Aklımdakiler: Kurak Günler ve Emin Alper

Hazırlayan: Merdan Çaba Geçer - İllüstrasyon: Sadi Güran

Dünya prömiyerini 75. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünde yapmasının ardından çeşitli Türkiye festivallerini arşınlayan, her gösteriminde yoğun bir ilgiye mazhar olan, aylardır sosyal medyanın başat konuları arasındaki Kurak Günler nihayet vizyonda. Politik duruşundaki keskinlik ve meselesini ele alma biçimiyle daha uzun yıllar konuşacağız gibi duran bu Türkiye alegorisi; Tepenin Ardı, Abluka ve Kız Kardeşler‘in ardından Emin Alper filmografisinin son durağı.

Susuzluğun kök söktürdüğü bir kasabada, yer altı sularının aşırı tüketimi sonucu dört bir yanda beliren obruklardan birinin önünde açılıyor Kurak Günler. Yanıklar kasabasına yeni tayin olmuş savcı Emre (Selahattin Paşalı), yozlaşmışlığın ayyuka çıktığı bu yerleşim yerinde oyunu diğerlerinin kurallarına göre oynamayı reddediyor ve gittikçe karşısına daha fazla insanı aldığı, gerilimin sürekli tırmandığı, bitmeyecek gibi duran bir kâbusun içinde buluyor kendisini. Yargısız infaz, iç kemiren şüphe ve Ali Cengiz oyunlarına homofobi de dâhil olunca; karakterin akıbetine dair hop oturup hop kaldıran, nefes nefese bir sinemasal deneyim içinde buluyoruz kendimizi.

Yaşanan son gelişmelerle; filmin kâbus intibası yaratan atmosferinin, içinde bulunduğumuz gerçeklikte ne kadar güçlü karşılık bulduğuna, iktidar mekanizmasının kendinden olmayana tahammülsüzlüğüne, ayrıştırmanın geldiği boyuta bir kez daha şahit olduk. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, senaryonun ilk taslağıyla başvurulmasının ardından dört yıl, tüm değişiklikleri içeren nihai hâlini teslimden 20 ay geçtikten sonra, Kurak Günler‘e verdiği finansal yapım desteğini -bahsi geçen değişiklikleri bahane göstererek- geri çekti. Bu noktada, Sinema Destekleme Fonu’nun sinema seyircilerinin aldıkları biletlerden kesilenlerle, yani hepimizin vergileriyle oluşturulmuş bir havuz olduğunu hatırlamak mühim. Alınan keyfi karar filmin politik duruşuna karşılık bir cezalandırma biçimiyken, ekibe verilebilecek en büyük desteğin Kurak Günler‘i sinemalarda izlemekten geçtiği de çok açık.

Kurak Günler‘in vizyon yolculuğunun başlaması vesilesiyle Bant Mag. ve farklı disiplinlerde üreten konukları olarak Emin Alper’in kapısını çaldık; filme ve kendisine dair aklımızdaki sorulara cevap aradık.

Bant Mag. soruyor

Diğer Emin Alper filmleriyle mukayese ettiğinde, Kurak Günler filmografinin neresinde duruyor? Bu sefer neler farklıydı senin, motivasyonların, üretim pratiklerin adına?

Açıkçası çok da farklı bir yerde durmuyor benim açımdan. Motivasyon itibarıyla bakacak olursam, belki de güncele dair bir şeyler söyleme isteğinin en baskın olduğu filmdi bu. Diğerlerinde de her ne kadar politik laflar üretmeye çalışmış olsam da duygusal olarak günümüze ve yaşadığımız âna en yakın film buydu. Bunun dışında ne hikâye olarak ne de üslup olarak çok ayrıksı bir yerde durduğunu söyleyebilirim. Yaratmaya çalıştığı karabasan atmosferiyle bir anlamda Abluka’nın devamı gibi aslında Kurak Günler. Daha önceki filmlerimde de hep tür sineması unsurları vardı. Belki diğerlerinde daha az, daha belirsiz ve belki bunda çok daha güçlü bir biçimde ama hep vardı. Zanaat açısından ise kendimi daha çok geliştirmiş olabilirim bu filmde. Sinemada tecrübe gerçekten çok önemli. Öğrendikçe daha çok şey denemek ya da daha cüretkâr olmak istiyorsunuz. Ve tabii yapım anlamında da daha büyük bir iş bu, diğerleriyle kıyaslandığında. Kısacası bir tür olgunlaşma hissediyorum bu filmle birlikte ama bizim için her film bitmeyen bir kavga. Tümüyle huzurlu bir biçimde bir filmi bitirmek imkânsız gibi. O yüzden aradan aylar geçtikten sonra tekrar değerlendirmem gerek bu filmi.

