Gerçek ve aktarması güç olanların dengesi: Alp Sime

Röportaj: Zeynep Naz Günsal

Hayata dair gündelik olan ile tekinsizin birbiriyle ilişkilendiği, birinin daima ötekine işaret ettiği yahut onu barındırdığı işleri aracılığıyla 20 yılı aşkın süredir gören, çeken ve gösteren fotoğraf sanatçısı Alp Sime’nin absürtlük ile karamsarlığın, derdin ve ironinin daima birbirini içerdiği görselliği; insanlara, şehirlere, rastgele obje ve yerlere dair hem gerçeklikten soyutlanmış hem de bunun en derin yerine dalar nitelikte. 

İşleri Martch Art Project’in desteğiyle 18. Contemporary İstanbul kapsamında 1 Ekim gün sonuna kadar görülebilecek Alp Sime, AI teknolojisinin fotoğraf dalı nezdinde inceliklerinden, hayal gücünü tetikleyen yazılı tarif ve kısa öykülerinden, farklı mekânların üslubunu nasıl şekillendirdiğinden bahsetti; biz de dört kulak olduk, dinledik. 

ABC, 2011

Martch Art Project ile uzun soluklu bir yaratıcı ilişkiniz var. Bunun yıllar içinde evrilme biçiminden biraz bahseder misiniz? Hem siz hem Martch bu ortaklık başladığından beri nasıl değiştiniz, geliştiniz?

Martch’ta yapacağım ilk sergiye çalışırken pandemi patlak vermişti. İçerikteki endişe ve saklanma motifinin o dönemle uyumlu olduğunu fark ettiler ve sergiyi ertelemekten vazgeçtiler. Açılış tarihi yaklaştıkça, yanlış gidebilecek şeyler hızla çoğalır. Ancak o aralığı rahat geçirdiğinizde, serginin keyfine varabilirsiniz. Bahar’ın (Kızgut) cesareti her zaman ön planda. Bu sanat galerisi yöneticilerinde aranan bir özellik. Paris Photo‘daki sergi özellikle güzel bir deneyimdi. Zilbermann ve Martch aynı standı paylaştı, Moiz Bey ilk koleksiyonerlerimden biriydi ve onunla tanışmak gerçekten güzeldi. Nasıl geliştik, değiştik? Bir oğlum oldu o arada. Yeterince dikkatli takip edemiyorum ama mutlu olduklarını biliyorum ve büyüdüklerini biliyorum. Ben fazla değişemedim.

Anaakımda analog tabirinin bir patlama yaşadığı dönemlerde analog kavramı prestijini “otantik” olmasından ve uygulamasının göreceli zorluğundan ediniyor gibiydi. Şimdiyse bu uygulama tüketimsel bakımdan çok daha niş bir yerde ve “analog” kelimesinin neredeyse sadece estetik bir çağrışımı var gibi. AI gibi teknolojiler ilerledikçe bir bakıma yeniden yaratılan hâliyle bundan faydalanmak nasıl bir süreç oluyor, sizi nasıl yönlendiriyor?

AI desteğiyle çalışan bir görüntü büyütme programını son altı aydır kullanıyorum ve her açtığımda güncelleniyor. AI dediğinizde akla daha çok görüntü üretenler, yani “image generator”lar geliyor. Bundan bahsediyorsunuz: Sıfırdan görüntü üretenler. Üretimde ışık, var olanı görünür kılan şey kullanılmıyor. Bu yüzden fotoğraf sınıfına dâhil olamıyorlar. Fotoğrafı güzel taklit ediyorlar. Kelimenin anlattığı ışık ile yazım ya da ışık ile çizim bu mecrada yok. Dolayısı ile ne zaman, nerede işime yarar bilemiyorum. Göreceli zorluk tarafında haklısınız. Benim sergilediğim işlerin büyük çoğunluğu siyah beyaz filmle çekilmiş işler. Benim kullanma sebebim tabii ki zorluk değil, ton zenginliği ve dokusu için kullanıyorum. Bazen çektiğim fotoğrafı göstermek zorunda kalmamak için kullanıyorum. Sensörler siyah beyazda benzer sonuçlar verdiğinde filme çok az işim düşecek. 

