Zihinsel çer çöp temizliği: Alp Şerif Besen ve “Değmeyecek Kadar Yakın” 

Röportaj: Biçem Kaya - Fotoğraf: Zeynep Fırat

Alp Şerif Besen, aldığı mimarlık eğitiminin ardından “Mimar kişisi sadece ‘ofis mimarı’ değildir. Mimar yazar da, çizer de, zırvalar da, şarkı da söyler, göbek de atar. Mimari bir disiplindir. Bu disiplin farklı biçimlerde dışa vurulabilir.” diyerek tasarım medyasını odağına almayı tercih ediyor. Farklı yüzeyler, disiplinler ve ortamlarda üretimlerini sürdürürken aynı zamanda, Mekânda Adalet Derneği’nde İletişim Sorumlusu olarak görev alıyor.  

Onu daha önce pandemide bir araya gelebilme kanalı olarak başlayan Evcilik Günleri serisinde “Form Politiktir” yazısıyla ağırlamıştık. Şimdi de Alp Şerif Besen ile İMÇ 5. Blok’ta yer alan sanat galerisi 5533’teki Değmeyecek Kadar Yakın başlıklı sergisini konuşmak için buluştuk. Söyleşiye geçmeden önce duyuralım, sergi için son gün 27 Nisan. 


“Sergide olgunlaşmasını gösterdiğim kişi tanrıyı önce arıyor, sonra da epey bir hesaplaşıyor. Bazen bu kişinin benim bir sahne personam veya alter egom olduğunu düşünüyorum.” 

Sergiye ilişkin sorulara geçmeden önce üretim sürecini konuşmak isterim. Seni neler harekete geçirir, neler tetikler?

Buna verecek kesin bir cevabım veya hazır bir formülüm yok. Zaman zaman yaptığım işlerde beni neyin tetiklediğini ancak geri dönüp baktığımda az çok kestirebiliyorum. Bunlar bazen ortak gündemlerimiz, bazen kişisel sanrılarım olabiliyor. Ancak yine de keşfettiğim bu etmenler sıklıkla işlerin ana strüktürü için belirleyici olmaktansa sadece içlerine yerleştirildiklerinde -bence-  daha anlamlı kılan bağlamlar olarak kalıyorlar. Emin değilim. Öte yandan çoğunlukla makine şöyle çalışıyor: Gecenin bir körü boş boş tavana bakarken beynim gün içinde biriktirdiği megabaytları çöp kutusuna taşıyor. Bu sırada bu çöpler bazen birbirleri ile çarpışıp peşine düşmeye değer, potansiyele sahip olduğunu düşürdüğüm taze olasılıklar ortaya çıkarıyor. Bunları biraz kovaladığımda önce bir “olasılığa” varıyorum. Bu ilk aşamam. İkinci aşamada ise bu olasılığı bedene kavuşturacak yolları arıyorum. Buna da “mekanizm”’ diyorum kendimce. Dönem dönem bu iki aşamanın sırası değişebiliyor ve içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Daha da kötü olanı ilk aşamanın yarı yolda tıkanması. Birkaç henüz olgunlaşmamış, lezzetine henüz varamamış olduğum fikrim var; yıllardır bekletiyorum. Bu fikirlerin başta üzerine çok düşünsem de bir süre bekledikten sonra, ekseriyetle, henüz zamanlarının gelmemiş olduğunu fark ediyorum. Belki de demem o ki ürettiğim şeylerin arkalarında tetikleyici bir şey varsa bu planlı veya tepkisel bir seçim değil; bana hangi olasılığın kovalamaya değer olduğunu hissettiren damak tadım oluyor. 

Mimarlık eğitimini Pratt Institute’de ve Bilgi Üniversitesi’nde aldın. Farklı coğrafyalar ve mimarlık disiplini ile iç içe geçirdiğin yılların üretimlerinin üzerinde ne gibi etkisi oldu?

