5 unutulmaz performansıyla: Emma Stone

Yazı: Zelal Buldan

Sinemanın büyülü evreninde bambaşka rollerde karşımıza çıkan, karaktere bürünürken inanan ve inandıran bir oyuncu Emma Stone. Bütün bu büyülü evrenin insan vücuduna bürünmüş hâli de denebilir. Filmografisini şöyle bir sallasak neler düşmez ki içinden?  Ne kostümler ne karakterler, ne hikâyeler…  Her rolünden aldığı renklerin birleşimiyle bir gökkuşağı misali hayranlıkla izletti kendini ve izlettirmeye de devam ediyor. Son filmi Poor Things ile Oscar’a bir kez daha En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde aday olması vesilesiyle Emma Stone’un unutulmaz performanslarına göz attık.

Olive Penderghast

Film: Easy A (2010)

Emma Stone’un oyunculuk yolculuğunun başlarına, 21 yaşına gidiyoruz. Yalnızca gerçeği söyleyeceğine yemin ettiği bir video kaydederek alıyor Olive bizi dünyasına. Söylediği küçük bir yalanının yayılışı eşliğinde bir liseye ulaşıyoruz. “Bekaret” başlığı altında birçok meseleye değinen hikâye boyunca Olive, filmin absürtlüğünde yeterince eğleniyor ve eğlendiriyor. Ailesinin abartı hareketlerine ayak uydururken, birinden hoşlandığını belli ederken ve hislerini gizlerken, duygudan duyguya koşarken, fazla empatinin getirdiği ağır yükün altında yavaş yavaş eziliyor. Yardım etmeyi alışkanlık hâline getirirken, bunun cezasını hiç hak etmediği biçimde dışlanarak çekiyor. Bir erkeğin alkışlarla uğurlandığı ânın diğer öznesi olan Olive’e ayıplayan bakışlar eşlik ediyor. Toplumun iki yüzlülüğü karşısında tökezliyor. Dine sığınıyor ve dinden kaçıyor. Başkalarına ulaşıyor ve uzaklaşıyor. Düşüyor ve kalkıyor. En klişeye varabilecek sahnelerin ardında dahi Olive’in farklı tepkileri izlenmeye değer oluyor. Emma Stone dışlanmış bir liseli genç kızın rengine bürünürken, Olive bize şu cümle ile eşlik ediyor: 

“Filmler size sadece şunu söylemez: Toplumdan dışlanmanın ne kadar berbat olduğunu. Haklı veya haksız.”

Abigail

Film: The Favourite (2018)

Bu kez kusursuz bir İngiliz aksanıyla çıkıyor karşımıza. Bütün ekibin içindeki tek ABD’li oyuncu olan Stone, verdiği röportajlarda bu konuda yaşadığı zorlukları esprili bir dille aktarmasa, bunu anlamamız pek de mümkün değil. Bir İngiliz sarayının içine çamurlar içinde giriyor Abigail. İş bulma umuduyla, sempatik gülümsemesiyle ve akrabalık kozunu kullanarak… İş arayışının çamurlu betimlemesi şu soruyla karşılık buluyor: “Çocukların oynaması için canavar olarak mı?” “Tabii, isterseniz olurum.” diye yanıtlıyor Abigail. Biliyoruz ki isterse olur. İçindeki canavarın ortaya çıkışını çok da saklı tutmuyor. Sarayın gözde hizmetçisi olmak isterken, Kraliçe Anne’i etkilemeye çalışırken; baş rakibi Lady Sarah’a karşı içindeki zehri akıtmayı ihmal etmiyor. Kendisini çamura bulayanları aynı çamura itiyor. Tuz ruhuyla sessizce çektiği acıları başkalarının hayatına savuruyor. Gözlüyor, gözlemliyor. Ustaca tırmanıyor kraliçenin güveninin basamaklarını. Hiç güven vermeyen o gülümsemesinin ardındaki hipnoz etkisi Kraliçe Anne’in odasını sararken, Lady Sarah ile arasındaki savaşın kazananı olduğuna o kadar inanıyor ki düşüşünün ardında bıraktığı çamuru göremiyor. Emma Stone bir sarayın içindeki iktidar savaşının rengine bürünürken, Abigail bunu şu sözlerle anlatıyor: 

“Güvensizdim. Bu benim ayıbım. Beni yok etmene seyirci kalamazdım. Bunu belki de senden öğrendim. Ama artık bitti, ben kazandım.”

