Utancın haritası: Blue Eye Samurai

Yazı: İlayda Güler

Logan, Blade Runner 2048 gibi yapımlarda parmağı olan Amber Noizumi ve Michael Green ikilisinin, etnik kökenini ve cinsiyet kimliğini gizlemek zorunda kalan bir kadın samurayın intikam yolculuğunu merkeze alan sekiz bölümlük animasyon serisi Blue Eye Samurai, Netflix üzerinden izlenebiliyor. Heyecan verici seslendirme kadrosunda Maya Erskine, George Takei, Masi Oka, Cary-Hiroyuki Tagawa, Brenda Song, Darren Barnet, Randall Park, Kenneth Branagh bulunuyor.

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

Dizinin yaratıcıları Amber Noizumi ve Michael Green’in mavi gözlü bir bebeği olmuş; ona “küçük mavi gözlü samurayımız” diye hitap etmeye başlamışlar. Bir tarafı Asyalı olan Noizumi’nin iki dünya arasında sıkışmış gibi hissetmesi “Ya bu duyguları, homojen Japonya’da geçen bir öyküye yerleştirirsek?” sorusunu doğurunca olanlar olmuş.

Zaman dilimi ve mekân

17. yüzyıl Japonya’sının kasabaları, limanları, genelevleri, sarayları arasında yaprak gibi savruluyoruz.

Konu nedir?

1633’te sınırlarını kapatarak, dünyanın geri kalanıyla ekonomik ve sosyal ilişkisini tamamen kesen Japonya’da, sadece melez olduğu için toplum tarafından canavar muamelesi görenlerden birinin, Mizu’nun öyküsü bu. İzolasyon döneminde içeride kalan dört beyaz adamdan bir tanesi vesilesiyle dünyaya geldiğini ele veren mavi gözleri; etrafındakiler nezdinde onu kusurlu hissettirmenin, yalnız bırakmanın, tehdit etmenin gerekçesi. Bu sert, sevgisiz düzeninin ortasında bir de kız çocuğu olunca, hayatta kalmak iyice zorlaşıyor ne yazık ki. Ardı arkası kesilmeyen travmalar arasında kadınlığından vazgeçmek zorunda kalarak büyürken, şans eseri rastladığı görme engelli bir kılıç ustasının bilgeliği eşliğinde kendini bir samuray olarak yetiştiriyor Mizu. Gün geliyor, kim olduğunu seçme hakkını çalanlardan intikam almak üzere kozasını delip geçiyor. Yolu epey çetrefilli ancak kararlılığı en büyük desteği.

İlk intiba

Kimliğini renkli camlı bir gözlük ve kocaman bir şapkanın arkasına sakladığı Clint Eastwood-vari imajıyla, tanışma ânından itibaren izleyeni etkisi altına alan Mizu’ya dair merak dozunu giderek yükselten, oldukça güçlü bir ilk bölümle açılıyor dizi. İyimserlik temsili çırak Ringo; dostluk üzerine düşündüren, geçmişin zorbası bugünün samurayı Taigen; yalnızca babası ile gelecekteki eşinin arzularını gerçekleştirmeye yarayacak bir nesne olmayı azimle reddeden prenses Akemi ve bölümler ilerledikçe karşılaştığımız diğer figürler, hem bireysel yolculukları hem de Mizu’yla kurdukları temasların verdiği ipuçlarıyla ekrana bağlıyor âdeta. Blue Eye Samurai’ın en belirgin özelliği, sürükleyiciliği. Niyetiniz varsa zamanınızı ayarlayıp bir oturuşta izleyin derim naçizane.

Karakterlerin görsel tasarımı ve mekân kurulumundaki estetik zevke, animasyon dilindeki inceliğe diyecek yok. Vurdulu kırdılı, kanlı revanlı işlerle pek arası olmayan beni bile dövüş sahnelerindeki detaylarla büyüledi; Kill Bill referanslarıyla gülümsetti. İlgili sahnenin ruhuyla eşleşecek biçimde gelenekselle moderni harmanlayan müzik tercihleri de pek iyi çalışıyor. Hâliyle veda ânı gelip çattığında, “Keşke ikinci sezonu hemen izleyebilsek.” diye iç geçirmeden edemedim.

En çok neyi sevdin?

İntikam arzusunda taraf olmamasını. Mizu üzerinden utanç duygusunun haritasını çıkarmasını. Utançtan ileri gelen öfkenin birini nasıl kör edeceğini, bağ kurmak istediği herkes tarafından terk edilmiş birinin ne denli acımasızlaşabileceğini; buna karşılık sevginin yaraları iyileştirme hızını, aşkın özkeşif için açtığı yolları göstermesini. Çeşitli uzuvlarını ya da yetilerini kaybetmiş karakterlerin yaşamı algılayış biçimlerine tanık eden anlar ve cinselliğin yaşandığı ya da konuşulduğu Game of Thrones ilhamlı sahneler aracılığıyla insan doğasına, duyusallığa, dürtüselliğe dair söylediklerini. Ataerkinin zalimliğine rağmen kadınların, yaşamlarının iplerini eline alacak stratejileri geliştirebilmek konusundaki yetkinliğine baktırma biçimini. En çok değilse de cinsiyet rollerinin kişiler üzerinde yarattığı tahribatla yüzleştirmeye yönelik buluşlarını da sevdim.

En az neyi sevdin?

Bir bölüm var ki aman aman. Üç aks arasında gezdiren kurgusuyla, yaşattığı duygu fırtınasıyla epey bir yoğunluk bırakıyor izleyen üzerinde. Bir yandan da feleğin atacak sillesi kaldı mı bu hanıma diye düşündürmeye başlıyor artık. Derken bir sonraki bölüm geliyor; bu kez buna azim dayansa fizik kanunları dayanmaz denecek koşullar karşısındaki yenilmezliğiyle şaşkınlığa sevk ediyor Mizu’muz. Şimdiye kadarki gerçekliğin ağırlığından kopup bir cep açmak; ekibe daha çok kreatif tatmin, seyirciye dövüş sahnelerinden endişesiz çıkma, Mizu’ya da ciddiyetiyle dalga geçme fırsatı vermek istediklerini düşünerek kendimi eğlenceye bırakmış olsam da devamındaki geri dönüşün keskinliği biraz canımı sıktı. Finale doğru hikâye giderek gevşedi, yavanlaştı, daha ziyade yan karakterlerle ilgili bazı kararlar aceleye getirildi gibi hissettim bir de. 

Bunu seven şunu da sever

İlk Siyah samuray animesi Yasuke olabilir. Tematik ortaklığını Flying Lotus imzalı nefis soundtrack albümüne dikkat çekmek için öne sürdüğümü hemen itiraf edeyim. Hirokazu Kore-eda’nın ötekiyi canavar olarak tanımlamanın çocuk dünyasındaki karşılıklarına bakan Kaibutsu / Monster’ı da bir başka seçenek olarak burada dursun.