Portecho ve Mira gibi gruplarıyla 2000’lerde yerli müziğin seyrine renkli dokunuşlar yapan Tan Tunçağ’ın son yıllarda meşgul olduğu solo projesi Cava Grande, ikinci stüdyo albümünü yayımladı. Hollow Shell’in ardındakileri ve geride kalan bir yılın üretimlerine etkisini Tunçağ’dan dinledik.
Sohbetin tamamı önümüzdeki günlerde Bant Mag. podcast kanallarında olacak.
“Ne kadar tecrübeli olursanız olun, yeni bir projeye başladığınız zaman başka bir yeniliğe adım atmış oluyorsunuz. Yeniden amatör gibi hissediyorsunuz esasen.”
Geçtiğimiz yıl yayımladığın birkaç parçayla ipuçlarını verdiğin albümün Hollow Shell’in yaratım sürecinden bahseder misin? Kafanda bir bütün olarak oluştuğu andan itibaren bu zamana kadar nasıl gelişti?
Aslında, bu albümün parçalarını yazmaya 2018 sonunda başladım. İlk büyük konserimiz de, aynı yıl, Zorlu’da gerçekleşen MIX Festival ile oldu. Geçen sene, albüm öncesi yayımladığım tekli “The Pond”u da, yine aynı mekânda, Sonar Festivali’nde çalmıştık. Yeni albüm için yazdığım ilk şarkı olmasının yanı sıra “The Pond” albümün tarzını ve ilerleyişini de belirlemiş oldu. Worm Universe’den farklı olarak Hollow Shell’de beş şarkıda vokal bulunuyor. Açıkçası çekiniyordum bu anlamda. Portecho’da ürettiklerimin benzerini yapmak; daha önce yaptığım işleri tekrar etmek istemiyordum. Portecho için de “dağıldı” diyemeyiz, ara verdik ve kendi işlerimize yoğunlaştık daha çok. Deniz Cuylan, Los Angeles’ta yaşıyor bir süredir. Konser vermek için buraya gelmesi pek kolay olmuyordu zaten. Ayrıca, 2016-2017 yılları da, çeşitli sebepler dolayısıyla konser vermek için genel anlamda zor bir dönemdi; biz de üretmek için gerekli enerjiyi kendimizde bulamadık. Ardından, Cava Grande projesini gerçekleştirmeye başladığımda Portecho’dan daha farklı bir yolda ilerleyerek değişik bir şeyler denemeye karar verdim. En başta daha ambient bir müzik yapmaya giriştim. Worm Universe tam olarak o düzlemde çıkmadı. Ritmik ilerleyen bir müziğe evrileceğini düşünmemiştim. Son albümüm daha dans odaklı olmasına rağmen, konserlerde dinleyicinin en çok coştuğu iki parça yine Worm Universe’ten “Our Weakness” ve “Day Zero”. Konserinin sonunda çalınca herkesin delicesine tepindiği parçalar yine ilk albümden yani.
Bugün Hollow Shell’i tekrar dinlediğimde, bu albümün Cava Grande ile ilgili kafamda ilk canlanan manzaraya biraz daha yakın olduğunu düşündüm. Bu üretimlere ilk başladığın dönemde, hatta albüm de çıkmadan önce verdiğin Sofar performansın ile müziğine dair oluşan izlenimim daha atmosferik bir paralelde ilerlediğin yönündeydi. Enstrümasyon çeşitlenmiş ve ses paleti genişlemiş olsa da yönelimin tekrar bu noktaya dönmüş gibi. Sen ne düşünüyorsun bu anlamda?
Kesinlikle. Aynı zamanda, bu bir kendini arayıp bulma süreci. Ne kadar tecrübeli olursanız olun, yeni bir projeye başladığınız zaman başka bir yeniliğe adım atmış oluyorsunuz. Yeniden amatör gibi hissediyorsunuz esasen. Dolayısıyla, ben de “Cava Grande’nin müziği nasıl olacak?” veya “Kendine has bir müzikal çizgisi olacak mı?” diye çok düşündüm. O arayış süreci biraz zordu ama sanırım bu albümde biraz daha buldum aradığım noktayı. Aslında, o noktaya yaklaşmanın sebeplerinden biri de 2018-2019 yılında verdiğim güzel konserler oldu. Mesela Demonation bu zamana kadar çaldığımız, açık ara, en muhteşem konserdi.
Özlediğimiz günler diyebiliriz.
Evet, Babylon’da herkesin tıklım tıkış, ter içinde dans ettiği muazzam bir geceydi. Bu süreçler ve olaylar da albümün oluşmasında etki sahibi oldu. Parçalara vokal eklemek de cesaret isteyen bir durumdu açıkçası, nasıl bir vokal ekleyeceğimden emin değildim. Çevremdeki bazı insanlar da beni yüreklendirdi bu anlamda. Nasıl bir vokal yapmak istediğimi bilmiyordum, klasik şarkı formatında yazmak istemediğimi düşündüm. Zaten, vokal bulunan parçalarım alışılmış biçimdekiler gibi değil. Ya sırf nakarat ya da sırf verse’den oluşan farklı yapıları var hepsinin.
