April Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Dank’ı takiben Sinem Sal’la sohbete koyulma işini, Sal’ın aynı zamanda arkadaşı olan yazar ve senarist Ercan Mehmet Erdem üstlendi.


Sinem Sal’ın April Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Dank, küçük cinnetlerin, fevkalade ölümlerin, kimi yüzleşmelerin, güzel cümlelerin ve toplumsal buhranların bireysel yansımalarının öykülerini konu ediyor. Şiirleri ve OT dergisinde yayınlanan yazılarıyla kendine has bir takipçi bir kitlesi yakalayan Sal’ın öyküleri, dile olan hakimiyeti kadar kurguya ve hikaye anlatımına olan yetkinliğini de kanıtlıyor. Kısa, vurucu cümleler, bir çırpıda biten ama enseye tokat gibi inen öykülerden oluşan, içindeki karakterler öldükçe, öldürdükçe ağırlaşacağı yerde hafifleyen bir kitap Dank. Henüz okumadıysanız, hemen edinmeniz ve içine gömülmeniz gereken bir kitap… Bizim için bu yazın favori kitaplarından birinin yazarını da sayfalarımıza konuk etmeden duramazdık. Yazılarını, arkasında yatan tetikleri, ilhamları, şiirden öyküye geçen yolu irdeleme işini ise Sinem Sal’ın arkadaşı, yazar ve senarist Ercan Mehmet Erdem üstlendi. Emrah Serbes’in Her Temas İz Bırakır’ını Behzat Ç. ismiyle senaryolaştırarak televizyon tarihine kazandıran Erdem ayrıca OT dergisine yazdığı öykülerle de tanınıyor. Kendisine bizim adımıza Sal’ı sorguya çektiği için teşekkür ediyor ve sözü onlara bırakıyoruz.

Image

“ŞİİR HİSSETTİĞİM BİR ŞEYLE BAŞA ÇIKAMADIĞINDA YAZILIRMIŞ GİBİ HİSSEDİYORUM. DAHA HAYATİ BİR MESELE. AMA ÖYKÜ DAHA FARKLI BENCE.”

Ercan Mehmet Erdem: Sinem, seninle OT dergisin yayın hayatına başladığında derginin yazarlarının buluştuğu bir gecede tanışmıştık. Çok sık görüşemediğimizde bile yazılarımız vasıtasıyla birbirimizi hep takip ettik. Seni takip çok kolaydı çünkü sürekli üretim halindesin.

Sinem Sal: Üretim halindeyiz. Sen de o süreye dergilerdeki hikâyelerin üstüne iki dizi daha sığdırdın. Üçüncüye başladın. Benim son iki yılım biraz fazla üretim halinde geçti galiba ama haklısın. Şu sıralar yeniden sadece almaya ihtiyaç duyuyorum.

EME: Dergide epey pratik yaptıktan sonra ilk öykü kitabın geldi. Şiirle onca zaman uğraştıktan sonra öykü yazarken ne gibi zorluklar yaşadın merak ediyorum.

SS: Gelsin beklenen soru. Valla pişmanım şiir yazdığıma. Bana çok da farklı şeylermiş gibi gelmiyor. Sanki bir enstrüman çalabiliyorum ve arada şarkı da söyleyebiliyorum gibi. Yani ne kadar becerebildiğimden söz etmiyorum elbette. Sadece bence şiirin kendi zamanı var gerçekten. Bir masanın başına oturduğum zaman bir şiir kuramam. Ben anladığımızda hafifleyeceğimize inanıyorum. Hayatımın çoğu yerini zorlayan, genişleten duygu da bu. O yüzden şiir bende bundan fazla var demek gibi geliyor bana. Hissettiğim bir şeyle başa çıkamadığında yazılırmış gibi hissediyorum. Daha hayati bir mesele. Ama öykü daha farklı bence. Zihnimde önce bir dert oluyor benim. Sonra o derdin şekillendirdiği bir sahne ve tek sahnenin görüntüsüne yaklaşa yaklaşa kurguyu ve karakterleri oluşturuyorum. Sen de öyküler yazdın dergiye. Bir yandan da senaryo. Yakın gibi görünse de dilleri farklı.

EME: Öykü yazdığımda şunu fark ettim: Çok az betimleme yapıp çok fazla diyalog yazıyorum. Aynı zamanda bu bir tercihti elbette ama yılların getirdiği bir alışkanlığın da izdüşümüydü aslında. Şiirden öyküye geçişinde olumlu ya da olumsuz olarak fark ettiğin bu gibi durumlar oldu mu hiç?