Çok fazla etkisi olduğuna eminim. Bir meslek pratiği olarak değil ancak bir disiplin olarak mimarinin -ve daha şemsiye bir ölçekte tasarımın- düşünme biçimimde çok keskin izleri var. Basitçe, bence bir mekanizma olan tasarımın belirleyicilerinden olan, ölçülebilir / takip edilebilir neden-sonuç ilişkileri ve performans endişesi düşünce akışımı sürekli merkezi bir raya oturtuyor. Zaman zaman buna çok öfkeleniyorum. Ancak, doğrusu, kısık sesle de olsa, çoğunlukla bununla övünüyorum. “Ne kadar saçma ve kopuk, o kadar güzel”i şiar edinen bir sanat-sepet dünyasında bu düşünme biçimimin çok da yeri olmadığının farkındayım.

Okullara gelince; düşünme ve üretme biçimimde pek de etkileri olduklarını düşünmüyorum. Ancak Pratt’te geçen iki senemde mimarlık eğitimi dışında sanat bölümlerini de görme veya az da olsa deneyimleme şansım vardı. Bu dönemde sanat ve tasarım bölümlerinde kullanılan hem fiziksel hem de soyut alet edevatın ne kadar benzeştiğini fark ettim. Bu bana tasarım ve sanatın, öncelikle, aynı aletlerle farklı akışlarda yapılan şeyler olduğunu, sonra da arada kaymanın imkânsız olmadığını fark ettirmiş olabilir. Bir şey daha: Şimdi durup bakınca, Pratt’teki tasarım eğitiminin, Bilgi’dekine kıyasla forma + teknik detaylara + malzemeye ağırlık verdiğini ve kolay neden sonuç ilişkileri beklediğini hatırlıyorum. Bilgi’de ise fikriyat ve ölçekler arası hareket edebilme daha ön plandaydı. Bu ikisi günün sonunda belki de birbirini dengelemiştir.

Değmeyecek Kadar Yakın, 2020’den bugüne kadar olan dönemini kapsayan, sorduğun soruları, arayışlarını ve doğal olarak içinde bulunduğun ruh hâllerini aktaran ilk kişisel sergin. Biraz bize serginin hazırlık sürecinden bahsedebilir misin? “Arayış”, “Reddediş” ve “Kabulleniş” olmak üzere üç başlığı var. Çalışmalar bu başlıklar etrafında nasıl kümelendi?

5533’ü yürüten sanatçı Can Küçük bana sergiden yaklaşık altı ay önce ulaştığında ilk içgüdüm mekâna elimde olan her şeyi yığmaktı. İlk defa elime böyle bir imkân geçtiği için yıllardır biriktirdiğim her şeyi göstermek istedim. Fakat zaman içinde, hem Can’la konuştukça hem de 5533’teki geçmiş sergileri görüp düşündükçe mekânı daha iyi anlayıp kendimi dizginleyebilmeye başladım. Serginin tematik bir akışa veya bir hikâyeye sahip olması gerektiğini düşündüm. Üretimlerim arasında da hâlihazırda kendiliğinden temalara sahip gruplar vardı: Ölüme değinenler, beden ile alıp veremeyenler, yapılı çevreyle derdi olanlar vs. Fakat bunlardan birini seçecek olsam içime çok sinen ve beni heyecanlandıran bazı işlerden vazgeçmem gerekecekti. En son verdiğim karar bütün işleri önüme dizip en çok içime sinen ve son birkaç yılda kişisel gündemimde yer kaplayan işleri listelemek oldu. Ve fark ettim ki bu işler 2020’den bu yana içinden geçtiğim, birbirini peşi sıra takip eden bazı dönemlerin ya sebepleri ya da özet çıktıları gibilermiş. Yani kurmaya çalıştığım hikâye zaten bir kere geri dönüp bakınca görebileceğim kadar yakındaymış.

Kişisel arayışlarının, üretme – düşünme – yazma – çizme  sürecinin serimini sergi formatında paylaşmanın senin üzerinde etkileri neler oldu? Kendine dair keşfettiğin şeyler var mı?