Bahsettiğiniz zorluk yakın bir tarihe kadar fotoğrafın nasıl algılandığını anlatıyor aslında. Yani bir çeşit performans olarak. Bilinen bir isim: Henri Cartier-Bresson. Fotoğrafçılığın ne olduğu ve nasıl yapılması gerektiği hakkında kendine katı kurallar koymuş biri. Her sahneyi sadece bir ya da iki defa fotoğraflıyor. Fotoğraflarını kesip biçmiyor. Tonlar ile fazla oynamak istemiyor. Bu insanın fotoğrafları aynı zamanda bugün için zor sayılacak performansların belgeleri. Bugün için o fotoğrafları düz bir şekilde okumak yetmeyecektir. Birçok işi, onun nasıl çalıştığını bildiğinizde anlamını kazanıyor. Bu dijital makinelerin popülerlik kazanması ile unutulmaya yüz tutmuş bir yöntem ve çok kişi için çok değerli. Bu insanın ne kadar kabiliyetli ve hassas olduğunu, çalışma yöntemini bilerek gözlemliyorsunuz. Fotoğrafın içeriği ile karışıveriyor ve hikâyenin önemli bir parçası oluyor. Bu bakımdan çok haksız değiller burun kıvırmakta. Tabii, eğer otantik derken bundan bahsediyorlarsa. Diğer bir taraftan da dijital devrim, fotoğrafçılığın başına gelmiş en güzel şey herhalde.

Asker, 2019

Kendi deyişinizle yaptığınız fotoğrafçılık türü gerçekliğe göbek bağıyla bağlı. Bunun yanında tümüyle absürt ve hayatın üstünde havada kalmış bir bölgede yer alıyor gibi imajlar. Absürt ve koyu bir komedinin filtresinden bakıyoruz gördüklerinize. Yanınızda bir kamera olmadığı zaman gördükleriniz, temas ettikleriniz bu dili nasıl besliyor? Biri diğerine nasıl nüfuz ediyor?

Asıl fotoğraf çekemediğiniz ya da fotoğraf ile aktarması güç şeyler şekillendiriyor. Öğrendikleriniz, duyduklarınız, zaman ile kavradıklarınız. İçeride birikmiş şeyler bunlar. Küfür edememek bunlardan biri olabilir ya da kavgaya tutuşamamak. Fotoğraf makinesi hemen her zaman yanımda ama diğer insanlarla iletişime geçtiğinizde, onlarla uğraşmak zorunda kaldığınızda her zaman onları kaydedemiyorsunuz. Sonrasında başkaları, tanımadığınız insanlar onların yerini alıyor. Bazen bambaşka şekillerde. Haberleri olmadan poz veriyorlar, kaydedilemeyenler için. Ben de bir vatandaş olarak dırdır yapıyorum bir bakıma. Ya da küfrediyorum, acıyorum, hoşlanıyorum. 

Fotoğraf ile bir şey ifade etmeyecek, ilginç bulduğum durumları yazılı not aldığım da oluyor. Notlar genellikle senarist notu gibi kısa tarifler. Bu tür yazılı tarifler hayalimi tetikliyor ve gerçek ile başlayan sahneler kurguya yönleniyor. Notlar uzuyor ve çoğunlukla tamamlanmamış kısa hikâyelere dönüyor. Fotoğrafı beslediklerini biliyorum, zaten fotoğrafı beslemeyen bir şey yok; ya gerçek ya da hayal ürünü, dışarıda ya da içeride bir film oynuyor. Görüntüler zenginleştikçe içinden alıp çıkarmak istediğiniz şeylerde daha seçici oluyorsunuz.

Bulduğunuz, hayatınızın bir noktasında ziyaret ettiğiniz ve işleriniz için çok ilham verici olmuş İstanbul’dan başka neresi oldu? Az önce söz ettiğimiz “dil”in yörüngesini korumak gibi bir gayeniz var mı? Yoksa farklı koşullarda bir üslup değişimi gözlemliyor musunuz kendinizde?