SS: Bu sorularla karşılaşacağımı bildiğimden tedirgin olduğum zamanlar oldu aslında. Dank’a dönüp baktığımda bunları görebiliyorum. Metnin içine daha içten yerleşebileceğim bazı anlarda, nadir de olsa, dışarıda kaldım. Bazı hikâyeleri gerçekten defalarca yazdım. İyi yanıysa sanırım şiir yazmam, doğru kelime ihtiyacını tespit etmemi sağlamış olabilir. Kısa cümlelerin gücüne inanıyorum. Desteği kendinden.

Image

“…KENDİME ÖNCE BİR DUYGU YA DA DERT SEÇİYORUM. SONRA ONUN ETRAFINDA CANLANMAYA BAŞLIYOR HİKÂYE. ÖLÜM, BENİ TETİKLİYOR.”

EME: Ölüm, kafamı en çok kurcalayan konulardan biridir. Dünyanın başına bela olan inanç sistemlerinin bel kemiğini de oluşturur, doğanın mucizesini de hissettirir. Behzat Ç.’yi yazdığım dönemde birçok cinayet hikâyesi işledim, biraz da insanı anlamanın çetrefilli yollarında gezinmek gibiydi. Dank’taki öykülerinde ölümün, cinayetin, intiharın kıyılarında dolaşmanı çok sevdim. Böylesi bir konuyu ele almanın sebebi neydi?

SS: Seninle aramızdaki fark bu gibi geliyor bana. Ben aslında az önce dediğim gibi kendime önce bir duygu ya da dert seçiyorum. Sonra onun etrafında canlanmaya başlıyor hikâye. Ölüm, beni tetikliyor. Hiç başımıza gelmeyen bir bilinmeyenden ve keskin yaşanan bir durumdan bu kadar korkmayı anlamsız buluyorum bir yanıyla. Ama kişisel tarihime dönersek, on üç öykünün hemen hepsinde bu kadar çok ölümü işleyen biri olarak tek derdim var galiba, onu kabullenmek. O yüzden bütün karakterlerim sıradan. Hatta neredeyse güçsüzler. Fakat bir canlının öldüğü an ikisi birbirine denktir. Yani tüm hücrelerin hayatta kalmak için tepiniyorken aynı anda teslim olmaya başlıyorsun. Bana büyük bir aydınlanma gibi geliyor. Aslında ölümden çok bu anı anlattım. Tam da bu sebepten karakterlerin hepsi sıradanken, baskı altına girdiklerinde verdikleri tepki, eylemleri sıra dışıydı.

EME: Kitaptaki öyküleri iki başlığa ayırmışsın: Yiv ve Set. Bana tuhaf bir çağrışımı oldu bunun. Askerde elime tutuşturulan G-3 piyade tüfeğinin lanet olası özelliklerini ezberlettikleri o günleri anımsadım.

SS: Travma tetikçisiyim.

EME: Tüfekte dört yiv ve dört set bulunur, bu sayede mermi namlu ağzından dönerek çıkar ve saplandığı kişiyi parçalayarak öldürür. Kısaca silah yaralamaya değil öldürmeye yöneliktir. Askerliğini doğuştan bedelli yapmış bir insansın, sendeki çağrışımı neydi bu kelimelerin?

SS: Öncelikle ben silah kullansam kesin yaralardım. İstemeden. Hatta kitapta bir hikâyede intihar etmeye karar veren adam, son anda yanlışlıkla tepesinde uçuşan güzelim kuşları indiriyor yere. Onun gibi. Dank’taki hikâyeler ikiye ayrılıyor. İlk bölümde aile hikâyeleri var. İkinci bölümdeyse daha çok gizli teşkilatlar, toplumun altından yürüyen örgütler var. Hayatımızın bir bölümü aile köklerimizden geliyor. Oraya yerleştiriliyoruz. Oradan ateşleniyoruz, öne atılıyoruz hatta. Hızını veren ve aileni şekillendiren, baskılayan da toplum. İkinci bölümün hikâyelerinin adı o yüzden namludaki o çıkıntı kısımdan aldı adını. Senden daha yüksek, seni saran ama aslında korumayan toplum. 

“DEVLET VARDIR, BAYRAKLAR VARDIR, MARŞLAR VARDIR VE BU YETERİNCE ACI BİR DURUM.”

EME: Yazdığın kimi öykülerde siyasi birtakım çıkarımlarda bulunuyorsun. Senin de benim de gazetelerde günlük siyasi yorum yazıları yazabilecek kişiler olduğumuzu düşünmüyorum çünkü “günlük” olanın geçiciliğine tanık oluyoruz her defasında. Ülkedeki siyasal atmosferi öykülerinde değerlendirirken “kalıcı” olması için neleri göz önünde bulunduruyorsun?

