyle bir kadın tarafından beyaz perdeye uyarlanması gerekiyordu. Filmin her yanında etkisini hissettiğimiz kadınlar, zihnindeki pişmanlıktan uzak ama sürekli tetikte olan çalkantılı zihinlerine dâhil olmamızı sağlıyor.

Kraliçe Anne

Film: The Favourite (2018)

Kulaklardan gitmesi güç tizlikte sesiyle, histerik hâlleriyle ve tüm ihtişamıyla içine sığamadığı odasında girdiği krizlerle ikonik bir karakter Anne. Bazılarına bayağı gelebilir böyle bir kraliçe; çocuksu, yalnız ve yaralı. Hem de anaerkil bir şatoda, Büyük Britanya’da, kadınların yönettiği yasalarla… Anne, bir nevi kraliyetin bir temsili. Fakat temsil ettiği bu büyük yapı içinde insani yanını kaybetmek çok zor olduğu gibi, trajik geçmişini arkasında bırakmaya da henüz hazır değil. Birilerinin -veya sadece kadınların- desteğini almak, hayata tutunabilmek için ihtiyacını duyduğu bir şey. Olivia Colman’ın tam olarak kendisi olduğu Oscar konuşmasının bir vesilesi bu karakter. Fiziksel olarak role hazırlanması, kilo alması, gülünç bir aksan edinmesi de oyunculuğun hayatındaki yerini anlayabilmemiz için bir ipucu. Aynı zamanda The Lobster’dan sonra Yorgos Lanthimos ile ikinci işi; onun balık gözü mercekli kadrajlarında, çılgınlığına uyumlu bir hisle eşlik ediyor.

Hannah

Film: Tyrannosaur (2011)

Yabancı insanlara karşı ördüğümüz duvarların kalınlığıyla tanımlanırız bazen. Yüzündeki ifadeden ve ilk defa gördüğü bir insana dua ederek onu yaşamının bir parçası hâle getirişinden, Hannah’nın çok da katı sınırları olmadığını anlıyoruz. Sürekli aşağılamalara maruz kaldığı kocasına geliştirdiği edilgen direnciyle hayata tutunmaya çalışıyor. Hannah’yı ilk gördüğümüz andan itibaren onun şefkatli, anlayışlı ve inançlı biri olduğunu anlıyoruz. Dışarıdan bakıldığında takındığı -çoğu zaman sahte- gülümsemesi ve hoşsohbetiyle, sürdürdüğü ’’iyi durumlu’’ yaşamı arasında bir paralellik kurmak büyük yanılgı olur. Bedenen ve ruhen yaşadığı tam bir çöküntü durumunda, ’’Beni kaldırır mısın?’’ demek dışında kimseden bir şey istememiş gibi bir hâli var. Duygusal anlamda kaskatı arkadaşıyla tesadüfen karşılaşması sonrasında, verebileceği sevginin potansiyelini keşfediyor Hannah. Elbette daha sonrasında da o sevgiyi kime vereceğini. Olivia Colman’ın yeteneğinin bundan 12 sene önce radarımıza girmesi vesilesiyle de hatırlanası bir karakter Hannah.

Godmother

Dizi: Fleabag (2016-2019)

Tanışık olmalarından hareketle Phoebe Waller-Bridge’in Olivia Colman’ı düşünerek yazdığı bir karakter Godmother. İkiyüzlülük kelimesini hakkıyla yerine getirmiş, karma bir kişilik bu; ortama ve kişiye göre şekillenen, izlemesi keyifli bir duygu karmaşası adeta. Kanında bulundurduğu eser miktarda zorbalığı, pasif agresif laflarla ortaya koyarken ne kadar da inandırıcı görünüyor. Merhum arkadaşının eşiyle evlendikten sonra bir ölüm yıldönümünü ‘’Bu üzücü bir gün, ben şampanyayı getireyim.’’ sözleriyle anıyor Godmother. Kimliği hâline getirdiği sanatı cinsellikle birleştirdiği “Sexhibition”, onun bitmek bilmez övünç kaynaklarından biri. Üvey evlatlarını birbirine düşürmekten, babalarıyla ilişkilerine çomak sokmaktan ve çoğu kez onlara attığı küçümseyici bakışlardan keyif alıyor. Colman’ın kendine has güldürü malzemesini sezmesek, çok daha nefret edilesi bir karakter olurdu Godmother.