Gösterildiği Türkiye festivallerindeki izlenimlerimizden söyleyebiliriz ki Kurak Günler, seyirciden belki de en güçlü reaksiyonları alan Emin Alper filmi. Salonlarda kolektif bir coşku yarattığını, soru – cevap bölümlerinde ekibe olan geri dönüşlerin de bir o kadar coşkulu olduğunu gözlemlemek mümkündü. İzleyenlerin sıkça tekrarladığı yorumlardan biri “böyle bir filme ihtiyacımız olduğu” yönündeydi. Kurak Günler’in -vizyon öncesi gösterimlerinde- böylesine etkili bir karşılık bulmasını nelere bağlıyorsun?

Evet, bu benim için de şaşırtıcıydı. Seyirciyi bu kadar çok içine alması ve hatta sonlara doğru neredeyse katartik bir etki yaratması, benim de açıkçası çok beklemediğim bir şeydi. Fakat çıkan yorumlardan şunu anlıyorum ki aslında benim ilk niyetim, yani “yaşadığımız politik boğuntu hissini bir şekilde perdeye aktarmak” isteği hedefine ulaşmış. Ne kadar dolaylı da olsa yaşadığımız gerçekliğe dair bir şeyler söylenmesine gerçekten seyircinin çok ihtiyacı varmış. Bir de filmin çok sürükleyici olmasının, tür ögelerine yaslanarak seyirciyi kolaylıkla içine almasının da bu yaşanan etkide bir payı olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Otoriter popülizm ve sağ siyaset dünya sahnesinde yükseldikçe, hükümetlerin homofobiyi bir devlet politikası hâline getirme çabasına daha fazla tanık olmaktayız ne yazık ki. LGBTİ+’lara karşı yapılan nefret yürüyüşüne RTÜK’ün kamu spotlarıyla insan çekilmeye çalışılması, yakın geçmişten akla ve vicdana sığmayan bir örnek. Aralarında cinsel gerilim vuku bulan iki erkek karaktere ve onları hedef tahtasına oturtan ikiyüzlü ahlaka anlatıda yer verme sebebinden biraz bahsedebilir misin?

Tam da açıkladığınız nedenlerle bu filmde yer verdim homofobi eleştirisine. Otoriter popülistler, siyaseti tümüyle manipülasyon taktiklerine indirgemekte çok başarılılar. Sadece insanların kısa vadeli ihtiyaçlarını sömürerek oy avlamayı başarmıyorlar; aynı zamanda çoğunluğun önyargılarına oynayarak, çoğunluğu azınlığa karşı kışkırtarak yahut azınlıkların varlığı ya da haklarını kazanmasını çoğunluğun var oluşuna yönelik bir tehdit gibi sunarak iktidarda kalmayı başarıyorlar. Bu anlamda otoriter popülist iktidarların hemen hemen her yerde homofobiyi bir devlet politikasına dönüştürmeleri tesadüf değil. Bir de tabii kapalı toplumlarda, muhafazakar erkek cemaatlerinde buna eşlik eden ve halk tabanında yaygın bir ikiyüzlülük var. Eşcinsel ilişkilere giren pek çok erkeğin gündelik hayat ideolojisinde homofobiye sıkı sıkıya sarıldığını duyduklarımızdan, gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdan çok iyi biliyoruz. Son yıllarda homofobisiyle meşhur, son derece “erkek” bir partinin yöneticilerinin eşcinsel ilişkilerinin ortaya çıktığına tanık olduk birkaç defa. Bu işin politik yanı. İki karakter arasına homoerotik bir gerilim ekleme fikrini, Emre’yi de derinleştirme fırsatı tanıdığı için sevdim. Bütün bu soruşturma süreci Emre için de bir kendini arayış süreci. Suçluyu arama sürecinin bir şahsi arayışa dönüşmesi ve bu ikisinin iç içe geçmesi; filmin, karakterin kendi suçluluk ihtimalinden gizli arzularının keşfine uzanan bir arayış ve olgunlaşma hikâyesine evrilmesi, benim için sanatsal açıdan da heyecan vericiydi.