SS: BirGün gazetesinde iki yıla yakın hikâye yazdım ve aynı şeyi hissettim. Ama farklı bir deneyimdi. Beni de bir yere yetiştirdi o hikâyeler. Gazete okuru anlattığının güncelliğinden de ziyade gerçekliğiyle o kadar ilgileniyor ki bence… Pazar ekinde seni okurken, ona beynindeki hayalleri çok da anlatmanı istemiyor. Her hafta gündeme dair bir konu seçip sonrasında hikâyeyi kurdum gazeteye yazarken. Dank’a gelecek olursam… Önceden de söylemiştim bunu hatta, Türkiye’de geçiyor benim hikâyelerim. Bursa’da, İstanbul’da, İzmir’de… Bu sokaklarda yürüyor karakterlerim. Beynimde canlandırırken bu sokakta birkaç senedir öldürülen insanları unutursam, haksızlık edermişim gibi geliyor. Kitaptaki her şey çağın gerisinde kalsa, özgürlük duygusunu boğan iktidara baş kaldırma hissi sanırım hep güncel olur. Çünkü öykülerdeki siyasi tavır şu aslında: Devlet vardır, bayraklar vardır, marşlar vardır ve bu yeterince acı bir durum.

EME: Sokağın senin için önemli olduğunu biliyorum. Öykülerinde de hayatın içinden bir tavır var, yabancılık çekmiyorsun okurken.

SS.: Neyse ki bu kitapta eve taşındım. Yine de Âmin’in büyük kısmını otobüste yazmıştım. Akbil sesleriyle. Sanırım 2010’larda Türkiye’de üretilen çoğu şeyde sokak var. Çünkü hızla değişiyor. Belki kayda düşmek istiyoruz farkında olmadan bilmiyorum.

Image

EME: Bir yazarın kendi üslubunu yaratmasının en zor meselelerden biri olduğunu düşünüyorum. Hikâyenin kendisinden bile zor. Bu kitapta Sinem Sal üslubu var. Karakter ve hikâyelerini genel hatlarıyla oluşturduktan sonra yazmaya geçtiğinde “üslup” meselesine nasıl yaklaşıyorsun?

SS: Saçma olacak ama aklıma ilk bu örnek geldi şu an. Rendelemek gibi bence. Ciddiyim. Eline ne alırsan al, o kalıptan dökülüyor. İriliği, inceliği tanıdık. Atmosferin az çok belli. Bu konuda okura bir güven vermelisin bence. Eline alacağın kitapta ve bundan sonrasında seni az çok böyle bir şey bekliyor diyebilmelisin. Elbette şaşırmalı ama bunu kurguyla yapıyorsun sanırım. Benim bazı yazarlara ihtiyaç duyduğum bazı anlar var. Kahve içerken kimi okuyacağıma, yatakta uzanırken kimin dünyasına kapılacağıma aslında o kitapların yazarları karar vermiş gibi hissediyorum. Nasıl anlattığı buraları belirliyor sanki.

“YENİ HAYALİM O ZATEN. BİRİ FİLME ÇEKSİN. SONRA DA KİTABI DAHA GÜZELDİ DESİNLER.”

EME: Bundan sonraki çalışmalarınla ilgili nasıl bir yol izleyeceksin? Yeni öyküler, şiirler gelecektir elbette. Belki bir gün de sinemayla uğraşmayı düşünürsün, nasıl bir senaryo yazacağını merak ediyorum. Sinemayla ilişkini sorarak bitireyim.

SS: Ben unutuyorum. Çok garip bir şekilde izlediğimi unutuyorum. Sinemayla ilişkim bu yönde. Oldukça rahat. Ama hikâyelerimi kurgularken birkaç senaryo kitabındaki çalışma sistemine oturttum. Evde Dank için oluşturduğum on üç tane tahta var mesela. Karakterler, bölümler, değişimler… Hepsini hikâyeyi yazmaya başlamadan önce detaylandırdım. Sonra birkaç yönetmene zorla okuttum yazdıklarımı. Hepsi de “Hmmm, film gibi,” dedi ama yönetmen koltuğuna geçmedi.

EME: Var mı böyle bir isteğin?