Vokal eklenmesi hangi aşamada oldu peki? Hazırlanmış prodüksiyonun üzerine mi eklendi yoksa ilk aşamada vokal ile başlayıp sonrasında mı ilerledin bu albümde?
İşin enteresan yanı, hiçbir zaman o şekilde başlamadım. Portecho için de durum farklı değildi. Müzik kariyerimde, klavyenin veya gitarın başına oturup beste üzerine şarkı söylediğimi çok hatırlamıyorum. Öncelikli olarak, mutlaka iyi bir fikir veya iyi bir armoni aradım. Sonrasında, ortaya çıkan şeyin üzerinde vokalin nasıl duracağını tespit etmeye çalıştım. Portecho’da da en başta bir riff ya da bas groove’u bulurduk ve ondan yola çıkardık. Vokali daima sonradan koydum üzerine. Bu anlamda, “The Pond” parçası çok ilginç oldu. Bundan dört-beş sene önce yazmış olduğum başka bir parça aslında. İkisinin de melodisi çok benziyor; vuruşları da aynı ama o ilk yazdığım parça kesinlikle istediğim düzeyde değildi. Bu yüzden rafa kaldırmıştım. Ardından, “The Pond”un akorlarını yazdığımda, aynı zamanda söz arayışına da girdim. Uzun zamandır söz yazmadığım için de biraz zorlanmıştım. Ben de eski yazdıklarımı inceledim. İki parçanın vuruşlarının ve melodilerinin de uyduğunu fark ederek bahsettiğim şarkının sözlerini kullandım. Doğal bir şekilde gelişti açıkçası, süreç de kendisini getirdi. Sonar gibi büyük bir organizyondan çalma teklifi geldiğinde, müzikal anlamda standart yükseltmem gerektiğini düşündüm kendi kendime. Mesela, aletlerin hepsini o şekilde aldım. Daha iyisini yapmak, yeni sesler denemek gerektiğini düşündüm. Caz Festivali’nde çıkmak, HVOB’nin ön grubu olmak gibi olaylar kendimi geliştirmem için motivasyon oldular bir anlamda.
Bütün enerjini, tüm dönüşümü konserler ile ilişkilendirdiğin bir iş senin için Cava Grande. Şüphesiz, müziğinin gelişiminde konserlerin etkisi çok büyük. Albümünü, konser vermenin ve bu şarkıları canlı olarak çalmanın pek mümkün gözükmediği bir dönemde çıkarmış olmak can sıkıcı olsa gerek.
Sahiden öyle. Albüm 2019 sonunda zaten hazırdı ve 2020 başlarında yayımlamak istiyordum. Pandemi çıkınca biraz bekletmek istedim, hatırlarsan, o dönemde bilinmezlik de vardı hepimiz için. Yaz gelmeden durumların düzeleceği düşünülüyordu. Ben de konserlerin tekrar başlama ihtimaline karşı albüm çıkışını erteledim. Sonrasında da, olumlu bir düzelme olmadığını görünce, beklemekten vazgeçerek yayımladım albümü. Yakın bir zamanda eski düzenimize geri dönmemizin de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bunun yanında, albümü bitirdikten sonra, konserlere başlamayı planladığım bir dönemdi. Tarihleri netleşmiş üç tane yurt dışı konseri de vardı. Onlara odaklanmıştım, tekrardan yeni işler üretecek bir ruh hâlinde değildim dolayısıyla. Pandemi süreci, kendi açımdan müzikal anlamda üretimde bulunarak geçmedi bu yüzden. Yeni yeni, hatta çekinerek; kendime yeterince güvenemeden bir şeyler yapmaya başladım. Konuştuğum birçok müzisyen arkadaşımın da benzer duyguları paylaştığını öğrendim. Yine de kendi açımdan, bundan sonrası için üretim dolu bir dönem olacağını düşünüyorum.
“Üretimler dinleyiciyle buluşmadığında ve bekletildiğinde, doğru potansiyelini göremiyorsunuz. İnsanın kendi müziğine objektif bakması bana zor geliyor.”
Aslında Cava Grande senin solo projen olarak başlamış olsa da canlı performanslarda ve stüdyo aşamasında Hazal Döleneken ve Serkan Emre Çiftçi’nin de katkılarıyla bu proje sonik dünyada farklı bir yere evrildi. İletişiminiz, yarattığınız ortak alan nasıl ilerliyor ve çeşitleniyor peki?
Aslına bakacak olursan, bu birliktelik zaten kaçınılmazdı. Henüz parçalar çıkmadan, MIX Festival’a Serkan’la birlikte katıldık ve ilk konserleri ikimiz yaptık. Daha sonra, Sonar’da, Hazal aramıza dahil oldu. Bir trompetçi ve bir tromboncuyu yakalayınca onları müziğe dâhil etmemek olmazdı. O noktada Serkan’ın önemli katkıları oldu. Mesela, Unveiled parçasındaki trompet partisyonunu kendisi yazdı. Yine, “Slumber”ın nefesli aranjelerini birlikte yaptık Serkan’la. Daha çok sürecin sonunda dâhil oldular yine de, albüme farklı katkılarda bulunma imkânlarının olmasını isterdim ama artık parçalar da hazırdı ve içlerine nefeslileri yerleştirmek zor olacaktı. Bundan sonraki Cava Grande çalışmalarını çeşitli iş birlikleri ile yürütmeyi hedefliyorum. Çok keyif aldım bu ortaklıktan. Albümdeki o iki parçayı ve nefeslileri de özellikle çok seviyorum.
