Big Baboli Printhouse’un kurucularından Zezeah’nın ilk kişisel sergisi All Will Fall / Hepsi Düşecek, 22 Nisan – 2 Haziran’da Bant Mag. Havuz / Bina’daydı. Ölümü ortak tema belirlese de öfke ve nefret ekseninde başkaca yaşanmışlıkları aynı zeminde buluşturan bir kurguya sahip olan sergideki işler geride kalan üç yılda üretilmiş.
Çoğunluğunu kâğıt üstüne mürekkep işlerin oluşturduğu sergide Dead Congregation, Anna Von Hausswolff, Hyperdontia gibi grup ve müzisyenlerin yayınları için yapılmış resimler ve Candan İşcan ortaklığıyla üretilmiş üç iş de yer aldı. Gerek işlediği konular gerek detaylı kurgularıyla etkisi altına alan serginin ardından Zezeah ile üretim pratikleri, ölümü algılayış biçimi ve ilk solo sergi deneyimi üzerine muhabbete oturduk.
“Yaşarken senin içinde olan ve asla görmediğin bir şey öldüğünde çözülüyor ve farklı bir form olarak yerin dibinde yok olup gidiyor. Onu tekrar hayata geçirmek güzel bir fikir.”


All Will Fall / Hepsi Düşecek sergisi, 2017’de yaratıcı anlamda yaşadığın bir kırılmayla benimsediğin, lise yıllarında da haşır neşir olduğun metal estetiğiyle hayat bulmuş işlerden oluşuyordu. Bu teknik değişiklik, tematik anlamda da kapılar açtı mı?
Daha aşina olduğum bir teknik üzerine spesifik olarak çalışmaya başlayınca o dünyanın içine tamamen girebildim. Metal dünyasının sana verdiği alan da öyle bir yer. Yeterince öfkeni kusabildiğin, metaforik bir alan. Orada yarattığın bütün canavarlar, ölüler vs gerçek hayatta hissettiğin duygulara gönderme yaptığın objeler. İşlere baktığımda ölülerin tekrar öldüğü bir alan görüyorum ben. Zaten ölülerin dünyası ama tekrar apokaliptik bir şey yaşanmış ve bunlar tekrar ölmüş gibi.
Ölüm zaten insanların sıklıkla kaçtığı, üzerine konuşmak istemediği bir konu. Bir yandan da doğum kadar özel ve ardı bilinmeyen bir olgu. Orayı kurcalamak, normalleştirmek güzel bir şey. Bunlar ölülerin dünyasında geçen kompozisyonlar. Sadece ölümü düşündürmüyor, başka hikâyeler anlatıyor.
İşlerinin ortak teması ölüm demek iddialı mı olur?
Yoo, hiç olmaz. Ölüm yani. Gördüğün dokular da çürümeyle birebir uyuşan şeyler. Hayattan ağaçlar, dallar, hayvanlar olan bir kompozisyon kurup; onu ölüler dünyasına çektiğin anda sadece dokular değişiyor. Yaşadığımızla çok paralel bir evren aslında, o kadar da uzak değil. Öfke var ölümden ziyade. Ama bu da benim izleyiciye tarif ya da işaret edebileceğim bir şey değil.
İlgilenmeyen bir insan için sadece tek tip bir kuru kafa görünüyor olabilir. Ölümden bahsediyorsan kuru kafa çizmen gerekiyor ve kuru kafa çok klişe bir imajdır. Onunla barıştıktan sonra çok rahatladım. O dünyayı daha rahat anlatabilmeye başladım. Zezeah kuru kafa çiziyor, Zezeah canavar çiziyor. Evet, bunu çizmeye devam edeceğim. Benim başlıklarım bunlar.
Kuru kafayla barışmak önemli bir dönüm noktasıydı yani?
Metal müziğin başlıkları genelde yok olmuş şeyler ya da yıkım üzerine olduğu için kullanabileceğin bazı belli materyallerin oluyor. Yaşarken senin içinde olan ve asla görmediğin bir şey öldüğünde çözülüyor ve farklı bir form olarak yerin dibinde yok olup gidiyor. Onu tekrar hayata geçirmek güzel bir fikir. Ölümün sonrasına dair elimizdeki tek bilgi bu aslında. Daha önce dışını gördüğümüz şeyin çekirdeği tek ipucumuz. O ipucunu alıp onlarla ilgili bir dünya yaratıyorsun.
Ya öldürülen şeyi çiziyorsun, ya ölüme sebep olan şeyi çiziyorsun ya da öldürülmüş şeylerin dünyasını çiziyorsun. Günün sonunda hiçbiri dost canlısı olmuyor. Canavarımsı bir şey yaratıyorsun, bunun da bir arka planı olması gerekiyor. Canavar kelime anlamıyla da insanın kendinden daha yüce gördüğü ve korktuğu bir şeyi temsil ediyor. Devletle ya da dinle ilişkilendirilen bir şeydir canavar. İnsanın üstün olmaya çalıştığı düzende, savaştığı karşı taraf hep canavardır. Var olmayan bir şey yaratmıyorsun, var olanları karıştırıp yeni bir şey yapıyorsun.