SS: İstek mi bilmiyorum da merakım var. Yani benim odamda, kafamın içinde yarattığım karakterlerden birini şu an bizle iki sandalye ötede oturan bir oyuncu canlandırsa nasıl olur diye bir merak. Bir de ben öykü yazarken çok bunaldım. Dünyanın hem en yalnız anı, hem de hiç olmadığın tek an aslında. O yüzden en yakınımdakiler çok çile çekti. Yazdıkça hikâyeleri okuttuğum birkaç arkadaşım vardı. Artık aramıza mesafe koyduk. O bir yerde uzlaşma hali bana çekici geliyor sinemada. Sen varsın, oyuncular var, yönetmen var… Tüm o meydan okumalardan sonra ortaya çıkacak olan beni heyecanlandırıyor. Yeni hayalim o zaten. Biri filme çeksin. Sonra da kitabı daha güzeldi desinler.

Image
  1. Uzaktan bakın: Fred Abuga

    “Sonsuzluğa kadar vuruş eklemeye devam edebilirim...”

  2. “Geleceği olmayan topraklarda yaşam”: Gohar Dashti

    “Bence savaş ve yaşam birbirinden ayrılamaz iki olgu. Birbirleriyle beraber ve birbirlerine paralel yaşıyorlar...”

  3. Unutturulmaya çalışılanlara, saklananlara karşı: Molly Crabapple

    Antakya’da bulunan mülteci kampından attığı tweet’lerle radarımıza düşen Molly Crabapple’la savaş, üretim, kadın ve eylül ayında açılacak yeni sergisi Annonated Muses üzerine sohbet ettik.

  4. Travma tetikçisi “Dank”: Sinem Sal – Ercan Mehmet Erdem

    April Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Dank’ı takiben Sinem Sal’la sohbete koyulma işini, Sal’ın aynı zamanda arkadaşı olan yazar ve senarist Ercan Mehmet Erdem üstlendi.

  5. A’dan Z’ye: Morrissey

    Televizyon dizileri, yazarlar, futbolcular, mekânlar, The Smiths ve dahası...

  6. “The Bride”ın ardından: Albümlerin anlattığı hikâyeler

    Bat For Lashes’ın hayali bir karakterin hikâyesini anlatan The Bride albümünün ardından, müzik tarihinden albümlerle anlatılmış ilginç hikâyeleri hatırlıyoruz.

  7. Herkese karşı: Death Grips

    Sacramento çıkışlı tekinsiz üçlüye dair hikâyeler, efsaneler, söylentiler...

  8. Soyuz Microphones ve son Brazzaville albümü üzerine: David Brown

    Brazzaville’le iki yılın ardından yeni bir albüm yayınlayan David Brown’la hem albüm hem de son iki yıldır epey mesai harcadığı Soyuz Microphones’u konuştuk.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Bir ustaya kendi kelimeleriyle veda: Abbas Kiarostami

    İran Yeni Dalgası’nın öncü isimlerinden, her daim şiirsel bir dile sahip nefis filmlerin yazarı ve yönetmeni Abbas Kiarostami’yi geçtiğimiz ay acı bir hastalığa kurban verdikten sonra, onu kendi kurduğu büyüleyici sözlerle uğurluyoruz.

  11. Beyazperdenin şairleri, romancıları: Gerçek yazar biyografileri

    Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarıştıktan sonra yaz ortalarına doğru gösterime giren ve Thomas Wolfe’un edebiyat dünyasındaki yükselişini konu eden Genius’tan yola çıkarak beyazperdenin gerçek şair ve romancıları arasında gezinelim dedik.

  12. Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i şerefine: Bomba yönetmenlerin patlak filmleri

    Geçen yıl Cannes Film Festivali’nde ibretlik kötü eleştiriler aldıktan sonra kayıplara karışan Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i nihayet vizyona girmişken, beyazperdenin diğer yönetmen hüsranlarını anımsayalım dedik.

  13. Karışık bir kariyer hakkında 20 gerekli gereksiz bilgi: Matthew McConaughey

    Bugünlerde peş peşe haftalarda Gus Van Sant’ın Sea of Trees’i ve Gary Ross’un Free State of Jones’unda karşımıza çıkan Matthew McConaughey hakkında gerekli gereksiz kariyer notlarını bir araya topladık.

  14. Ebru Yıldız’ın gözünden Death By Audio’nun son günleri: We’ve Come So Far

    İki yıl önce kapıları kapanan kült konser salonu Death By Audio’nun son 75 gününü fotoğraflayan Ebru Yıldız’la We’ve Come So Far isimli bu ay yayınlanan kitabı üzerine...

  15. Günlük görsellerden ufak tarihçeler yaratmak: Jason Lazarus

    “Arşivler hakkında daha fazla şey öğrendikçe nesnellik ve düzenden ziyade gittikçe özgünlüğü ve içgüdüyü kucaklamayı istedim...”

  16. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler