Bu bir başlangıç filmi, peki nereye başlangıç? Orası meçhul. Başlangıçlar, yolun başında olmakla mı yoksa onu deneyimlerken birtakım hislerin başında olmakla mı başlar? Ya da her şey yanı başından geçip giderken, bir kayıpla baş etmenin başlangıcı mı daha zor? Yönetmen ve senarist Ozan Yoleri; Öğle Teneffüsü ve ödüllü Aylin gibi kısaların ardından gelen Başlangıçlar’da, Paris’te aynı evi paylaştığı arkadaşının beklenmedik ölümü ve İstanbul’da onarılmayı bekleyen gizemli bir Osmanlı tablosunun arasında kalan Defne’nin hikâyesini izleyiciyle paylaşıyor.
Bu satırlarda tanışacağınız Defne’nin umutlu ama biraz da yaralı taraflarına kusursuzca hayat veren Ahsen Eroğlu ve Defne’nin yaratıcılarından Ozan Yoleri ile filmin “başlangıç” sürecinden yaratılan tanıklık alanlarına, bazen bir duvar yazısından hayatın sınırlarına uzanan bir sohbete koyulduk.

Ozan Yoleri yanıtlıyor:
Başlangıçlar’ın hikâyesini şekillendirirken seni en çok etkileyen an ya da fikir neydi? Bu fikir çekim sürecine nasıl yön verdi, her şey nasıl gelişti?
Her şeyin çok hızlı değiştiğini hissettiğim bir dönem vardı; tam olarak neyin gerisinde kaldığını bilmeden huzursuzluk veren bir his. İnsanların hayatlarının birkaç kararla çok farklı yönlere sapmasında bana bugün de hâlâ ilginç gelen bir yan var. O olabilecekken bu olmuş, orada yaşayacakken burada kalmış ve bu kararlar verildikten sonra da hayatlarında farklı yönlere savrulmuş birçok yakın arkadaşımın bu süreçleri 20’li yaşlarının ikinci yarısında yaşadığına şahit oldum. “Biz bu süreci ne kadarlık bir zamana yayarsak bir film için mantıklı olur?” düşüncesi, projenin ilk safhalarında üzerine kafa yorduğum bir konuydu.
Filmin episodik bir yapıda olması kararını henüz o dönemde vermiştik; bu nedenle filmi mevsimlere mi bölmeliyiz, birkaç aylık zaman atlamaları mı olmalı yoksa tüm bunlar bir – iki yıla mı yayılmalı gibi dramatik kurguyla doğrudan ilişkisi olmayan bir detayla uğraştığım bir dönemde, bir trafonun üzerinde “everything will change after one year” (her şey bir yıl sonra değişecek) diyen bir yazıya denk geldim. “O yazıyı gördüm ve karar verdim” gibi bir yere bağlamayacağım tabii, yalnızca komik bir tesadüftü ama bu soru bana o grafitiyi hatırlattı. Hikâyeyi zamana yayma fikri basit bir karar gibi dursa da bize sonrasında iki ayrı mevsimde, iki farklı ülkede üç kez çekime girmek gibi yapımsal açıdan çetrefilli bir durum yarattı.
Süreç içinde bu durum sebebiyle ara dönemlerde kurgu yapılırken senaryonun revizelere uğramasından, sahnelerin aylara yayılan devamlılık takibine kadar farklı departmanlarda kimi zorlayıcı anlar yaşadık. Filmin kendisi de bu açıdan değişimi deneyimleten bir süreç oldu.