Uzun vakit geçirdiğim yerlerin etkisi oldu. Görsel birikimin bir parçası olarak oldu yani şekillerin sinir sistemi üzerinde bıraktığı izler olarak. Üniversiteyi okuduğum bölgenin, çocukluğumu geçirdiğim bölgelerin etkisini görebiliyorum fotoğraflarda. İnsan yapılarının, bazen coğrafyanın bir ritmi, bir melodisi oluyor. Adana ve Tarsus endüstriyel kentlerdi, mekânların belirli aralıklarla tekrar eden şekilleri oluyor. Fakat bu kentlerle romantik anlamda bir ilişkim olmadı. İstanbul âşığı gibi bir şey deyimlemedim. İstanbul’la ilgili benim fark ettiğim, son 10 yılda daha sağlam bir karakter kazandığı. Bize anlatılan eski İstanbul’un çok kültürlü hâline geri döndüğünü görüyorum. Bizim kuşağa rastlayan homojen yapı, İstanbul gibi bir coğrafyada hep eğreti duruyordu ama şunu eklemem lazım: Benim gördüklerimi mekânın tarifi için kullanmak doğru olmaz. Gözüme takılanlar daha çok insan hâlleri ile ilişkili. Mekânların rolü arka planlardan öteye gitmiyor. Yalnız İstanbul’daki deprem bekleyişi burada üretilen fotoğraflara yansıyor ama bu bilinçli bir tercih değil. Her gün depremi düşünmüyorum ama bu gerçeğin endişesini rahatlıkla okuyabiliyorum fotoğraflarımda. 

Şehir ve ilham dendiğinde benim aklıma olumlu şeyler geliyor. Yaşam arzusunu tetikleyen yerler. Lugano öyle bir yerdi. Bir hafta sonu geçirmiştim seneler evvel. Ormanda yürüyüşe çıkıyorsunuz, iki saat kimseye rastlamıyorsunuz; sonra bir kız çocuğu çıkıyor karşınıza. Merhaba, merhaba. Bir saat daha yürüdünüz yine kimse yok. İstanbul’da o güven hissini alabildiğim tek yer Burgazada. Burada yaşarken her gün ne kadar özel bir yer olduğunu biraz daha iyi kavrıyorsunuz, adadaki arkadaşlarım da benimle hemfikir. Adaya taşındıktan belki bir sene sonra fotoğraflarımdaki denge bir tık değişti. Üstüne pandemi gelince biraz daha değişti ama bu değişimi nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Daha organik diyesim geliyor ya da daha tahammüllü… Sinir sistemi uyum sağlamaya çalışıyor. Geçen ay imara açtılar. En güzel noktasına büyük ve lüks bir otel yapılacak. Ne kadar kötü bir fikir.

Elşişe, 2018

Geçmiş bir röportajınızda sizi fotoğraf çekmeye yönlendiren sanatçı olarak Manuel Alvarez Bravo’dan ve The Daydream işinden söz etmiştiniz. Bu isimden başka ufkunuzu açmış başka hangi fotoğraf sanatçıları var? Size konuşan işleri neler?

The Daydream’e yaklaşmış olan yok. Lise zamanlarında bir Charles Sheeler kitabı bulmuştum kitaplıkta, anneme ya da abime aitti tahminen. Fotoğraf ile neler yapılır diye bakındığım zamanlara denk geldi. The Daydream’de olduğu gibi çabuk tutulmadım Sheeler’ın işlerine. Çoğu zaman bir işi beğenip, “Bu insanın takıntısı ne yahu?” deyip tekrar tekrar bakıyorsunuz ve sonra değişik aralıklarla tekrar tekrar baktığınızda sıkılmadığınızı fark ediyorsunuz. Neden sıkılmadığınızı çözemiyorsunuz belki ama o görüntüler yerleşiyor bir uçtan. Benzer dengeler aramaya başlıyorsunuz sonra. Bir fıkrada ya da müzikte. Bilinç dışı. O dengeleri doğru yerlerde kullanmayı deniyorsunuz. Sanat hâline getirilmiş tüm uğraşlar böyle seyrediyor sanki. Başkalarının işleri de içeride ve sizin işlerinizden bin kat fazlalar.

Kontrol Tamam, 2012
Bayrak, 2010

Giriş görseli: Çizgili Bebek, 1996