Pandemi sürecinin etkisiyle, müzikle çok uğraşamadığını ve kendini çok veremediğini söyledin az önce. Peki onun dışında, geri dönüp baktığında, bu dönemin sana bir insan ve müzisyen olarak öğrettiği şey ne oldu? Geçen bir yılı nasıl değerlendiriyorsun?
Sanırım geçmişe özlem başladı bende. Pandemi öncesinde çekilmiş bir televizyon dizisini izleyince bile geçmişte yaşanan günlerin ne kadar güzel olduğunu anımsayıp o günleri anıyorum. İnsanlar olarak, daima içinde bulunduğumuz durumdan şikâyet ediyoruz fakat böylesine korkunç bir derecede hayatımızı sınırlayıp planlarımızı alt üst eden bir olay meydana geldiğinde bulunduğumuz ânın değerini daha çok anlamaya başlıyoruz. Daha önceki zamanlarda, problemlerimiz olsa da en azından pandeminin olmadığını ve daha çok özgür alanımız olduğunu hatırlatıyoruz kendimize. Yine de, geriye dönüp düşünmenin ve üzülerek kendini yıpratmanın pek anlamı yok. Pandemi sonrası neler yapılacağını planlıyorum mesela sık sık. Bunu, sanki bir kuluçka dönemiymiş gibi algılamak istiyorum. Yeni bir albüme dair üretimler yapmadım bu süreçte ama fikren, kafamda çok şey oluşturduğumu düşünüyorum. Görsel anlamda işler yaptım daha çok. En son albümdeki her parçaya, Spotify Canvas için minik animasyonlar tasarladım. Hiç beklemiyordum ama onlar için de çok güzel geri dönüşler aldım. Öylesine yaptığımı düşünüyordum o animasyonları aslına bakarsan. Olumlu tepkiler alınca her küçük şeyin bir karşılığı olduğunu bir kez daha gördüm. Dahası, üstüne neler katabilirim diye düşündüm. İnsan, pandemi gibi, bu denli büyük olaylar yaşayınca günü daha fazla değerlendirmesi gerektiğini anlıyor sanırım. Bu anlamda geçmişe o kadar özlem duymak, fazla nostaljik olmak iyi bir şey değil gibi. Geleceğe yönelik düşünmek ve ileri bakmak istiyorum kısacası.
Müzik dünyası içerisinde, kendine kendine yetebilen, bağımsız olarak kliplerini kendin çektiğin ve şarkılarını bireysel olarak yayımladığın bir sistemin var. Bütün bu ilerleyişe senin karar verebileceğin bir takvimin ve yetkin mevcut aynı zamanda. Bu sebeple, bahsettiğin gibi uzun bir aralık koymak senin müzikle olan ilişkini de etkiledi diyebilir miyiz?
Tabii ki. Albümü çıkarmayınca, ona dair bireysel anlamda ne düşündüğünüzü de keşfedemiyorsunuz. Daha derine inmek gerekirse, albümde kapanış parçası olan “Tyranny” isimli bir şarkı var. Onu tatlı bir son olsun diye, üzerine çok fazla düşünmeden albüme koymuştum. Sonrasında çok güzel tepkiler aldım. Hatta bir dinleyicim o şarkı için görüntüler çekmiş, klip hazırlamış bir nevi. Beklemiyordum böyle bir ilgiyi. Sona attığım, neredeyse albüme eklememeyi düşündüğüm bir parçaydı çünkü. Üretimler dinleyiciyle buluşmadığında ve bekletildiğinde, doğru potansiyelini göremiyorsunuz. İnsanın kendi müziğine objektif bakması bana zor geliyor. Her zaman böyle düşündüm; Portecho zamanı da dâhil. Portecho’nun en bilinen parçası “Sympathy”. Deniz’le o parçayı hazırladığımızda, bunu kim dinleyecek diye kahkahalarla gülmüştük. Asla bu kadar büyüyeceğini ve beğenileceğini tahmin etmemiştik. Tam tersi de yaşanabiliyor tabii. Günü yakalama gayen yoksa her zaman dinleyiciye göre şekillendirmiyorsun kendini. Yine de fikrine değer verdiğin dinleyicin de seni şekillendiriyor bir noktada ve sanatçı olarak, onların geri dönüşünü almayınca eksik kalıyorsun. O halka tamamlanmıyor bütünüyle. Müziğe mesafelenmeye başlıyorsun bu yüzden. O açıdan, özellikle, benim gibi sahneden gelen, tiyatro kökenli biri için bu durum çok önemli.
Deşifre: Kerem Eyüboğlu