Önceki soruda anlattığım gibi işleri kronolojik sırayla dizdiğimde kendime dair berrak bir manzarayla karşılaştım. Annemin bana geçmişte “Sen ergenliğini (ergenlikte yaşamam gereken isyankârlığı kastederek) çok geç yaşadın.” dediğini hatırlıyorum. Bu işlerin neden veya sonuç olarak temsil ettikleri ardışık dönemler esasen -annemin deyişiyle ‘’geç ergenlik’’ dönemim- olgunlaşma sürecimmiş. Bu benim için bir ilkti. Yaparken farkında olmadığım ve geri dönüp baktığımda kendimi âdeta bir başkası gibi ve bu kadar iyi okuyabildiğim bir manzarayla hiç karşılaşmamıştım. Hâlâ manzarada görünen kişinin ben olduğumdan emin değilim. Mesela reddetmeyi geçtim, tanrının var olup olmadığı benim için bir soru veya endişe dahi değil. Ama sergide olgunlaşmasını gösterdiğim kişi tanrıyı önce arıyor, sonra da epey bir hesaplaşıyor. Bazen bu kişinin benim bir sahne personam veya alter egom olduğunu düşünüyorum. Yani gördüğüm manzarada bana ait olmayan şeyler var.

Manzara 2020’de pandeminin patlak vermesi sonrası artık yalnız kalabilmeye başladığımda, kendimle hesaplaşmamla başlıyor. Bakıyorum da yola evrenin yapı taşı diye adlandırdığım mesafe, zaman, uyum gibi birtakım kavramlara kafa yorarak koyulmuşum. Bu dönem epey uzun sürmüş ve üretimlerimi dinlemek, izlemek, biriktirmek, toplamak ve kaydetmek üzerinden yapmışım. Bu döneme arayış diyorum; sorular sorup cevaplarını aramışım. Ama en nihayetinde sıkılmışım ve bu sefer de evrenin müsebbibine kafa tutmaya başlamışım. Bu dönemde isyankâr bir çıkışla önce yaratıcıyı reddetmişim sonra da onun yerine kendimi layık görmüşüm. Bu dönemdeki kuvvetli narsist lakırdılarım ise 2023 seçimleri yaklaşırken gündemimin yoğun bir biçimde siyaset ile kaplanmasıyla sona ermiş. Sanırım bu sırada önce dünyanın ne kadar boktan bi yer olduğunu sonra da benim özel oluşumun hiçbir anlamı olmadığını düşünmüşüm. Çiçeği burnunda bir mesihken sıradan bir seçmene dönüşmüşüm. Bu yenik düşme yerini sırayla anlamaya, kabullenmeye ve el sıkışmaya bırakmış. Yolculuğumun artık sonlarına doğru ise bir ara hızlanıp sonra daralan nefesim en baştaki ritmine dönmüş. 

Üretimlerin yalnızca politik tavrını ifade etmekle kalmıyor; gözleyicisini kışkırtarak, tetikleyerek uyarmayı da hedefliyor. Ziyaretçilerin verdiği tepkilere ilişkin bu anlamda ne gibi gözlemlerin oldu? İMÇ’de yer alması eminim farklı karşılaşmalara imkân sunmuştur.

Sergideki işlerin bazı ziyaretçileri provoke ettiğini, bazılarında soru işareti bırakıp kafalarını karıştırdığını, kimisini ise heyecanlandırdığını gördüm. Ancak henüz işlerin uzun sürecek tartışmalara zemin yarattığına pek sık şahit olmadım. Bunun nedeninin işlerin kolay tutuşabilen meseleleri dert edinmesi olduğunu düşünüyorum. Sergideki üretimlerimin üçte biri blasfemi, bir diğer üçte biri ise hâkim siyaset ile ilgili. İşlerin kendileri bu meselelere örtülü ve/veya maraz çıkmayacak kadar kararında değinseler de üzerine konuşmaya başlanınca konular yerini çekincelere ve tabulara bırakabilir. Bunun bir payı olduğunu düşünüyorum. Ha, öte yandan, kastettiğini tahmin ettiğim farklı karşılaşmalar da pek sık olmuyor. Bunun, 5533’ün aranarak bulunan bir yer olmasıyla ilgisi olabilir. Çevreden, geçerken uğrayanlar da oluyor ancak çoğunlukla bu ziyaretler kısa soluklu veya kapıdan şöyle bir bakıp çıkmalar olarak kalıyor.

