Sinemada türlü çeşit ressam “trajedisi” #bantmagarşivden

Derek Jarman’dan Carlos Saura’ya, Carol Reed’den James Ivory’e, birçok yönetmenin en azından bir kez yüzdükleri tehlikeli sular nedir diye sorsak, çok az kişinin aklına bu ayrı telden çalan yönetmenlerin kariyerlerinin bir noktasında, birer tane ressam biyografisi çektiği gelir herhalde. Derek Jarman’ın eşsiz Caravaggio’su MUBI’de yerini almışken, beyaz perdeye taşınmış bazı ressam trajedilerine bakalım.

Yazı: Nil Kural – İllüstrasyon: Sadi Güran

Bant No: 31 / Nisan 2007

İlginç hayatları, skandalları ve sonunda ortaya çıkardıkları eserler dolayısıyla herkesin hikâyelerini bildiği, en azından kulaktan dolma bilgilere sahip olduğu ressamlar, biyografik filmler alanında en sık karşımıza çıkan meslek grubu desek yalan olmaz. Ressam trajedileri sıklıkla sinemaya malzeme olduğu için bir ressamın hayatının değişik dönemlerinden, iyimser bir tahminle üç, dört, kötümser bir tahminle ise sonsuz biyografik film çıkarılabildiği sonucuna varabiliriz. 

Vincent & Theo

Sebil biyografi membağında nadide parçalar

Örnek mi istiyorsunuz? Kulak kesme mevzuu dolayısıyla hayatı çok iyi bilinen Vincent Van Gogh’u ele alalım. Filmleri saymaya başlamadan önce, derin bir nefes almanızı öneririz. 1947’de, bilinçaltını anlatımı ve hafıza çalışmaları ile ünlü yönetmen Alain Resnais, ressam hakkında deneysel olarak tanımlayabileceğimiz bir kısa film çekti. 1956’da en ünlü Van Gogh biyografisi “Lust for Life”da, ressamı Kirk Douglas canlandırdı ve film fazla dramatik olmakla itham edildi. 1990’da “Vincent & Theo” adındaki yapım, ressamın, sanat tüccarı abisi ile olan ilişkisini ele alıyordu. Artık hakkında anlatacak ne kaldı diye düşünürken, 1991 yapımı “Van Gogh” adında soğukkanlı bir Fransız filmi karşımıza çıktı ve ressamın ruhsal dengesinin iyice sallantıda olduğu son yıllarını, abisi ile ilişkisini de ihmal etmeden gösterdi. Film, Van Gogh’u insanlardan pek de hazzetmeyen ve kariyer problemleri yaşayan bir kişilik olarak sunduğu için epey övgü topladı. 1999’a gelindiğinde “Starry Night” da, ressam, sihirli bir karışım yardımıyla tekrar hayata dönüyor ve ambulans şoförü gibi arkadaşlar ediniyordu; yani filmin türü fantastik komediydi, ancak ana karakteri yine bizim ünlü Van Gogh’du… Görülebileceği gibi değişik türler dahilinde ve değişik bakış açıları ile çeşitli ressamların hayatlarından kesitler, biz filmleri takip etmeyi sürdürdükçe karşımıza ister istemez çıkacak. Ortadaki tablo karışık da olsa, bugüne kadar önümüzdeki ressam biyografileri örneklerinden yıllara direnenleri ele alarak, ressamlara, sinemanın yaklaşımının izdüşümünü çıkarmayı deneyelim.

Öncelikle, vizyonu olan yönetmenler, bir ressamın hikâyesini anlatmayı seçince, genellikle düz anlatımlı biyografik filmler değil de, ressamın eserlerinin sinemasal bir atmosfere yedirildiği filmler ortaya çıkıyor gibi bir genellemeye varabiliriz. Mesela, Carlos Saura, “Goya en Burdeos” ile, 1999’da ünlü İspanyol ressam Francisco Goya’nın ülkesinden politik nedenlerle ayrılıp Fransa’nın Bordeaux kentinde geçirdiği son yıllarını anlatmayı seçiyor. Üstelik bunu yaparken en büyük kozu, kendisini rolüne adayan ve o yılın Oscar’larında iddialı olması beklenen yıldız bir oyuncu da değil. Filmin en önemli demirbaşı kim derseniz, Bernardo Bertolucci’nin hemen hemen her filminde, Coppola’nın en iddialı görsel çalışması “Kıyamet”te, Warren Beatty’nin “Dick Tracy”sinde çalışarak parmak ısırtacak bir kariyer inşa eden görüntü yönetmeni Vittorio Storaro cevabını veririz. Bir ressam filminin en büyük kozları yönetmeni ve görüntü yönetmeni olunca, tahmin edilebileceği gibi ressamın yapıtlarının sinemada canlandığı, çok katmanlı, en çok da bir rüyayı andıran bir film ortaya çıkıyor. Goya, filmde bozulan sağlığının da etkisiyle, hayatını gözden geçirirken, yapıtlarının canlandığı sanrılar görüyor; kızına hayatının bilinmeyen yönlerini anlatırken, izleyici ressamın değişen sanat tarzını gözlemleme şansını buluyor. Belki Saura, ressamın aristokrat, büyük aşkını göstermeyi de ihmal etmiyor ama bunun nedeni aşk mevzusunu öne çıkarmak değil. Alba Düşesi’nin ressamın tablolarından en ünlülerine modellik etmesi, ayrıca bu şahsiyetin ressamı Bordeaux’ya kadar kovalayan politik uyanışının da başlangıcına vesile olması, aşk episodunun neden filme dahil olduğunun tutarlı bir açıklaması gibi gözüküyor. Tüm bunları bir yana atsak bile, filmin atmosferine ressamın tabloları o kadar güzel yedirilmişti ki, hayatınızda Goya’ya ait tek bir tablo görmemiş olsanız bile, filmden sonra çoğuyla göz aşinalığı geliştirmeniz muhtemel…

