Ahmet Sesigürgil’e göre insan ilişkileri, görüntü yönetmenliğinin kilit noktası

Bant Mag. No:76 için çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz görüntü yönetmenlerinden bir kısmına ulaştık, yanıt alabildiklerimize mesleklerine ve bir sanat formu olarak sinematografiye dair sorularımızı sorduk: Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Bir proje teklifi geldiğinde ne gibi motivasyonlarla kabul ediyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Seyirci kimlikleriyle, bir filmin sinematografi çalışmasından ne gibi beklentileri oluyor? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

Ahmet Sesigürgil yanıtlıyor
“Görevimiz vizyonu anlamak, onu kavramlaştırmak, sonra pratiğe dökmek, iletişim kanallarını açık bırakarak tutarlı bir şekilde oluşabilecek boşlukları doldurmak ve imkân buldukça bunları daha da yükseğe taşımak.”

Filmografisinden kimi duraklar: Silsile (2014), Dört Köşeli Üçgen (2018), Atiye (2019), Alef (2020)

Lise ve üniversite yıllarımda üç temel ilgi alanına yöneldim. İlki hikâyecilikte ne ararsan; film, çizgi roman, edebiyat, tiyatro, opera, dans… İkincisi fotoğraf ve karanlık oda. Üçüncüsü ise takım sporlarına olan ilgim. İlk ikisini nereye bağlayacağım gayet açık sanırım, üçüncüsünün değerini ise büyüdükçe daha da anlar oldum. Takım oyuncusu olmak üretim hayatımın en temel ve gurur veren unsuru oldu. Kazanmak için çok çalışmak gerektiği bilgisi de cabası… Genç yaşta başlayan milli sporculuk ve akademik hayatın beni değişik ülkelere sürüklemesi ise bende “dünya büyük, ben çok ufağım” algısı yarattı. Bu da değişik kültür ve coğrafyaların parçası olma ihtiyacını, hatta saplantısını doğurdu diyebilirim. Sadece seyirci kalmamak aynı zamanda lokal olmak için de gittiğim yerin ekonomisinin bir parçası olmam gerektiğini genç yaşta anladım. Böylece 2001 yılında Amerika’ya taşındığımda yazar/yönetmen olmak isterken, negatif pozlayabildiğimi görenler beni kısa ve öğrenci filmlerine görüntü yönetmeni olarak atadı. Fotoğrafa, ışığa, kompozisyona hâkim olduğumu düşünüyordum. Ne var ki “action” dediklerinde sadece oyuncu değil, kamera da hareket etmeye başlayınca bir anda işin büyüsüne kapıldım ve mücadeleyi büyük bir coşkuyla kabul ettim.

Görüntü yönetmeni olarak benim temel besin kaynaklarım sırasıyla metin (çoğunlukla senaryo), yönetmenin getirdikleri (yaklaşım, bakış açısı, dert, talep ve niceleri) ve bütün bunların sahneleme sırasında oyuncular (belgeselde süje) tarafından mekânda nasıl şekilleneceği. Dolayısıyla yeni bir proje hayatıma girdiğinde de bu sırayla değerlendirme yapıyorum. Projeyi kabul edip, çalışmaya başladığımda da bu önem sırasını gözetmeye çalışıyorum. Burada çok ince ve öğrenmesi uzun zaman alan nokta ise bu saydıklarımın yazar, yönetmen, oyuncu ve benim dışımda diğer nice faktörlere bağlı olduğu. Yani kafanızda kurduğunuzu lensin dibine yansıtmak, oradan da kazasız belasız editörün bilgisayarına kavuşturmak, hatta oradan da seyircisi ile sizin niyet ettiğiniz şekilde buluşturmak için sürece dâhil olan herkesle ilişkinizi ve iletişiminizi çok kuvvetli tutmanız gerekiyor. Yapımcının, yönetmenin, oyuncunun, sanat yönetmeninin size sonsuz güven duyduğu ve desteğini verdiği… Yardımcı yönetmenin binbir derdi arasında size o saatte orada olma imkânı sağladığı… Teknik ekibin tamamen konsantre bir şekilde orada, o anda olduğu bir durumda; tam ışık giderken resme sizin isteğinizle sinsice girmiş jeneratör veya karavanların 15 dakika içinde yok olması gerektiğinde, size yardımcı olabilecek tek şey kalıyor: İnsan ilişkileriniz. İletişimden kastım ise hazırlık aşamasının ilk gününden, projenin post prodüksiyonun son gününe kadar niyet ve metodlarımızı birbirimize açık ve net bir şekilde iletmemiz aslında. Sonuçta, film gibi çok insanın elinin değdiği üretim ortamlarında şapkadan tavşan çıkarmadan önce herkese bıçaklarını saklamalarını söylemek iyi fikir olabilir.

Yönetmen ve görüntü yönetmeni ilişkisi ve bu ilişkideki görüntü yönetmeninin görev tanımı konusundan da bahsetmek isterim. Bu bana biraz romantik bir ilişkide iki kişinin rollerini tanımlama çabası gibi geliyor ve takdir edersiniz ki bu dipsiz bir kuyu olduğu gibi indirgeme ve genellemelerle dolu olacaktır. Teknik bilgisi çok gelişmiş, kameradan, lensten, ışıktan tam olarak ne beklediğini bilen ve bunu hece hece anlatan yönetmenler olduğu gibi, işin tekniğiyle hiç ilgilenmeden karakter ve dramasıyla saplantı derecesinde kendini tüketmiş ve teknik hiçbir şey konuşmayı tercih etmeyen yönetmenler de var. E bu ikisinin arasında mesleğini icra eden sonsuz sayıda başarılı yönetmenin de olduğunu biliyoruz. Ekip başları ve ekipler olarak bizim görevimiz vizyonu anlamak, onu kavramlaştırmak, sonra pratiğe dökmek, iletişim kanallarını açık bırakarak tutarlı bir şekilde oluşabilecek boşlukları doldurmak ve imkân buldukça bunları daha da yükseğe taşımak. Bunca disiplini bir arada içinde barındıran bir mesleği icra ederken bunu formülize etmek çabasına kendi adıma katılamıyorum.

Çağımızda, filmcilik veya hikâyeciliğin ucundan bucağından bir dalıyla uğraşan bizlerin herhangi bir konuyla ilgilenmeme lüksümüzün olmadığına inanıyorum. Sanat, edebiyat, müzik, fotoğraf, dramaturji buz dağının görünen bölümü. Mimari, sosyoloji, psikoloji, felsefe, moda, ekonomi, fizik, hatta trendler ve bunun gibi hayatla direk bağlantılı birçok alan konusunda eğitimli bir bakış açımız olmalı. Yoksa korkarım seyirci ile sağlıklı ve devamlı bir ilişki kuramayabiliriz. Modern ve vahşi ekonominin temel kuramlarından birine göre istediği kadar büyük ve kârlı olsun, bir şirket büyümeye devam edemez, sabit kalırsa, yok olur. Görüntü yönetmenleri de istedikleri kadar havalı olsunlar, öyle kalmak istiyorlarsa kendilerini her alanda geliştirmekle sorumlu olduklarına inanıyorum.

Açıkçası bir seyirci olarak da bir görüntü yönetmeni olarak da sanatsal, ticari, deneysel, bağımsız veya nasıl kategorize edilirse edilsin hiçbir projeye farklı yaklaşmadığımı düşünüyorum. Görüntü yönetmeni olarak her seferinde, yönetmenle beraber bize verilen metne hizmet etmeye çalışıyoruz. O lensi, o anda, o ışık şartlarında, oraya götürmeye çalışıyoruz. Verilen imkânların, beklentilerin, oluşan engellerin boyutları çok farklı da olsa dertler aynı, çözümler çok benzer, çözme arzusu eşit. Bunca yıldır bir şeyler çekiyorum, çirkin gözükmesini istediğimi bilirim ama kötü gözükmesini hiç istemedim. Ayrıca ekip, ekipman ve destek arttıkça daha etkileyici şeyler yapabileceğini düşünürken hantal kalıp fırsatları kaçırabiliyorsun. Bazen de alet edevat işe yarıyor, hem etkileyici oluyor hem de hikâyeye hizmet ediyor. Birini, diğerinden ayırmak bu yüzden benim için zor. Seyirci olarak da öyle; bazı müze enstalasyonları (Matthew Barney’den Cremaster serisi) sinematografik olarak mega bütçeli stüdyo filmlerinden daha etkileyici ve “pahalı” gözüküyor bana. Soderbergh, Fincher, Sorrentino gibi yapımcı/yönetmenlerin hem projeler dâhilinde hem de projeden projeye spektrumlarının genişliği benim için yukarıdaki kategorizasyonu manasız kılıyor. Kendi adıma çok çok iyi zaman geçirerek ve hayran kalarak izlediğim Lars Von Trier, Gaspar Noé, Michael Haneke gibi yönetmenlerin ise ticari veya en azından popülarite kaygılarının olmadığını aklım almıyor bir türlü. Son dönemde çekilen belgeseller teknik olarak filmlerden daha iyi gözükebiliyor. Yani yalın, güzel hikâyeciliği veya seveceğim sinematografiyi belli bir yerde aramıyorum.

Negatifi özlediğimiz doğrudur. Dijital-negatif savaşının bir savaş olarak yaşanması gerçekten çok ama çok üzücü. Olması gereken tabii ki ikisinin de hayatlarına ve gelişimlerine devam etmesi olurdu. Ne yazık ki, içinde yaşadığımız sistem ve onun üretim politikaları sadece ama sadece maksimize olmaya programlandığı için içinde romantizme hiç ama hiç yer yok. Bunca lafa şunu da eklemeliyim ki dijital resim elde etme teknolojisinin ve yeni nesil lenslerin gelmekte olduğu yerlerden inanılmaz heyecanlanıyorum. Bugün ikisinden birini eşit şartlarda seçme şansım olsaydı seve seve test çeker, hangisinin kafamızdakine daha yakın sonuç verdiğine bakardım.

Mesleki anlamda baba gibi gördüğüm Gordon Willis, Sven Nykvist, Harris Savides gibi isimlerin yanı sıra Darius Khondji, Emmanuel Lubezki, Hoyte van Hoytema ve tabii ki Roger Deakins gibi isimleri söylemeden sinematografiden bahsetmek benim adıma zor. Daha özel bir yerden ise David ve Albert Maysles kardeşlerin ve William Klein’ın göstermeci belgesellerini belirtmek isterdim. Karakter odaklı kalırken, planın içinde daha çok hikâye ve üstüne üstlük daha iyi resmi aynı anda ararken bu insanların işleri, birer film okulu gibi.

Ahmet Sesigürgil’in yanı sıra A. Emre Tanyıldız, Barış Aygen, Deniz Eyüboğlu, Feza Çaldıran, Gözde Koyuncu, Hayk Kirakosyan ve Orçun Özkılınç’ın yer aldığı 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk dosyasının tamamını okumak için buradan Bant Mag. No:76’ya ulaşabilirsiniz.