Cannes izlenimleri: İlk haftanın en iyileri, hayal kırıklıkları

Yazı: Melikşah Altuntaş

76. Cannes Film Festivali’nde ilk haftayı geride bırakırken yarışma da hareketlenmeye başladı. Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne’sini takip eden günlerde, ikinci Altın Palmiye ihtimali konuşulan Ceylan’ın karşısına güçlü rakipler çıkmaya devam ediyor. Bazı sevilen yönetmenlerin hayal kırıklığı yaratan işleri de eksik olmuyor elbette.

Maiwenn’in Johnny Depp’li Jeanne du Barry’si ile açılan festival, henüz daha başlamadan, geçtiğimiz yıl da olduğu gibi online bilet sisteminin çökmesi ve basın mensupları başta olmak üzere endüstriden binlerce insanın doğru düzgün bir izleme ajandası oluşturamamasıyla söylenmelerin önünü açtı. Bilet sistemindeki kriz sonraki günlerde de devam ederken, Almodóvar ve Scorsese gibi yıldız yönetmenlerin, biletleri çıktığı gibi bitecek filmlerine yalnızca tek bir seans konması da hem yüzlerce sektör profesyonelinin bu filmleri Cannes’a kadar gelip izleyememesine neden oldu hem de saatler önce sıraya giren son dakikacılar dâhil, hâlihazırda bileti olan onlarca endüstri üyesinin içeri girememesi fiyaskosuna kadar uzandı. Tüm bu aksiliklere ikinci günden itibaren yoğun yağmur yağışı da eklenince film sıralarında perişanlıklar, kırmızı halıda asık suratlar kaçınılmaz hâle geldi. 

Ne olursa olsun Cannes Film Festivali tüm bu olumsuzluklara rağmen sinema sektörünün en önemli isimlerini bir araya getiren ve gerek filmlerden oluşan vitrini gerek de yıl boyu ilerleyecek sektörel ilişkilerin filizlendiği, satışların yapılıp anlaşmaların imzalandığı market bölümüyle dünya sinemasına yön veren merkezlerden biri olmayı sürdürüyor. Devasa salonlara şık kıyafetlerle doluşup, yıllar sonra sinema tarihine kazınacak olan bazı özel anları, o tarihi yazan öznelerle paylaşıp onları alkışlamanın (ya da bazen ince ince yuhalamanın) tadı bir başka. Peki festivalin spotlar altındaki ana yarışmasından ne haber?

Açılış fiyaskosu ve Kore-eda’nın Monster’ı

Maiwenn’in 70’li yıllar Yeşilçam’ından fırlamış gibi duran ve yaklaşık iki saat boyunca üzerimize sardığı klişe yumağını, tarihin en ayrıcaklı insanlarını örtük bir yerden kutsayarak empati de dilenen demode filmi Jeanne du Barry’nin açtığı resmî program, gerçek manada ertesi günkü ilk yarışma filmi Monster ile açıldı denebilir. 

Festivalin gediklilerinden Hirokazu Kore-eda’nın geçen yılki vasat filmi Broker’ın ardından bir kez daha dokunaklı bir melodramla karşımıza çıktığı filmi, yaklaşık 30 yıl sonra ilk kez kendisinin kaleme almadığı bir senaryoya dayanıyor. Son derece naif ve incelikli bir öyküyü, haddinden fazla oyuncaklı bir senaryo kurgusuyla, yer yer seyircisini aptal yerine koymayı dahi göze almış bir şekilde önümüze getiren filmde Kore-eda bildiğiniz gibi. Yine bir an bile sıkılmadan izlediğiniz bir merak duygusu ile insanın içini ezmeyi başaran bir öyküyle savruluyorsunuz ancak geride dişe dokunur çok az şey kalıyor. Yine de Stand by Me ile Lukas Dhont’un Close’unun birleşimi gibi duran ilginç bir Kore-eda filmi bu.

İki yıl önce La Fracture ile yarışmada arzı endam eden Catherine Corsini’nin geçmişiyle yüzleşmek pahasına toprağına dönen bir anne ile iki kızının öyküsünü anlattığı son filmi Homecoming ise en basit tabirle “Cannes Ana Yarışma kumaşına” sahip olmayan bir film. Corsini hikâye anlatımı konusunda sorun yaşayabilecek bir yönetmen olmamakla birlikte, yaklaşık iki saatlik filminin hiçbir ânında parlak bir sinemasal duygu yaratmaya da yanaşmıyor. Böyle olunca elimizde kuru bir kıssadan hisse melodramı kalıveriyor. 

Ana Yarışma’da gerçek bir ömür törpüsü

Çin sinemasının nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden Wang Bing’in beş yıl boyunca Şangay yakınlarındaki Liming bölgesinde yer alan konfeksiyon atölyelerini merkez alan ve buralarda çalışan binlerce genç işçinin gündelik hayatını gözler önüne seren üç buçuk saatlik belgeseli Youth (Spring) ise bu yılki yarışmanın en ayrıksı işlerinden biri. Ancak keşke bunu olumlu anlamda söylemek mümkün olsaydı. 

Wang Bing’in beş yıllık malzemesini yan yana getirip bağlamış gibi hissettiren; hiçbir metinsel odak, kurgu fikri ya da sinemasal dokunuş içermeyen belgeseli; usta yönetmenlerin TikTok çağıyla uyumsuzluğunun çok uzun ve yorucu bir inceleme çalışması gibi. Tüm derdini anladığınız birkaç dakikalık bir videonun, neredeyse tekrar eden bir görsel ve işitsel materyal yığınıyla üç saat daha sürmesi olarak özetlenebilecek bir film Youth (Spring). Filmin adındaki parantez içli kelime ise yönetmenin tasarladığı bir üçlemenin ilk halkasında olduğumuza işaret ediyor ki fikri bile nefes kesici (!).