Love Is the Devil Study for a Portrait of Francis Bacon

Bacon tablolarına hareket vermek: Kâbusun film kareleri

Ressam yaşamlarına, Saura ile benzer bir açıdan yaklaşan başka bir film de, biraz kıyıda köşede kalmış bir yapım, “Love Is the Devil Study for a Portrait of Francis Bacon”… “The Jacket” filmi ile 35 mm’lik film şeritlerini boyayan, çamaşır suyuna batıran ve ticari bir filme bile deneysel bir film gibi yaklaşan yönetmen John Maybury’nin imzasını taşıyan yapımda da, “The Jacket” gibi bir görsel çalışmaya başvuruluyor. Ama o filmde absürd kaçan bu yaklaşım, konu Francis Bacon gibi kâbusvari yapıtlar ortaya koyan bir ressam olunca saat gibi işliyor. Film, Bacon’un, evine bacadan düşen küçük çaplı hırsız George Dyer ile kurduğu yıkıcı ilişkiyi konu alıyor. Maybury, sürrealist sahnelere, bardak gibi şeylerin ardından çektiği bozulmuş kadrajlara başvuruyor ve filmin atmosferini bir bütün olarak değerlendirdiğinizde, ressamın tablolarına baktığımızda hissettiklerimize benzer bir hisse ulaşmayı başarıyor.

Bu tarz, ressamların hayatlarının, yönetmenin düşünce süzgecinden geçirilerek anlatıldığı filmlere örnek olarak rahatlıkla Derek Jarman’ın eşsiz “Caravaggio”sunu ve Carol Reed’in Michelangelo’nun hayatını anlattığı filmi “The Agony and the Ecstasy”yi de verebiliriz.

Frida

Düz ve yeknesak Hollywood biyografileri

Ressamların tablolarına benzer bir yapıda ilerlemeyen ve daha ziyade ressamın hayatı hakkında düz bilgiler vermeyi seçen filmlere geçersek, Hollywood etiketi ile karşılaşmamız olası. Hollywood filmleri bu tür düz filmler çekerken bile her zaman ressamların ünlü tablolarını filmde gösteremiyorlar. Zira bunun için ciddi bir bütçeye ihtiyaç duyuluyor ve paranın ibaresi de Hollywood’u ve filmlerin gişede iş yapmasını garantileyen yıldız oyuncuları işaret ediyor. Ancak “Surviving Picasso”yu çeken James Ivory gibi önemli bir yönetmen olsanız, hatta yanınıza Anthony Hopkins gibi bir ismi alsanız bile ressamın tablolarını filminizde gösterecek parayı bulamayabiliyorsunuz. Eğer “Surviving Picasso”da, ressam ünlü eseri Guernica’yı yaparken neden tablonun şöyle bir gözüktüğünü kendinize sorduysanız cevabı, bütçe gibi basit bir engele dayanıyor. Bütün bu nedenlerden, ressam biyografilerinin Hollywood kanadı, filmin gişede başarılı olmasını garantileyen formüller uyguluyor. Bu da, hayat hikâyesinin, ressamın sanatının altyapısını gösterme yanının boş verilip, rotanın fırtınalı ilişkilere çevrilmesi ve aşırı dramatik bir hikâyeye meyledilmesi olarak karşımıza çıkıyor. Hollywood kökenli ressam biyografileri skalasının iki ucundan iki örnekle, bu filmleri açıklayalım.