Cruella de Vil – Estella

Film: Cruella (2021)

Herkese göre olmayan bir hikâyede, herkese göre olmayanların temsiliyle karşımıza çıkıyor Emma Stone bu kez. Yarısı siyah, yarısı beyaz bir saçla doğmuş bir bebek elbette ki fazlaca dikkat çekecek, normalin dışında büyüyecekti. “Ben kadınım, kükrememi duyun.” alıntısıyla kükreyerek büyüyor o da. Annesine daha az sorun çıkaracağı sözünü verse de bu sözü tutamıyor. Annesinin, dikkat çekmesin diye başına taktığı şapkasıyla hayatında ilk kez kendini ait hissettiği bir dünyaya adım atıyor Estella. Sonrasında bu adımı atmamış olmayı, o arabadan hiç inmemeyi, dikkat çekmemeyi çok dilemiş olsa da… Annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünerek büyüyor. Annesiyle gelmeyi planladığı Londra sokaklarında tanıştığı iki yeni arkadaşı, yeni ailesi oluyor. Saçlarını boyayıp normale yaklaşsa da hiçbir zaman normal bir hayatı olmuyor. Olmasını da istemiyor zaten. Sevmiyor “normal” kelimesini. Bir hırsızlık çetesinin masum ve tatlı kızı olarak büyürken, hayalini de aklından çıkarmıyor. İlk kez moda mağazasına temizlik çalışanı olarak girdiğinde, kendini göstermek için elinden geleni yapıyor. Moda tasarımcısı olma hayallerine ellerini uzatmışken, geçmişinden bir iz ile karşılaşıyor: Annesine ait bir kolye. Annesinin ölümünün gizemini çözmeye çalışırken, yasın beş aşamasına kendi maddesini ekliyor: İntikam. Uzun bir süre kutuda kapalı kalan Cruella karakteri tekrar peyda olarak Estella ile yer değiştiriyor. Aynı bedendeki Cruella ve Estella güçlerini birleştirerek, geçmişin intikamının peşinden gidiyor. Geçmişin aslında hiç de bildiği gibi olmadığını kükreyerek öğreniyor. Emma Stone; kırmızı elbisesi, üzerinde The Future yazan yüzü, çöp arabasından dökülen elbisesi, dalmaçyalı kostümüyle Cruella’nın rengine bürünürken, Estella onu şu sözleriyle tamamlıyor:

“Ben Estella değilim. 
Ben Cruella’yım.
Parlak doğmuş.
Kötü doğmuş.
Biraz da deli.”

Whitney Siegel

Dizi: The Curse (2023)

Bir reality şovun yeni evli sunucularından Whitney ile beraber Emma Stone’u oldukça sade görünen absürt bir dünyada, bir kot ve bir tişört ile buluyoruz bu sefer. Tasarladığı, ekosisteme uyumlu evler sebebiyle kendini bir “sanatçı” olarak tanımlayan Whitney’i bu yazıda bir sanatçı olarak tanımlamamak lanete dönüşebilir. Ailesi “gecekondu ağası” diye ünlenen Whitney, kan bağının getirdiği suçlamalardan sıyrılarak, yeşillerin kraliçesi olmak istiyor. Bunu yaparken iyi bir insan olma derdinden çok, herkes tarafından sevilmek istiyor. Bütün bir arayışı da sevgi üzerine oluyor. Bir reality şovun baş öznesi olması Whitney’in gerçek karakterine ulaşmamızı epey zorlaştırıyor. Üzeri örtülü, sahte, yalan bir karakterden kurtulması, kameralar kapandığında dahi mümkün olmuyor. Kameraların kapandığına da çoğunlukla inanmıyor Whitney. Her zaman dinlendiğini hissetmesi, gözlerin üzerinde olduğunu bilmesi, Whitney ile dünya arasına aynalı duvarlar örüyor. Tıpkı tasarladığı evlerdeki aynalar gibi sarıyor çevresini ona ait olmayan Whitneyler. Sahte bir dünyada kaybolurken sevilme ihtiyacına tutunuyor. Takıntı yaptığı sanatçı arkadaşı Cara, aslında tam da Whitney’in olmak istediği, aynada görmek istediği kişi. Cara’yı tasarladığı aynalı evlere hapsetmek için bütün gücüyle çabalıyor. 

Eşi Asher ise bütün bu özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biri. Sevginin konforlu alanı, bir süre sonra rahatsız edici olmaya başlıyor. Yavaş yavaş sorgulamaya başladığında ise bu ilişkinin bütün bu kameraların, sahteliğin, yapaylığın bölünmez bir parçası olduğunu fark ediyor Whitney. Aslında Asher, özgürlüğünün önündeki zincirin en büyük halkası. İlk kez bu reality şovu bitirmeye karar verdiği, Asher’a gerçek duygularını izlettiğinde inanıyoruz bu zincirin halkadan kopabilme ihtimaline. Asher ise gözlerini Whitney’in gözlerine dikerek geri dönüyor. Asher’ın iltihabının Whitney’in vücudundan pek de kolay çıkmaya niyeti yok. Asher’ın uzaya gönderilmesi için Whitney’in bütün bu aynalardan kurtulması, yepyeni bir yaşamda hayat bulması gerekiyor. Bir bebeğin çığlığıyla başarıyor bunu Whitney. Emma Stone, gerçekliğin hapsolduğu bir dünyanın rengini alırken, Whitney son bir gülümsemeyle ekliyor:

“Mükemmel değilim. Ama bu, mutluluğu hak etmediğim anlamına gelmiyor.”

Bella Baxter

Film: Poor Things (2023)

Bir tarafta taze ölmüş, teni daha yeni soğumaya başlayan, intihar etmiş bir kadın ve diğer tarafta, bu kadının karnında büyümekte olan bir bebek varsa ne yapmalı? Ne etmeli? Bu film bir Lanthimos dünyasında geçiyorsa çok da düşünmemeli. Bebeğin beynini alıp, ölü bedene yerleştirmeli.

Zihinsel ve biyolojik yaşı birbirinden farklı Bella… Günde 15 kelime öğrenebilen Bella… Öksüz Bella… Deney Bella… Zavallı Bella… Bir o kadar da meraklı Bella… Bella’nın evdeki başlangıcından dünyaya açılışında; karadan denize, coşkudan hüzne, dipten yükselişe olan yolculuğunda, eski benliğindeki hapisten özgürlüğe geçişinde baki kalan tek şey gözlerindeki merak oluyor. Bir çocuğun açık algısıyla yetişkin dünyasını merak ederken, istemediği hiçbir tadı ağzında bırakmamaya gayret ediyor Bella. Sevmediği bir yemeği olanca gücüyle tükürürken, zihninden geçeni tartmadan söylerken, hapsolduğu eski yaşamının bütün zincirlerinden kurtuluyor. Bir bebek beyninden taşıdığı travmaları yeni bedeninde birer birer suya döküyor. Denizin ortasında hapsedilmeyi reddediyor, denize karışıyor. Gördükleri karşısında ruhu yoruluyor. Gerçek dünyayı görüyor. Gördüğü bu dünyayı tanırsa iyileştirebileceğini düşünüyor. Öfke ve hayal kırıklığı ile tanışıyor. Özlüyor ve affediyor. Bütün bu yeni benliğinin ardında dahi geçmişine yakalanıyor. Hiç bilmediği, tanımadığı eski hâlini merak ediyor. Eski hâli, onu tutsaklığa çekmek üzere hazır bekliyor. Yeni Bella ise bu tutsaklığı kabullenmeyecek kadar farklı bir formda. Öksüz Bella… Deney Bella.. Zavallı Bella… Bir o kadar da özgür Bella… Emma Stone, bir maceraperestin şaşaalı kostümlerinin rengini alırken, Bella tutsaklık ihtimaline karşı şu cümleyi kuruyor:

“Beni kalbimden vurmanı yeğlerim.”