“Bunları yaparken ne kadar klişe de gözükse, orada bir problem çözmeye çalıştığımı anlatmak benim öncelikli derdim. O estetiği göstermek benim için bir amaç olabilir.”


Bu temalar çizmenin ve üretmenin dışında da kafanı kurcalayan şeyler mi?
Evet, hep. Burada benim mikro bir ekosistemim var, kediler ve insanlar olarak. Hayatında ne kadar canlı varsa o kadar fazla da ölüm oluyor. Dolayısıyla çok konuşup üzerine düşündüğüm, bu depremi sürekli olarak yaşadığım bir alan var hayatımda. Sık sık pratik ettiğin zaman, o da normalleşiyor. O duyguyu reddetmemek değişik bir şey ve güncelliğini hiç yitirmeyecek bir konu olduğu da gerçek.
Bu atmosferi bu kadar derinlemesine işlemek, bir sanatçı olarak seni nasıl etkiliyor?
Birdenbire kendimi bu dünyanın içinde buldum. Nasıl oldu da kendimi buraya bu kadar ait hissetmeye başladım, onu ben de bilmiyorum. Daha renkli şeyler yaparken birden buraya evrildim. Lisedeyken mangalardan, çizgi romanlardan gördüğüm şeyleri çiziyordum. O taklitten gelen bir mürekkep alışkanlığı var. Buraya tekrar döndüğümde, her şey çıtır çıtır işlemeye başladı. Kompozisyonu yaratırken de çok detaylı düşünmüyorum. Bir formla başlıyorum, hareketi belli ediyorum ilk olarak. “Hareketi dışarıdan etkileyecek yaratık veya kişi ne?” diye düşünüyorum. Eskiz bittiğinde ben de şaşırıyorum, en başta kurguladığım bir şey olmadığı için. Mürekkepleme aşamasına geçtiğim zaman aşırı eğlenceli. Detaylar aslında karakterin ne kadar çürük ve sefil durumda olduğunu ifade eden şeyler. Doku çok önemli o yüzden. En eğlendiğim kısım dokuları çıkartma aşaması.
Peki izleyicide nasıl duygular uyandırmasını arzuluyorsun?
İşler, genel anlamıyla insanların alıp evlerine asmak isteyeceği şeyler değil. Birisi bu işlerden almak isterse çok spesifik bir zevke sahip ve bu konuya ilgili olması gerekiyor. İşi ona hitap ettiği için alıyor muhtemelen. Durup dururken her şeyin geometrik olduğu, minimal bir evde böyle bir işe yer olmaz herhalde.
Bu tarz illüstrasyonları müzik odaklı görürüz. Salı pazarına gidersin, orada metal tişörtü vardır, üzerinde benzer figürler basılıdır. Birilerinin bir yerlerde görüp, çok da kaale almadığı grafikler gibi düşünülebilir ama ben bu düzlemde sanatımı yapıyorum. Aslında bunları yaparken ne kadar klişe de gözükse, orada bir problem çözmeye çalıştığımı anlatmak benim öncelikli derdim. O estetiği göstermek benim için bir amaç olabilir. İzleyici işe baktığında “Değişik bir dünya yaratmış” diyebiliyorsa, benim için görev tamam.
Üretim aşamasında bu işler birbiriyle ne kadar paslaşıyor?
Paslaştıkları tek şey, bulundukları zemin. Hepsi aynı zeminde, aynı ortamda. Orası artık nereyse. Hepsi farklı şeyler yaşayan, farklı sebepleri olan karakterler.
Yeni işler yaptıkça aynı yeri derinleştirmeye devam ediyorsun yani. “Bu sergiden sonra başka bir yere geçeceğim” gibi bir fikir yok diye anlıyorum.
Ölümün çok fazla olasılığı var. Orada hâlâ kurgulanmamış, derya deniz bir dünya var. Buna devam ederken tekniğimi geliştirmiş oluyorum. Teknik her zaman ilerlemeye devam ediyor. Kompozisyonlar da şekil değiştirmeye başlıyor. Dünyayı değiştirmem ama arada bir medyumu değiştirip başka şeyler deniyorum. Vitray örneğin ya da kuru kalemle bir şeyler yapmak. Bazen “Yağlı boya mı yapsam acaba?” diyorum ama bir tane yaparım, devam ettireceğmi sanmıyorum. Konsepti bulup, sisteme bağlıyken orayı kesip atacak türden bir sanatçı değilim. “Sanat sanat” bir sanat yapmıyorum; bir dünyayı icra ediyorum.
Estetiğini bir müzik türüyle ilişkilendiren bir sanatçısın, peki çizerken müzik mutlaka olmalı mı?
Tabii ki, oradan besleniyorum zaten. Bazen metal olmayabiliyor gerçi, John Zorn dinleyerek çizdiğim canavarım da var. İşi eğer bir grup için yapıyorsam, onların yakıştırdığım bir parçasıyla isimlendiriyorum. Bazen işi yaparken çok dinlediğim bir parçadan da bir şey çıkabiliyor.
Serginin ismine nasıl karar verdin peki?
Goya’nın “All Will Fall” diye bir eseri var. İşin kendisiyle değil ama ismiyle bağdaştırıyorum sergiyi. Goya’nın eserlerine koyduğu isimler çok enteresandır zaten. Bu da çok soyut bir isim. Her şeyin düşecek olması biraz ölümü tarif ediyor. Çok da sofistike bir hâle getirmek istemedim; doğrudan tarif ettiği için onu seçtim.
“Kişisel olarak koleksiyonunu yaptığım şey oyuncaklar. Bir sürü palyaço oyuncağım var, ayıcıklar falan. O dünyayla bu dünya çok alakasız.”


Pek çok uluslararası müzisyen ve grup için işler yaptın. Dünya genelinde metal müzik sahneleri birbiriyle hep dirsek temasındadır. Bir çizer olarak bu sahnenin bir parçası olmak nasıl bir deneym?
Metal dünyası baya kapalı aslında. Eğer orası için bir şey üretiyorsan, dünyanın neresinden olursan ol, birileri seni fark ediyor. Aslında çok küçük bir topluluk ama her yerde. Bu estetikte en çok iş üreten ve gruplara illüstrasyon yapan insanların çoğu Malezya ve Endonezya’da. Çok hızlılar, çok metalciler ve çok çok iyi çiziyorlar. Sonra ABD, sonra da Avrupa geliyor. Aynı işi yapan çizer ABD’de olduğu zaman bir idol oluyor. Onun ismini daha iyi biliyorsun, çizimi daha ikonik oluyor; Amerikan ambalajı olduğu için.
Herkes aynı konuyu işliyor olsa da her sanatçının tuşesi farklı. Hâlâ birbirimizin işlerinden etkileniyoruz çünkü onun yapıp benim yapmadığım bir şey oluyor mutlaka. Kâğıdı nasıl doldurduğunla ya da teknikle ilgili bir şey…
Bir yandan da bu tarz işler üreten kadın sanatçı da pek yok. Hep erkek işi olarak algılanıyor. Çoğu ergenlik yıllarında müzik dinlerken deftere karalayarak başlamış sanatçıların arasında beni gördüklerinde “Türkiye’den bir kız çocuğu, ne kadar enteresan” diye şaşırıyorlar, hoşlarına gidiyor. Pozitif ayrımcılık da oluyor kimi zaman.
Resim ve müzik üzerine konuştuk ama başka disiplinlerde de ölüm teması aradığın, tercih ettiğin bir şey mi? Edebiyatta, sinemada örneğin.
Evet, öyle diyebilirim. 80’ler ve 90’lar B-movielerini, slasherları çok seviyorum zaten. Film konusunda tercihim hep korku filmi. “Zibilyon tane korku filmi yapıldı, bu sefer ne yaptı acaba?” diye merak ediyorum. Bazen iyi çıkıyor, bazen klişe geliyor, bazen genelinde değil de detayda bir şey buluyorsun ve o seni tetikliyor. Beslendiğin bir şey, tabii ki o da bir görsellik. Kitapta daha çok ezoterik ve gizemli şeyler seviyorum; ölüm falan yok orada pek.
Kişisel olarak koleksiyonunu yaptığım şey oyuncaklar. Bir sürü palyaço oyuncağım var, ayıcıklar falan. O dünyayla bu dünya çok alakasız. Yaptığım şey, evimde görmek istediğim şey değil mesela.
Bugüne dek sayısız karma sergide yer almış bir sanatçı olarak ilk solo sergini açmak nasıl bir histi?
Çok güzel bir şeymiş. Okul korosundan sonra sahneye tek başına çıkmak gibiymiş. Okuldayken de hocanın beni tahtaya kaldırmasından hep korkmuşumdur, sosyal açıdan sıkıntılı şeyler benim için. Karma sergilerin içinde hep rahattım; bu kez odak noktası ben olunca tedirgin oldum açıkçası. “Bu işler gösterecek kadar iyiler mi ki?” diye düşünüp kendini aşağılayıp yerin dibine sokmalar falan… Açılış gününden sonra rahatladım. Bu işleri gösterdikten sonra bir seviye atlanmış gibi hissettim. Üç senedir çalıştığım şeyleri gösterdim artık, beni bir üç sene daha bekliyor şimdi. Yeni bir sayfa gibi hissettiriyor, bu da çok güzel bir şey. Sevdim.