Sergiye adını veren ve üç parçadan oluşan “Değmeyecek Kadar Yakın”, temas etme/etmemeye ilişkin, izleyicilerin aşinalık kurabileceği anları derliyor. Yakınlaşma anlarının taşıdığı gerilimi, tam da bu anlarda zamanı durdurup, alçıyla yeniden üreterek ortaya koyuyorsun. Benim için Proust’un kaleminden çıkmış, anıların çağrışımı ile çağlayan düşünceler selini okumaya benzer bir deneyim oluşturdu. Çalışmanın üretim sürecinden, arka planındaki detaylardan söz edebilir misin?

Bu işin çıkış noktası çocukluğuma ait bir anı. 5-6 yaşlarında, annemin arabasında arka koltukta otururken parmaklarımı birbirine değdirmeden ne kadar yaklaştırabileceğimi denediğimi hatırlıyorum. 10 yaşından öncesine ait aklımda kalan neredeyse başka hiçbir hatıram yokken bunun aklımda piksel piksel detaylı kalmış olması ve hâlâ o günkü merakımın verdiği hissi hatırlıyor olmam benim için önemli. Neden bir tek bunu hatırlayabildiğimi merak ediyorum. Vermeye en yaklaştığım cevap da bu işin bir parçası. Öyle ki, bu anıdaki değmeyecek kadar yakın olma hâli bir çocuk eğlencesi olarak başlasa da yetişkin hayatımda da devam ettirdiğim bir alışkanlık olarak kalmış. Arkadaşlıklarımdan ilişkilerime, işimden üretimlerime, birçok şeye yaklaşıp yaklaşıp asla temas etmiyormuşum. Tabii, değmeyecek kadar yakın olma hâllerini düşünürken aklım ister istemez mahremiyet kavramına da gidiyor. Bu anların kendinden menkul bir mahremlikleri olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bu oluş hâli beraberinde arada kalan boşluğu sorgulamayı da zorunlu kılıyor. Bu üç parçalı işte de değmeyecek kadar yaklaştığım anlardan seçtiğim örnekleri gösteriyorum. Bu işlerde, aklımda canlanan birkaç sahneyi dondurup plakalar arasında hapsederek temsil ediyorum. Ziyaretçiler, bu sahneleri görmek için doğru açıyı yakalamaya çabalasın ve mahremiyetin içine doğru dik dik bakıp çok ama çok hafif de olsa rahatsız olsunlar istiyorum.  


“Yaptıklarım sanat alanlarında kendilerine yer bulabiliyor, sanat olarak izlenebiliyor ancak isimleri ‘sanat eseri’ değil. Aksine, hepsi n’idüğü belirsiz ıvır zıvırlar. Keza resim de değiller, heykel de değiller, yerleştirme de değiller, fotoğraf da değiller, performans da değiller. Bu kendi lubun deneyimimin de bir yansıması olabilir.” 

Reddediş bölümü, tanrıyla olan hesaplaşmalarını içeriyor. İnsanın yaratıcı konseptiyle tanıştığı ilk andan beri süregelmiş oldukça eski ama bir o kadar da güncel bu tartışmanın senin dünyanda cereyan etmiş hâlleri de diyebiliriz eserler için. Erk olanı sorgulama hâli, sarsıcı deneyimleri doğuruyor ya da bu deneyimlerden doğuyor. “Boşluk” ve “Şirk Manifesto” bu anlamda çok güçlü mesajlar veren iki eser. Biraz da bu eserlere mercek tutabilir miyiz? Boşluğa dair yorumunu açabilir misin?

( 0 = 0 ) = 1

( ( 0 = 0 ) = 1 ) / 1 = 0

Göksel boyutta olan çarpışmalardan sıyrılıp, sırtımızı “Boşluk” a verince bir anda, Tahtakale estetiğiyle yoğrulmuş bir ürün olan “Dua-Matik” ile karşılaşıyoruz. “Öyle Demek İstemedi”de yer yer rastladığımız, ülkenin politik atmosferinin sendeki tezahürü, “paketlenmiş iman” kelimesiyle ifade bulmuş. Sergideki her eserde anahtar kelime tercihlerin var ve bu eser için #çözümeerme yer alıyor. Peki ne gibi bir çözüme ermeden söz ediyorsun?

“Dua-Matik” mekânda serginin izlenme akışına düğüm attıran bir konumda duruyor. Yani hem reddediş hem de kabulleniş başlıklı dönemlerimden izler taşıyor. Bu işte, siyasal İslam gölgesinde, ibadetin ve dolayısıyla imanın en basit biçimlerinin dahi ucuz fabrikasyon ürünlere dönüşmesine kafayı takıyorum. Bu ürünleri hazır kalıplar olarak hayal ediyorum. Ayrıca paket tasarımıyla ve ürünün rafta tek başına kalmasıyla ürünün XXL erkek bedenine göre tasarlandığına ve küçük elli bir kadının sunulmuş bu hazır kalıba talip olmaya zorlandığına dair de imalar gizliyorum. Bu obje bence bütün dini yapıların omurgalarına dair bir özet. Öyle ki yaratıcının ve yöneticilerin (siyasetçiler) iktidar alanlarını pekiştirmek için vazgeçemeyecekleri, binlerce yıldır kullanılagelen bir çözüm. Ancak çözüm kelimesini sadece bu anlamda kullanmıyorum. Bu işle aynı zamanda önce reddedip sonra boyun eğdiğim tanrı ve siyasetçi mücadelemin kafa karışıklığını çözmüş oluyorum. Önce “Yersiz Yurtsuz” video işimle alanım daralıyor, sonra “Erkekler Tuvaleti” animasyonu ile meseleyi anlamaya başlıyorum ve tekrar “Dua-Matik”e döndüğümde artık bu mekanizmanın nasıl işlediğini çözebilecek olgunluğa erişiyorum. “Dua-Matik”in fikrini 2023 seçimlerinden birkaç ay önce düşünüp, üretimine ise seçimlerden biraz sonra geçmem de bahsettiğim kişisel yolculuğuma dair bence önemli bir ipucu.

Tanrı, benlik ve ego arasında süregelen döngüsel çekişme, bizleri zaman zaman değerimizi sorgulamaya, kendimizi tiye almaya yönlendiriyor. Sen de üretimlerini “bedene kavuşmuş zihin çöpleri” olarak ifade etmişsin. Bu tanımlamayı yapmanda sözünü ettiğim tiye alma durumu nasıl bir yer kaplıyor?

İşlerimin doğaları gereği gerçekten zihin çöpleri olduğunu düşünüyorum. İlk sorularda bahsetmiştim; bu işlerin fikirleri çoğunlukla zihnimde çer çöp temizliği yaparken ortaya çıkıyor. Esasen bu tanımlama ile işleri tiye almıyorum, bilakis oldukları şeyin özünü öne çıkarmaya çalışıyorum. Kaldı ki zihin çöplerini çok değerli buluyorum. Çoğu zaman en lezzetli fikirleri, zihnimin ilk başta kabul etmeyip dışarı kustuğu çöpler içerisinden çekip çıkarıyorum. Zihnim ister istemez makul olmayan fikirleri elemeye programlı olduğu için, zihin çöplerimi değerlendirerek bir yerde süperegomu da sabote ediyor olabilirim.

“Zihin çöpü” bir yana dursun. Zaman zaman işlerimi daha kulak tırmalayıcı kelimelerle andığım da oluyor: “Zımbırtı”, “ıvır zıvır”, “sanat-sepet”. Bu isimlendirmelerin hepsi politik birer seçim. Henüz sanatın ne olduğunu bilmezken, yaptığım şeye “sanat” demezken sanat eseri ürettiğimi düşünmek ve söylemek bana doğru gelmiyor. Ben “yaratıcı bir şeyler” yapıyorum. Yaptıklarım sanat alanlarında kendilerine yer bulabiliyor, sanat olarak izlenebiliyor ancak isimleri “sanat eseri” değil. Aksine, hepsi n’idüğü belirsiz ıvır zıvırlar. Keza resim de değiller, heykel de değiller, yerleştirme de değiller, fotoğraf da değiller, performans da değiller. Bu kendi lubun deneyimimin de bir yansıması olabilir. N’idüğü belirsiz, biraz şöyle biraz böyle, uçan kaçan bir ucubeyim. Ve hâliyle, şeylerin tanımsız ve belirsiz olabilmelerinin de nokta atışı tariflenebilmeleri kadar geçerli ve değerli olduğunu düşünüyorum.

Kabulleniş sürecini, aslında biraz da kişisel dünyanın da dışına çıkarak bir mesajla kapatıyorsun; “Kazanan Yok, Kaybeden Yok” diyorsun. Çocukken sıkça oynanan bir oyuna yaptığın atıfla uğurluyorsun bizleri. 3 boyutlu görsel bulmacalar çözerek ilerleyen ip oyununu oynayan eller, linolyum baskılarda karşımıza çıkıyor. 

Buna ilişkin şöyle bir parantez açmak isterim. Oyun oynamanın gerçekliği dönüştürücü bir gücü var. Kurallar koyarak ya da kuralları değiştirerek, aslında algımızı dönüştürüyoruz. Hâliyle de oyun oynamak elimizde olmayan durumlarla yüzleşme bakımından bir başa çıkma mekanizmasına dönüşebiliyor. Oyun özelinde sen nasıl yorumluyorsun bu çalışmanı?

Kesinlikle! Söylediklerine katılıyorum. Oyunların kuralları var ve kolay kolay değişmiyorlar. Kurallar çoğu oyunu var eden şeyler. Kuralları olmayan oyunlarsa sürekli, devamlı olamıyorlar. Buna bir istisna ise bu işte kullandığım oyun. İngilizcede “cat’s cradle” diye geçiyor. Türkçede küçükken “ip oyunu” diye adlandırdığımı hatırlıyorum. Oyun birden fazla kişi ile oynanıyor. Uçlarından kendisine tutturulmuş bir ip parçasına, oyuna başlayan kişi tarafından bir şekil veriliyor. İkinci kişinin ise bu ipi tekrar kendisinden alınabilecek şekilde ama farklı bir formda birinci kişiden alması gerekiyor. Genellikle ip 10-20 kere elden ele düğümlenmeden geçebiliyor. Bu oyunun bence üç tane enteresan özelliği var. Birincisi bu oyunun ilk dört-beş aşamasının sabit olması ve değiştirilemeden adım adım takip edilmesi. Bu aşamalar geçildiğinde ise başarılı olmak isteyen oyuncuların yapabileceği en iyi şey bu ilk dört-beş aşamayı ufak varyasyonlarla tekrar etmek. İkinci özelliği ise genel kanaatin aksine bu oyunun bir kazananı veya kaybedeninin olmaması. Öyle ki, bu oyunda amaç ipi düğümlenmeden birlikte sonsuza kadar taşıyabilmek. Ne kadar çok aşama boyunca ipi elden ele taşıyabilirsek o kadar birlikte kazanıyoruz. Veya aksi durumda da o kadar birlikte kaybediyoruz. Üçüncü özellik ise oyunda ortak bir amaca doğru hareket eden bir kalabalığın yükümlülüğünün peyderpey devredilerek anlık olarak bir kişiye teslim edilmesi. Güç bir kişinin kendi sınırları içerisinde kalmıyor; elden ele dolanıyor. Yolculuğu sonlandıran bir kişi olsa da gidilen mesafeyi belirleyen bu kalabalığın tüm fertleri oluyor.

Son olarak da hazırlamış olduğun fanzinden söz edelim isterim. Pandemi döneminde ilk sayısını bizlerle paylaştığın Falan Fanzin birlikte oturup düşünmeye, yazma- çizmeye davet eden bir yayın. Okuyucusunu harekete geçirici etkiye sahip bir manifestosu da var. Nitekim sergiyi gezerken de manifestonun maddeleri bir bir aklıma düştü açıkçası. Bizlere hem bu manifestodan hem de Falan Fanzin’den biraz söz edebilir misin? İleride farklı formatlara da taşımayı düşünüyor musun?

Falan Fanzin (FF) mimari başta olmak üzere tasarım ve sanatın çeşitli ölçeklerinden saçma veya eften püften fikirleri abuk ama samimi bir dille ele alan, kafama estikçe çıkardığım bir yayın. Okulda proje olsa FF alacak veya birine anlatıldığında “Falan…” dedirtecek fikirlere yer veriyor. Çoğunlukla fanzinin yazarlığını ben yapıyorum.

Falan Fanzin’in fikri mezuniyet sonrası evde bir yığın hâlinde duran eski defterlerimin kenar köşelerine tutulmuş ufak tefek fikirleri değerlendirme çabamdan doğdu. Saçmalık bence çok değerli. Saçma olanı kolayca göz ardı etmeye alışığız. Fakat saçma olan, üzerine biraz eğildiğimizde neredeyse her zaman lezzetli olasılıklar doğuruyor. Özellikle mimaride her yeni fikir ve akımın bir öncekine göre saçma bulunmuş olması da bence buna bir ispat. Saçmalamanın lezzetli olmasının ötesinde vazgeçilmez bir hak olduğunu ve özellikle akademinin buna çok ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Tasarım akademisi on yıllardır bir duraklama döneminde. Aynı konular temcit pilavı gibi ısıtıla ısıtıla tekrar tekrar işleniyor. Dolayısıyla saçmalamanın yeni kapılar açan bir alet olduğuna ve akademi için de elzem olduğuna inanıyorum. Son olarak fanzinde işlediğim konulardan birkaç örnek vereyim: En Çok Nazar Değen Semtler, Kent Büyüleri, Kızılcık Şerbeti & Avrupa Yakası Mekânsal Karşılaştırması, Tasarımcıların Kolektif Imposter Sendromu ve Tütünsel Mekânlar. Esasen fanzinde yer verdiğim konular için de benim zihin çöplerim diyebilirim. Bu açıdan fanzin de bu sergi gibi belki iç dünyamı okutan bir yayın olabilir.

Gelecek üretimlerine dair bizlerle paylaşabileceğin neler var? Tekrar başlangıçtaki soruyla buluşarak sormak gerekirse, daha fazla kışkırtmak istediğin ya da dile getirmek istediklerin neler?

Şu an önceliğim para kazanıp hayatta kalmak. Hâlihazırda, epey zamanımı alan ve düşünce dünyamı kaplayan tam zamanlı bir işim ve freelance işlerim var. Her yeni işe başladığımda, para kazandığım işlerimle sergideki gibi üretimlerimi paralel götürebileceğimi düşünüyorum. Maalesef bunu henüz hiç tam olarak başaramadım. Dolayısıyla henüz üreteceğim şeyleri ne planlayabiliyorum ne de hayal edebiliyorum.

Bu aralar beni neyin tetiklediğini de bilmiyorum. Şu an düşündüğüm gibi anlatıyorum. Siyasetten çok koptum. Lubunyalığım da artık bana pek malzeme vermez oldu. All*h zaten artık iyice irrelevant bir yerde. Mimariden de sıkılmak üzereyim. Belki 30 yaşımın arifesinde olmam beni bir yerlere çekebilir. Bir yandan da buralardan gitme planlarım yakında devreye gireceği için yurt dışına kaçışım da bir itici güç oluşturabilir. Bunların kışkırtacağı kişiler illa olur. Kışkırtmak demişken, geleneksel Türk aile yapısını pek bozmadım geçmişte. Bu doğrultuda birkaç fikrim var. Ama hâlâ eli kulağında bekliyorlar. Yapma biçimi olarak da biraz kırıp dökmeli bir şeylere yönelebilirim. Ortalık dağılsın istiyorum. Biraz talaş koksun etraf. Kendime yeni matkapla dekupaj testere aldım. Bol bol kullanmak istiyorum.