Kurak Günler’i nispeten en fazla umut taşıyan işin olarak betimlemiştin. İçinden nasıl çıkacağımızı çözmeye çalıştığımız bir suç döngüsünde, manipülasyonun ve gaipten düşman yaratmanın strateji biçimi hâline geldiği bir linç ve şiddet kültürü peşimizdeyken, o devasa “obrukların” öteki tarafına geçebilmek için ihtiyacımız olan ne sana göre?

Filmin yine oldukça karanlık bir tarafı olduğunu ve karamsar tonunun oldukça yoğun olduğunu eklemem lazım. Ama evet yine de umudun olduğunu ve bu umudun da mücadeleyi sürdürmekte yattığını ima ediyor nihayetinde film. Ben de aynı şeyi söyleyeceğim. Sabırlı, inatçı ve mücadeleci olmak. Dayanışmayı hayatımızdan asla eksik etmemek. Yapmayı çok sevdiğimiz gibi “küçük farkların narsisizmi”nden cezbolup, birbirimizle kavga etmek yerine dayanışmak ve yine filmin finalinde söylemeye çalıştığım gibi yan yana durmak…

Ayfer Tunç soruyor

Domuzlar, fareler, obruklar, susuzluk, yakıcı bir güneş, hatta kasabanın adı olan Yanıklar… Kurak Günler’i unutulmaz bir film hâline getiren bu unsurların hepsi birer metafor olarak okunabilir. Ama Emin Alper metaforların gücüne ve anlatımda sağladığı kolaylığa sığınmayı seçen bir sinemacı değil. Aksine, bence Emin gerçeği öyle bir işliyor ki gerçeğin kendisi metafor hâline geliyor; obruklar gibi, fareler ve domuzlar gibi… Kurak Günler’in gücü Emin’in öz/biçim uyumunun çağdaş bir örneği olarak niteleyebileceğim sinema dilinin yanı sıra, işlediği gerçeğin tartışılmaz inandırıcılığından, gerçekliğe ilişkin hiçbir şüphe yaratmadan açılarak katlanan hikâyesinden kaynaklanıyor. Sormak istediğim şey şu: İzlerken ürperdiğimiz bu homofobik nefret hikâyesini köpürtürken, Emin Alper içsel ve dışsal hangi kaynaklardan yararlandı? Kendi gerçeğiyle yüzleşmemek için bin dereden su getiren, ikiyüzlülüğü norm hâline getirmiş bu toplumun bir sanatçı bireyi olarak bilinç dışında ne türden hikâyeler yuvalanmış olabilir? Hikâyesini yapılandırırken kullandığı edebi veya sosyal, tarihi kaynakları neler oldu?

