Anti-kahraman kadın karakteriyle: Nefesim Kesilene Kadar

Uluslararası İstanbul Film Festivali ve Adana Altın Koza’nın Ulusal Yarışması’na seçilen ve 30 Ekim’de Türkiye’de vizyona girecek olan Nefesim Kesilene Kadar’ın yönetmeni Emine Emel Balcı Türkiye’de film çekme motivasyonunu, filmin aldığı tepkileri ve kahramanı Serap’ı anlattı.

Röp: Göktan Yılmaz

Geçtiğimiz nisan ayında gerçekleşen 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Bakur’la başlayan sansür tartışmaları sonrası Ulusal Yarışma’dan çekilme kararı alan ilk yerli film olan Nefesim Kesilene Kadar, Adana Altın Koza’nın da artan şiddet olayları ve ülkece geçirdiğimiz karanlık günler nedeniyle yarışma filmlerinin gösterimleri dışında tamamen iptal olmasının ardından bu ay nihayet gösterime giriyor.

Dünya prömiyerini şubat ayında Berlin Film Festivali’nde gerçekleştiren ve festivalden epey olumlu yorumla ayrılan film, başroldeki Esme Madra’nın başarılı performansının yanısıra, güçlü hikâyesi ve heyecan verici rejisiyle de dikkat çekici. Son dönem Türkiye sinemasının en kalburüstü ilk filmlerinden Nefesim Kesilene Kadar’ın senarist ve yönetmeni Emine Emel Balcı, filmle ilgili merak ettiklerimizi yanıtladı.

Nefesim Kesilene Kadar, dünya prömiyerini geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin Forum bölümünde yaptı. Henüz ilk uzun metrajlı filminizle böyle güçlü bir çıkış bekliyor muydunuz? Berlin tecrübesi nasıldı, film orada nasıl reaksiyonlar aldı?

Filmi bitirdiğimiz tarih Berlin Film Festivali başvurularının açıldığı döneme denk geliyordu. Berlin’den kabul gelmesi bekleniyordu, filme güveniyorduk; ama bilirsiniz bu süreçler hep muğlaktır, hele de ilk filmler için. Berlinale’nin özenli bir seyirci kitlesi var; genel anlamda olumlu tepkiler aldık diyebilirim. Film festivalin En İyi İlk Film adaylarından biriydi aynı zamanda; gösterimler yoğun geçti. Seyirci, eleştirmen ya da sinemacı, hikâyeyi farklı damarlardan yakalıyor; tepkilerinin çok ayrı olduğunu fark ediyorsunuz. Türkiye’ye dair karanlık bir hikâyeyle karşılaştıklarını, filmin baskıcı ve sert bir kadın hikâyesi gibi görüldüğünü söyleyebilirim. Bahsettiğim dertlerin nasıl bir etki yarattığını görmek açısından önemli süreçti benim için.

Berlin sonrası Türkiye prömiyeri için beklenen İstanbul Film Festivali’nde de malûm nedenlerle filmi festivalden çektiniz ve yerli seyirci filmle buluşamadı. Film aylar sonra, yarışma filmlerinin gösterimi dışında tamamen iptal edilen Adana Altın Koza’da sessiz sedasız prömiyer yaptı ve ödüller de basın toplantısıyla duyuruldu. Filmin yaşadığı bu talihsiz serüvenler dizisini ve bütün bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Birebir olmasa da benzer süreçler daha evvel de yaşandı; ama bu denli zincirleme bir etki olmamıştı sanırım. Esas talihsizlik, bize şimdiye dek nefes aldırmayan meselelere dair bu denli açıklıkla konuşmayışımız ya da böylesi yüksek sesle ve beraberce talepleri dile getirmeyişimiz olabilir. Fazla değil, çok temel ihtiyaçları bile söze döktüğünüzde bütün yapı birdenbire çöküyor. Dertlere yabancılaştığımızın bir tezahürü belki; Türkiye’ye has bir mesele bu. Giderek büyüyen, sağa sola çarparak herkesi yutan sansürün adını koymak herkes için önemliydi. Festivallerin, özünde sinemanın özgürleşmesine olan inancımızı ve ne yöntemle olursa olsun mücadeleyi kaybetmememiz gerektiğini anlamış olmalıyız. Dünyada bu kadar öne çıkan bir sinemanın kendi iç dertleriyle baş edememesi, olan bitenin sönümlenip gitmesi daha da yıkıcı olur. Daha çok konuşup, tartışmak gerek sanırım. Altından kalkabileceğimiz ümidindeyim, daha kötüsü olamaz, böyle düşünmek gerek.

Nefesim Kesilene Kadar, Türkiye sinemasında eşine az rastlanan türden bir karakter olan, çıkışsız ancak cesur, ne istediğini bilen ve uğradığı hayal kırıklıklarının bile yoluna çıkmasına izin vermeyecek kadar güçlü bir kadın karakteri merkez alıyor. Serap karakterinin oluşum süreci nasıl gerçekleşti ve Türkiye sinemasındaki kadın karakterler arasında nasıl bir yerde konumlanıyor size göre?

Serap için bir anti-kahraman tanımı yapılabilir. Hiçbirimizin üzerine alınmak istemediği bir çeşit kötülük hâline yabancılaşmak istedim aslında. Rolleri tersyüz edip kendimizi de etrafımızı da ne kadar hırpaladığımızı anlamaktı niyetim. Filmdeki karamsar duygumun sebebi budur. Kafa yordukça kötülüğün, yaptığından rahatsız olmama ya da bununla mutlu olma hâlini de beraberinde getirdiğini, bu hikâyede kötü aranacaksa bu ancak başka bir şey ya da başka birileri olabilir hissiyle, sezgisel bir biçimde kurguladım Serap’ı. Yargılamayı da en baştan bir kenara bırakmıştım. Kendimden yola çıkıp Serap’a ve filme bakarken en çok da ülkenin kadınlarına dayatılan kimliklere karşı duyduğum öfkenin baskın olduğunu hissediyorum. Kişisel olanın politik de olduğu kabulüyle yola çıktım aslında. Filmin politik yanını görmezden gelemezdim, çünkü Serap’ın çıkışsızlığı kendine has değil; benim de pek çok kadının da sezgileriyle yolunu bulmaya çalıştığı kesif karanlığın bir çeşit izdüşümü. Türkiye sinemasında, mazlum tanımından taşan, cinsiyetçi dili kıran kadın karakterler olduğunu düşünüyorum, bunu yapabilen genç sinemacıların sayısı artıyor. Eril bir dille film yapanın bile bazen görmezden gelemeyeceği kadar güçlü bir varlıkla beliren kadın karakterler var. İroniktir, kimi zaman bunların filmden taştıklarını hissediyorum. Mesele karaktere ne kadar alan sağladığınız aslında. Filmin içindeki birtakım adamların “kadın”ı nasıl gördüğü değil sizin kadını nasıl tanımladığınız önemli.

Annesi olmayan, babası tarafından geride bırakılmış, birlikte yaşadığı ablası ve onun kocası tarafından sıklıkla hor görülen, hoşlandığı çocuk tarafından tercih edilmeyen Serap, hikâye boyunca hemen herkes tarafından incitilmesine rağmen bir şekilde motivasyonunu kaybetmemeye ve ayakta kalmaya devam etmeye uğraşıyor. Nefesim Kesilene Kadar‘ın tüm gri-lacivert dünyasına rağmen, umut dolu bir film olduğunu söyleyebilir miyiz? Bugün yaşadığımız topraklar üstünde olup bitenlere de baktığımızda umut sizin için ne ifade ediyor? 

Yaşamı yalnızlıkla geçenler için kaçınılmaz bir mesele var; güven duymaya dair her çabanız hayal kırıklığı yarattıkça, içe dönersiniz. Sade, sıradan insanların suskunluğu biraz da korkutucu geliyor bana. Yüksek sesle söylemediğimiz ama bizi kemirip duran şeylerin içimizde biriktiğini, bunların zamanla evrilip değişerek bizi birden fazla karaktere dönüştürdüğünü düşünmüşümdür hep. Onca baskıcı şeyin ardından hikâyede sona yaklaşırken, Serap da giderek kendisi için bile yeni karakterler inşa ediyor. Hangi yoldan gideceğine karar verebilecek bir olgunluğa eriştiğini düşünüyorum filmin sonunda, benden bağımsızlaştığını hissediyorum. Filmi çekerken de sona yaklaştığımız dönemlerde böyle hissetmiştim tam da. Hattâ son sahneler de senaryodan bağımsız bir biçimde şekillendi, bütünün bende bıraktığı hisle yeniden çekip kurguladım. Artık tuhaf bir biçimde, film yoluyla onu tanıyanların Serap’a dair olabilecekleri tahmin edebileceklerini düşünüyorum. Bundan daha kötüsü olamazdı; bundan sonra olabilecekler ancak yaşananların daha aydınlanmış bir kafayla algılanışı olabilir. Bu da başlı başına umut dolu bir insanlık hâli zaten. Filmin özellikle finaliyle umut taşıdığında hemfikirim. Ben ne mi hissediyorum? Hep karamsarımdır, belki de bu yolla başıma gelebilecek uğursuzluklara hazırlıklı olmaya çalışırım; insanın avuntusu biraz da bu karamsarlığı oluyor bazen. Bu ülkenin üzerinizde bıraktığı hantal bir yük var; sosyal, politik, psikolojik bir yük… Bununla yaşa ya da bununla yaşamayı öğren diyor size. Yine de bu illüzyonun yavaş yavaş kırılmaya başladığını düşünüyorum. İyi insanlara inancım var, iyi şeyler neden olmasın?

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:43’e ulaşabilirsiniz.