Skalanın başarı ucundan, 2002 tarihli, Meksikalı sürrealist ressam Frida Kahlo’nun hayatını anlatan “Frida”yı örnek olarak gösterebiliriz. Robert Rodriguez’in arzu nesnesi Salma Hayek ve kontrol altına alınmadığında abartılı oyunculuğu ile dehşet saçabilen Alfred Molina ikilisinin Frida ve Diego Rivera’yı canlandırması, kağıt üzerinde kan dondurucu gelse de, bu filmde iki oyuncu da abartıya kaçmadan rollerinin altından kalkabilmişlerdi. Renk ve kostüm alanındaki başarılı profili ile dikkat çeken yönetmen Julie Taymor’ın, filminin renklerini Kahlo’nun tablolarından beslenerek yarattığı renk paletinden devşirmesinin çok isabetli bir seçim olduğunu da es geçmemek gerekiyor. Tabii, filmin başarılı bir biyografi örneği sayılmasında, Kahlo’nun sanatının da etkisi yadsınamaz. Ne de olsa Kahlo, kendi kişisel deneyimlerini -otobüs kazası, hastalıkları, düşük- zihninin süzgecinden geçirerek tablolarına yansıtan bir ressam. Dolayısıyla bu deneyimlerin ve acıların tablolarında yerlerini almasını göstermek, hem onun sanatının, hem de yaşamının örtüşmesi anlamına geliyor ki, bu durum ister istemez yönetmene bir taşla iki kuş vurmak imkânı sağlıyor.

I Shot Andy Warhol

Hollywood’dan ressamlı bir “Scary Movie”

Hollywood skalasının kötü filmler ucuna meyil ettiğimizde, “Modigliani” (2000) açık arayla öne çıkıyor. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz Hollywood kalıpları bu filmde o kadar abartılmış ki, filmin amacı bu olmasa da, bu filmi Hollywood ressam biyografilerinin “Scary Movie”si, diğer bir deyişle parodisi olarak görmek mümkün. Fransa’da ikamet eden Musevi kökenli İtalyan ressam Modigliani’yi Andy Garcia canlandırıyor. Tarihsel bir gerçek olarak Modigliani’nin Picasso ile aynı dönemde yaşadığı, hatta ikilinin rekabet içinde olduğu bilinir. Ama bu filmdeki Modigliani ve Picasso’yu gördüğünüzde sıkı bir rekabet içindeki iki ressamı değil, “The Godfather”ı izliyormuş gibi hissetmeniz çok olası. Mesela Modigliani bir bara girdiğinde, Picasso, masasında duran silahına davranıyor. Filmin kötücülü Picasso ile sevimli ama serseri ressam Modigliani arasındaki şiddetli(!) rekabet filmin hikâye çizgilerinden birini sürüklerken, aşk hikâyesi de ihmal edilmemiş. Ressamın Jeanne Hébuterne ile fırtınalı ilişkisi “Love Story”i aratmazken, kızın kötü kalpli babası aşıkları ayırmaya, çocuklarını yetimhaneye vermeye çalışıyor. Bir de ünlü ressamların -tabii ki Picasso’nun da- katıldığı bir ressam yarışması meselesi var. Beş ressam heyecanla parallel kurguda yüzlerine gözlerine boya bulaştırarak resim yapıyorlar. Bu da filmin ana aksiyon kaynağı… Ressamı bu filmle tanıyıp, Modigliani’nin resimlerine gülmeden bakmak mümkün değil ama neyse ki ressamın hayatını eli yüzü düzgün bir biçimde anlatan Jacques Becker’ın yönettiği “Les Amants de Montparnasse” adında bir film de mevcut…

Bir yandan da, ressamları anlatmayı hedef seçmese de, fonda bu karakterlerden bahseden, yani onları yan karakterler olarak kullanan filmler de karşımıza çıkıyor. Bunların da, en önemli örneği, feministlerin en sert manifestolarından birine (SCUM Manifesto) imza atan Valerie Solanas’ın biyografisi şüphesiz. Solanas feminist çalışmalarından ziyade Andy Warhol’u vuran isim olarak tanındığı için, film “I Shot Andy Warhol” adını taşıyor. Lili Taylor, Solanas’ı canlandırırken, karakterin yolu Warhol ve ünlü Factory’si ile kesişiyor, tabii ki bu karşılaşmanın sonu filme adını veren olaya bağlanıyor. İzleyiciler, Solanas’ın peşinden giderken, film, Warhol’un da kısa ama uzun biyografik filmlere taş çıkartan bir portresini çizmeyi ihmal etmiyor. Popart’ın önderinin etrafındaki avangart topluluk, çılgın partilerle eğlenceye eğlence demezken, Solanas gibi bir köşeden gözlemci olarak etrafa bakınan Warhol’u gösteren sahne, doğru bir açı ve kamerayla tek bir sahnenin sinemada ne kadar güçlü olabileceğine dair bir kanıt niteliğinde. Bunun dışında da Warhol’u etrafındaki Paul Morrissey’li, Candy’li çalışma atmosferini kusursuz bir biçimde betimleyen yapım, belki direkt olarak Warhol’u anlatmıyor ama onu bir yan karakter olarak da azımsanamayacak derecede tanıtmayı başarıyor.

Sonuçta, ressam filmlerinin ne yaptığını bilen yönetmenlerin ellerinde benzersiz sinema yapıtlarına dönüşmesine de, iç bayıltıcı hikayeler olarak karşımıza çıkmasına da şahit olduğumuz için onlara temkinli yaklaşmamak elde değil. Yine de Oscar heykelcikleri, biyografik filmlerde kendilerini paralayan aktörlere bir ressam uzaklığında olduğundan, büyük endüstrinin bu konuya ilgisi durulacak gibi görünmüyor.