En dolaysız içsel kaynak, yaşadıklarımız herhâlde. Memleketin yakın tarihinde tecrübe ettiğimiz deneyimler: Sivas Katliamı, ne zaman nerede nasıl karşımıza çıkacağını bilmediğimiz irili ufaklı linçler, toplumsal histeriler, OHAL döneminin üzerimize saldığı terör ve rutinleşen cadı avları. Üzerimize karabasan gibi çökmüş tüm bu kolektif nefret hikâyelerinin kafamızda bıraktığı tortu, en temel hareket noktası herhâlde. Gerisi bu deneyimi yansıtmak için yola çıktığımda bana yol gösteren, ilham veren filmler, romanlar, öyküler. Gotik Amerikan edebiyatının hoşgörüsüzlük hikâyeleri, Flannery O’Connor ve William Faulkner’ın yazdıkları mesela. Bu edebiyata büyük ölçüde yaslanan, ırkçı Güney’in fanatik ve dar görüşlü kasaba siyasetinin resmedildiği Amerikan filmleri (Bad Day at Black Rock, The Crucible)… Ve tabii ki ikiyüzlülük anlatısı deyince benim için önemlerini hep vurguladığım, yerli edebiyatımızın, hakkı hep az teslim edildiğini düşündüğüm Kemal’leri: Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Orhan Kemal. Yaşar Kemal’in ânında dönüp güçlünün yanında yer alıveren, kapılandığı patronunu koltuklayıp gaza getirmeyi seven karakterleri, iki gün önce yücelttiklerini iki gün sonra yere batıran, yarattıkları sahte öfkelerle linççi güruhlara dönüşen kalabalıkları… Kemal Tahir’in işini her zaman bilen, hesapçı, ikiyüzlü köylü kurnazları… Orhan Kemal’in her zaman yağ gibi suyun üzerine çıkıvermeyi bilen kan emici kâhyaları, ustabaşları… Bu yazarların üzerimdeki büyük etkisini inkâr edemem. Son olarak tarihçi kimliğim sayesinde okuduğum ve ayrıntılı nüfuz etme fırsatı bulduğum, yakın tarihin dehşet verici kötülük sahnelerinin üzerimde bıraktığı derin etkiden bahsedebilirim. Bu tarihsel anlatılar bana hep “İnsan nasıl bu kadar kötüleşebilir?”, “Kötülük nedir?” ve bu denli büyük kötülüklerle karşılaştığında “İnsan bunlarla nasıl başa çıkar?” gibi sorular sordurttular.

Burcu Aykar soruyor

Taşraya gelen aydın, erilliğini kaybetmiş ya da hiç kazanamamış “züppe figürü”ne yeni bir yorum gördük Kurak Günler’de. Öncelikle bu figür için edebiyat ve sinemadan ilham kaynaklarını merak ettim. Taşra sıkıntısının mekânla tanımlanmanın ötesine geçtiği, hayatı bir taşra olarak yaşadığımız, daralma hissinin tüm bir coğrafyaya yayıldığı şu günlerde, bu yeni temsil nefes alma imkânı tanıyor izleyenlere. Bunda, didaktik bir çözüm önerisi değil ama bir tutum önerisi olarak gördüğüm, filmin sonunun etkisi büyük elbet. Baştan beri böyle bir son muydu aklındaki, nasıl vardın buraya, başka sonlar da yazmış mıydın?