Godmother’ın da anıldığı Belki de mutluluk neye değil, kime inandığındır: Fleabag ve unutulmayacak karakterleri dosyasını tek tıkla okuyabilirsiniz.

Ellie Miller

Dizi: Broadchurch (2013-2017)

Broadchurch Karakolu’ndan Ellie Miller; dedektif çavuş, anne, eş ve iyi bir arkadaş. Kadın dedektif arşivinin unutulmaz örneklerinden. Bir davanın içine düşmeden önce, işini çok sevdiğini anladığımız ofiste görüyoruz onu. Davaya duygularını saklamayıp, hatta işin içine biraz kişisellik katarak baksa da işinin ehli. Sıcak, güvenilir ve şüpheci… Gözlerini en yakınına diktiğinde hakikat bulanıklaşsa da toz kondurulmayan aile yapısı hasar alıyor bahsi geçen davada. Yaşadığı karakter gelişiminin dizi tarihinde önemli bir yeri olmasında salt ele alınan dava değil, Colman’ın da payı büyük. Ellie’nin geçirdiği dönüşümde sarsılan güveni ve güçlenen şüphesi, hatırlanmaya değer nitelikte.

Bonus

İsmini sık sık duyduğumuz yapımlarda kısa görünümlerle bizi heyecanlandıran bir isim olması sebebiyle, Colman’ın en iyi cameolarını da bir hatırlayalım isteriz.

The Bear’ın ikinci sezonu geçtiğimiz yaz geldi, “Forks” isimli 7. bölümünde Şef Terry olarak karşımıza çıktı Colman. Bir yan hikâye olarak, dünyanın en iyi restoranlarından birinde geçici olarak çalışan Richie; bu restoranın şefi ve aynı zamanda sahibi ile tanışıyor. Bu kişi, başarı ve özveri timsali Terry’den başkası değil. The Bear’ın stresli atmosferinde, ünlü bir mutfağın işleyişine kıyasla, Terry oldukça hoş ve nazik biri. Richie ile sohbet ediyor, babasıyla ilgili bir anısını paylaşıyor ve en önemlisi insanlarla arasını iyi tutuyor.

Netflix’te üç sezonu yayımlanan Heartstopper’da, lise çağındaki Charlie’nin bir sıra arkadaşlığından doğan aşk hikâyesine tanık oluyoruz. LGBTİ+ olmak, yeme bozukluğu ve daha nice meseleyi yalın bir anlatımla gündeme getirmesinin dışında, buradan doğan zorbalıklara da bir bakış açısı yakalıyor dizi. Charlie’nin Nick’e olan ilgisi çok da yabancı hissettirmiyor ama Nick bir mutfakta annesine biseksüel olarak açılırken yaşanan duygular çok yeni. Kaygılı oğlu için potansiyel olarak zorlayıcı bir anı hafifleten, göz yaşartan bir tepkiyle dizinin en unutulmaz sahnelerinden birinin mimarlarından Colman’ın karakteri.

Peep Show’dan da bahsetmeden geçmek olmaz. Seneler süren uzun yolculuğu ile anlatısını bir durum komedisi ile yapan dizide, Mark Corrigan’ın biten evliliğinin öteki tarafı olan Sophie Chapman’ı canlandırıyordu Colman. Kaotik yaşamına serpiştirdiği “geek ve komik” mizacıyla, Mark’ın aynı şekilde kusurlu hayatına ara ara dâhil olan Sophie, mizahın Olivia Colman’a çok yakıştığını fark ettiğimiz ilk anlardan biri olabilir.