Dökümanterinin nesneleri hâline gelen gençleri bile birbirlerinden yalnızca isimleriyle ayırıp, hepsini aynı hapis hayatı içinde, tıpkılıklarıyla genelleyen; hepsine yaklaşan ama hiçbirine dokunmayan ve tüm bunları yaparken de -muhtemelen- o gençlerden kamera yokmuş gibi davranmalarını bekleyen bir “gözlemci” yönetmenin varlığı tarafından üç buçuk saatliğine kaçırılmış gibi hissettiğiniz filmin kapanış jeneriği öncesinde verilen birkaç satırlık istatistik de tüm bu üç buçuk saatlik tecrübeden daha etkileyici maalesef. Yakın tarihli ve upuzun süreli başarılı bir gözlemci belgesel için iki yıl öncesinin Berlinale ödüllülerinden Mr. Bachmann and His Class’ı hatırlamanızı ya da izlemediyseniz bu filme ayıracağınız sürenin üstüne yarım saat daha koyarak o esere yönelmenizi öneririm.

Jonathan Glazer’dan parlak bir kâbus: The Zone of Interest

Yarışmanın net bir biçimde hareketlenmesi Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne’si ile gerçekleşti demek ise abartılı olmaz. Zira aynı gün üst üste Jonathan Glazer imzalı The Zone of Interest ve Kaouther Ben Hania’nın Four Daughters’ını da izleyince yarışmanın heyecanını iliklerimize kadar hissettik. Kuru Otlar Üstüne’ye dair ilk inceleme yazısını da buradan okuyabilirsiniz.

Kariyeri birbirinden tuhaf ve nefes kesen filmlerden oluşan Jonathan Glazer’ın, sinemasal düzlemde ele alınması en zor ve hassas konulardan biri olan Yahudi soykırımı meselesine, benzersiz bir kan donduruculukla yaklaştığı ve etkisi insanın üzerinden uzun süre silinmeyecek filmi The Zone of Interest, görsel ve işitsel seçimleri ve işçiliğiyle de ayrı bir takdiri hak ediyor. Henüz filmin başında uzun süre karanlıkta kaldığımız giriş kısmında bizi Johnnie Burn’ün cehennemvari bir ses tasarımı karşılıyor ve film boyunca bu sesler ile Mica Levi’nin olağanüstü tekinsiz temaları, karşı karşıya kaldığımız kâbusu yalnızca duyu yoluyla dahi zihnimize kazımayı başarıyor.  

İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz kampı kenarındaki bir Nazi subayının eşi ve çocuklarıyla yaşadığı malikanedeki “parlatılmış” günlük yaşamını takip eden film, kadraja girip çıkanlar ve hatta doğrudan kadrajın sınırları üzerinden, yaşamı çevreleyen tüm kötülük ve karmaşanın fotoğrafını çekiyor. Glazer’ın filmin merkezindeki bu evin içine yerleştirdiği on sabit kamera ile aynı anda yapılmış kayıtlar, tüm karakterlere eşit mesafeden bakan geometrik kadrajlar ve tüm bu malzemenin kurgulanma şekli ortaya benzersiz tuhaflıkta bir izleme tecrübesi çıkarıyor. Görüntü yönetmeni Lukasz Zal ile kurgucu Paul Watts başta olmak üzere bütün teknik ekip ve oyuncularının Glazer dünyasının tekinsizliğini eşit bir başarıyla desteklediği film, şimdilik yarışmanın en iyilerinden ve hatta bana sorarsanız hepsinden bir adım yukarıda. 

Todd Haynes’in camp cümbüşü May December ve diğerleri

Carol ve Wonderstruck ile peş peşe Ana Yarışma’da arz-ı endam eden Todd Haynes’in 90’lı yılların erotik soslu camp gerilimleriyle kafa bulurken, gedikli başrolü Julianne Moore’a muazzam bir artikülasyon problemi armağan edip, yanına Natalie Portman’ı ekleyerek yetenekli oyuncu izleme hazzını doruklara çıkardığı son filmi May December da yarışmanın soluk aldıran başarılı filmlerinden bir diğeri. 

Filmin hikâyesini, bazı sürpriz detayları deşifre etmeden anlatabilmenin bir yolunu bulmak güç olsa da May December’ın yılın seyir zevki en yüksek işlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Yalnızca Michel Legrand’ın The Go-Between için bestelediği efsane tema müziğinin tekrarlı kullanımı ve Moore ile Portman’ın ikinci Oscar’larının peşine düştükleri, yan yana sahnelerinde doruğa çıkan performansları için bile tekrar tekrar görülmeye değer bir modern kült klasiğimiz oldu.

Kaouther Ben Hania’nın döküdrama belgeselciliğin sınırlarını belirsizleştirdiği nevi şahsına münhasır filmi Four Daughters da bu yılki yarışmanın en başarılı işlerinden bir diğeri. Sean Penn ve Tye Sheridan’ın döktürdüğü Se7env-ari bir gerilim olan Black Flies hedefi ıskalasa da Jean-Stephane Sauvaire gibi atmosfer yaratma becerisi yüksek bir yönetmeni Ana Yarışma’da görmek mutluluk vericiydi. Birkaç sezon önce izlediğimiz Sibel’in de senaristlerinden biri olan Ramata-Toulaye Sy imzalı, yarışmada bu yılın tek ilk filmi olan Banel & Amada ise ne yazık ki güçlü görselliğine eşlik eden kuru anlatısıyla son derece zayıf bir film.