Taşraya gelen aydın hikâyesi neredeyse bir alt tür oluşturacak kadar yaygın edebiyatımızda. Üstelik sadece bizim edebiyatımızda değil, Rus edebiyatında da karşımıza çok çıkan bir tema bu. Çehov’un pek çok hikâyesi idealist duygularla kasabaya gelip yavaş yavaş taşranın yozluğuna, bürokrasinin tembelliğine ve hantallığına teslim olan memur karakterleriyle doludur. Bizde de Cumhuriyet döneminden başlayarak modernleştirici aydın ve onun karşısına gericiliği, muhafazakarlığı, hurafe ve hoşgörüsüzlüğü temsil eden imam, din adamı, yerel eşraf ittifakını çıkaran hikâyelere bolca rastladık. Belki de Kurak Günler bu çatışmanın bir modern zaman versiyonunu sunuyor. Emre türün yaygın örneklerinde gördüğümüz gibi idealist bir modernleştirici değil. Onun için kasaba, zorunlu hizmette birkaç sene katlanılarak arkada bırakılacak bir mecburi ara mekân. Klasik anlatılardaki idealist tipin aksine eril bir figür ya da erkeksi bir kadın değil; cinsel kimliği konusunda karmaşa yaşayan, savcılık pozisyonun temsil ettiği erkeksi iktidara tam olarak uymayan biri. Karşısında da artık yeni bir düşman var. Homofobik ve azınlıklara karşı önyargıları kaşımayı seven bir otoriter popülist siyasetçi bloğu ve onların mobilize ettiği proto-faşist bir yığın… İlham kaynaklarımdan biri olan Henrik Ibsen’ın Bir Halk Düşmanı oyununu da anmalıyım burada. O hikâye de kökeni belki ta Sokrates’in Ölümü’ne giden tanıdık bir hikâyeye dayalı: Dürüst ve insanların iyiliğini isteyen aydın tipinin, popülist politikacılar ve halk tarafından şeytanlaştırılması. Dolayısıyla hikâye genel çerçevede arketiplere yaslansa da onları yeniden yorumlarken, karakterlerin psikolojisini ele alırken, tür sinemasının unsurlarını kullanırken vs özgünleşmeye çalışıyor.  Filmin finaline gelince… Birden fazla alternatif final vardı kafamda. Aslında temel olarak iki final vardı ve ikisini de çektik. İkinci final de tam olarak umutsuz bir final olmasa da biraz daha sarkastikti. Nihayetinde kurguda bu finale karar verdim.

Harun Tekin soruyor

Kurak Günler’in belli yanlarının kimilerince fazla doğrudan, kimilerince fazla örtülü; kimilerince fazla cüretkâr, kimilerince fazla utangaç; kimilerince fazla gerçek kimilerince de fazla fantastik bulunması, bana hiçbir mahalleye ait olmayan ve kendi sözünü kurmakta ısrar eden bir yönetmenin bir sürü zor şeyi aynı anda başarmasının bedeli gibi görünüyor. Bu yoruma dair kanaatin nedir ve filmin yolculuğunda seni en çok zorlayan şey ne oldu?

Açıkçası birbirleriyle çelişen yorumlar duymaya o kadar alıştım ki daha önceki filmlerimden, o yüzden kendi bildiğini okumak dışında çıkar bir yol var gibi gözükmüyor. Bu filmin senaryo aşamasında da kaba kurgusunun önizleme süreçlerinde de benzer bir biçimde birbiriyle taban tabana zıt yorumlar duydum. En nihayetinde bunları kendi süzgecimden geçirip nihai kararlarımı verdim. Böylesi farklı yorumlara mazhar olmak daha çok benim başıma gelen bir şey mi yoksa her yönetmen yaşıyor mu, emin değilim. Ama eğer ben daha çok yaşıyorsam, bunun sebebi belki “politik” olma biçimimden kaynaklanıyor. En başından itibaren politik bir söz söylemeye ama bunu söylerken de mümkün olduğunca doğrudan ve didaktik olandan kaçınmaya çalışıyorum. Bu hassas dengenin herkesi memnun etmesi mümkün değil galiba. Kimisi daha sert ve doğrudan politik mesaj istiyor, kimisi ise çok daha örtük kalmasını bekliyor. Bir de işi daha da güçleştiren bir şey var; sanırım o da daha karmaşık, daha çok katman ve yan hikâye, daha çok karakter barındıran, biraz daha zor hikâyeler yazmayı sevmem. Hikâyeniz ne kadar sadeyse, ne kadar az konuya odaklanıyor ve ne kadar az karakteri takip ediyorsa o kadar az risk alıyorsunuz demektir. Minimal sinemanın geleneksel sadeliğiyle hiç çok barışık olmadım. Hatasız, tartışmasız sade öyküler yerine tartışmalı, tereddütlü, yer yer kusurlu ama çok daha karmaşık öykülerden etkilendim. Kusurlu büyük eserler deyince aklıma hep Dostoyevski gelir. Yaşlandıkça da üstelik daha çok gözüme batan kusurlar bunlar ama her şeye rağmen benim için Dostoyevski hep önemli bir ilham kaynağı. Kısacası üzerine çok tartışılan ve hatta kavga edilen bir film yapmayı, sessizce çıktığınız ve sadece “güzel” deyip sustuğunuz bir film yapmaya tercih ederim.

Berkay Ateş soruyor

Kısa filmler, sonra kendi filmlerin derken yakın zamanda başka yönetmenlerin filmlerinde de kendini gösteren oyunculuk kariyerini ilgiyle takip ediyorum. Peki kendi yazdığın hangi karakteri oynamak isterdin, neden? Ayrıca dünya sinemasında da şu karakteri oynamak heyecan verici olurdu dediğin bir rol var mı?

Biliyorsun üniversite yıllarında kısa süreli de olsa oyunculuk yaptım. Sinemaya tiyatrodan geçtim sayılır bir bakıma. Fakat oyunculuğu bırakırken kafam o kadar netti ki daha sonra hiç tekrar oyunculuk yapmak, oyunculuğa tekrar dönmek istemedim. Sadece filmlerimde küçük ama iyi oyunculuk gerektiren yerlerde, bu tip rollere oyuncu bulmak çok zor olduğu için kendimi kamera önüne atıyorum. Arkadaşlarımın da benzer sıkıntılar çektiğini bildiğim için onlara zaman zaman destek attım. Fakat oyunculuk kariyerimin giderek yönetmenliğimin önüne geçmeye başladığını fark ederek bunu bıraktım.:) Artık sadece kendi filmlerimde oynayacağım. Elbette ki zaman zaman kendi filmlerim üzerine çalışırken, audition’a hazırlanırken kendimi bazı karakterleri oynarken buluyorum. Fakat genelde audition sırasında profesyonel oyuncuların benden daha iyi oynadıklarını görüyorum. En azından benden daha iyi oynayanlarda karar kılıyorum! Kendi karakterlerimi belli sahnelerde oynamak istediğim oldu ama hiç baştan sona oynamayı düşünmedim açıkçası. Abluka’da büyük kısmı kurguda giden meyhane sahnesinde hem Kadir’i hem Ahmet’i oynamak istedim mesela. Neyse ki siz benden çok daha iyi oynadınız. Başka filmlerde hangi karakteri oynamak isterdim diye düşününce… There Will Be Bloodda Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı Daniel Plainview karakterini oynamak isterdim. Daha aşağısı kurtarmaz.:)

Gaye Su Akyol soruyor

Filmlerinde ve karakter olarak sende en sevdiğim şeylerden biri, karanlık ve depresif anlarda beklenmedik şekilde gerçeği yırtıp atan mizahi ve kinayeli tarafın. Bu bence çok değerli bir özellik, bunun köklerini merak ediyorum ve cevabının bir kısmının ilham aldığın şeylerde gizli olduğunu düşünüyorum. Bize dönüp dönüp kendini karşısında bulduğun, sana ilham veren, önemli dönüm noktalarına eşlik etmiş beş yapıtı ve sendeki karşılıklarını paylaşır mısın? (Sinema, edebiyat, resim, müzik ya da herhangi bir şey…)

Artık hayatımın en önemli yapıtlarından oluşan listeler yapamayacak kadar yaşlandım galiba. Yaklaşık 30 yıldır bilinçli bir şekilde okuyorum, izliyorum ve dinliyorum. Bir dönem çok etkilendiğin bir eser tekrar okununca ve izlenince aynı etkiyi bırakmıyor. O yüzden o listeleri oluşturmadan önce hep bir tekrar izlemek isteği uyanıyor artık bende. Ama elbette ki gençlik yıllarımdan beri en azından hafızamda peşimi bırakmayan ve hatırasıyla beni çarpan işler var. Leos Carax’ın Mauvais sang filmini sözgelimi onlarca kez izledim gençliğimde (Korkumdan yakın zamanda hiç izlemedim ama). Liliana Cavani’nin Il portiere di notte filmi beni hep çok etkilemiştir. Aslında soruna genel bir cevap vermekten ziyade bahsettiğin mizah konusundan yaklaşarak cevap vermem çok daha kolay galiba. Tam da bu bahsettiğin şekilde, en karanlık anlarda mizah yapan yahut o karanlığı mizaha çeviren yazarları çok seviyorum ve o mizahtan gerçekten çok etkileniyorum. Bu yazarların başında Gogol geliyor. Onun, Bir Delinin Hatıra Defteri’ndeki mizahına bayılıyorum ve dönüp dönüp tekrar okuyorum. Bu eserden ilhamla yazılmış iki büyük eser, Dostoyevski’nin Öteki ile Yeraltından Notları’nı ve benzer bir kara mizah tonunda yazılmış kimi öykülerini de her seferinde sıkılmadan okuyorum. Başka ilham kaynaklarım da var: Herman Melville’in Katip Bartleby’si, çok geç keşfettiğim Jaroslav Hašek’in mizahı, yine yakın zamanda keşfettiğim Robert Walser’ın Jakop Van Gunten adlı tuhaflığı…

Melikşah Altuntaş soruyor

Emin, bugüne kadar beyazperdede izlediğimiz tüm filmlerin sana ait özgün senaryolardı. Acaba hiç kalbinde yatan bir roman uyarlaması fikri var mı? Türkiye veya dünya edebiyatından toplam üç tane roman adı verebilir misin mesela, “Üşenmeyip şunlardan uyarlama filmler yapsam keşke hayatımın bir döneminde” diyebileceğin. Neden üşenmek bahanesini kullandım ben de bilmiyorum…

Uyarlama söz konusu olunca The Distinguished Citizen filmindeki Nobel ödüllü edebiyatçının romanını uyarlamak isteyen yönetmene söylediği söz geliyor hep aklıma: “O hikâye yazıldı, başka bir tane bul”. Şaka bir yana uyarlama yapmaktan beni alıkoyan şeylerin başında, düzyazıda yazarın dille yakaladığı ve bol bol da kullandığı derinleşme imkânlarını sinemada hakkıyla kullanamamak korkusu geliyor. Yine de tabii ki arada kafamdan geçirdiğim uyarlama niyetlerim oldu. Coetzee’nin Michael K. Nasıl Yaşadı romanı bunlardan birisidir mesela. Bir iç savaş ortamında kendini açlığa mahkûm ederek oradan oraya dolanan bir karakterin hikâyesini çekmek çok güzel olurdu diye düşündüm uzun süre. Alice Munro’nun hikâyeleri bende nedense bir uyarlama isteği uyandırıyor. Onun pek çok hikâyesini ele almak ya da Almodovar’ın yaptığı gibi birkaç hikâyesini birleştirerek bir film yapmak ilginç olabilirdi. Yakın zamanlarda okuduğum Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar öyküsü de bana çok görselleştirmeye değer gibi geldi. Ürkütücü gelenekleri olan, medeniyetin orta yerinde bir ilkel kabile fikri tam bana göre sanki. Ama sen de gayet iyi biliyorsun ki bu liste üç dört ay sonra değişebilir.

Tülin Özen soruyor

Abluka’da beraber şehirdeydik gerçi ama şehrin sadece varoşuna değil, göbeğine de gelme niyetin var mı?

Elimde üç, dört tane taslak var. Bunlardan ikisi şehirde geçiyor. Ama Maslak’ta, plazalarda mı diye soruyorsan, cevabım maalesef hayır. Plazaların kirası çok yüksek, bizim orada film çekmeye gücümüz yetmez. Elimdeki hikâyelerden hangisi yeterince olgunlaşmışsa ve hangisini çekmek o sırada beni motive ediyorsa, o taslağı yazıp geliştirmeye başlıyorum. O yüzden şu an nasıl bir hikâye gelişecek onu ben de bilmiyorum. Filminin nerede geçeceği, senin niyetlerinle her zaman ilişkili de olmuyor açıkçası. Doğal olarak hiçbir yönetmen önce lokasyonu belirleyip sonra hikâyesini yazmaz. Hikâye onu nereye götürüyorsa onu takip eder. Bende de öyle.