Hayatın 20’li yaşlarında, seçeneklerin bolluğu ve hiçbirine tamamen ait olamama hissi hepimizin gerçeğiydi. Başlangıçlar bu kaygıyı güçlü bir şekilde ele alıyor. Sen, karar vermenin bu sancılı sürecini, karakterin üzerinden nasıl şekillendirdin?
Bunu ikiye ayırarak cevap vereyim. Birisi, kararların alınma aşaması. Diğeri, kararın sonuçlarıyla yaşamak ve bunun sorumluluğunu alma zorunluluğu. Yetişkinlik ya da olgunluk dediğimiz şeyle bu ikinci söylediğim sorumluluk duygusunun bir bağı olduğunu düşünüyorum.
Karar alma aşaması, eşzamanlı var olan diğer meselelerden azade bir süreç değil. Laboratuvar ortamında rasyonel verileri değerlendirip bir sonuca ulaşmıyoruz. Duygusal faktörler, günlük hayatın açmazları, ikili ilişkilerimiz arasında o anda bize daha doğru görüneni seçiyoruz. Buradaki “doğru” bazen daha az zarar göreceğimiz seçenek olabilir, bazen günü kurtarmak olabilir, bazen kendimize yeni bir meydan okuma seçmek olabilir. 20’li yaşlar bu kararları artık vermek zorunda olduğumuz, kaçış alanının kalmadığı bir dönem. Bu yüzden de durmadan bir karar verme anksiyetesiyle boğuşuyoruz. Nitekim Defne’nin filmin ilk yarısındaki sürüklenmesini bu arka plan üzerinden kurduk.
Eğer doğru kararı verdiysek zaten bir sorun yok. Ama bu kararlar neticesinde daha kötü bir yere vardıysak sorunlar başlıyor. Yanlış şehirler, yanlış ilişkiler, yanlış meslekler… Ya da daha minör ama sürekli kendini hatırlatan farklı sorunlar. İşler bir noktada düzelecek mi, yoksa hatayı kabullenip direksiyonu farklı bir yöne mi kırmak gerekir? Bu da aslında filmin ikinci bloğunun temelinde var olan yaklaşım.
Defne’yi filmde bu süreçlerden geçiriyoruz diye özetleyebilirim.
Filmde hikâyenin ritmini seyircinin duygusal temposuyla dengelemek için nasıl bir yöntem izledin?
Film iniş çıkışlar barındırmakla birlikte aslında uzun süren bir ruh hâlini anlatıyor. Zaman geçişleri, ani mekân değişiklikleri ve hikâyeye girip çıkan karakterler filmin anlattığı dönemle paralel olarak aritmik olsa da kurguda Defne’nin ruh hâlinin filme oluşturduğu çatının izleyici için bir izlek oluşturmasını amaçladık.
Burada devreye sevgili Avi Medina’nın müzikleri ve İstanbul’u tarayan planlar giriyor. Avi duyguyu taşırken filmin önüne geçmeyen, izleyiciye eşlik eden bir soundtrack oluşturdu. Bu sekansların sözünü ettiğin şekilde dengeleyici bir yanı var. Filmin içerisinde bir detayı kaçırma endişesi olmadan kısa süreli sakin alanlar yaratıyor.
Yas temasıyla alışık olduğumuz bir perspektiften ilgilenmek yerine mesafelenmeyi ve izleyicinin bir tür “tanıklık” geliştirmesini amaçlıyor gibi film. Empati alanı oluşturmak yerine böyle bir tanıklığa dâhil etmek ne ifade ediyor senin için?
Dışarıya çok açık bir karakter olmadığı için Defne’nin izin verdiği ölçüde film onun dünyasına girebiliyor. Bu açıdan Defne’nin etrafıyla ilişkisi gibi kamerayla ilişkisinde de aynı mesafeyi korumayı tercih ettim. Oyunun kurallarının dışına çıkmadan, Defne’nin duvarlarında gedikler aramadan yolculuğu boyunca onu takip ediyoruz. Tanıklık bu bağlamda ulaşmak istediğim yeri doğru tarif ediyor.
Empatiyi sağlamaya yoğunlaşsaydık karakterin mahrem alanlarına daha fazla girmemiz gerekecekti ama bu Defne’ye sadık bir yaklaşım olmazdı diye düşünüyorum. Defne bir arkadaşımız olsaydı onu ne kadar tanırdık, içinde yaşadıklarını ne kadar bilirdik? Film de bu soruya vereceğimiz cevabın sınırları içinde hareket ediyor.

Film boyunca “başlangıçlar” ve “bitişler” arasında sıkışıp kalan bir atmosfer hissediyoruz. Eğer filmi tamamen küçük, bağımsız anlara bölmek zorunda kalsaydın, hangi sahne bu hikâyeyi bütünüyle temsil ederdi sence?
Soruyu sevdim, farklı açılardan yaklaşabileceğim çok fazla sahneyi aynı anda düşündürttü. Sınırlamana uyup birini seçeyim: Müzede patronunun baskısı altında ezilmeyi kabul etmeyip tabloyu gerçek anlamda sökmeye başladığı sahne.
Defne sorunlarını dışarıya pek yansıtmadığı gibi gerektiğinde çözümleri de yine kendi içinde üreten biri. Buradaki tavrı, hiçbir şey söylemeden kendi içinde karar alıp işe koyulması bana Defne’nin en Defne olduğu anlardan biri gibi geliyor. Ahsen’in de burada bu içsel dönüşümü çok başarılı yansıttığını düşünüyorum. Film de bir anlamda Defne’nin filmi olduğu için bu sahne tutarlı bir temsil sağlardı sanıyorum.
Başlangıçlar sadece karakterler için değil; senin için de bir yenilik ya da dönüşüm taşıyor mu? Yönetmen olarak bu filmle öğrendiğin, belki de başka projelere taşıyacağın şeyler neler?
Spesifikleştirebileceğim bir noktaya indirgemem zor. İlk filmini yapan birçok yönetmen gibi uzun metrajın hakikaten ne kadar uzun bir süreç olduğunu bu deneyimin sonunda idrak ediyorum. Geriye dönüp analitik bakabilmek de sanırım her şey olup bittikten sonra daha mümkün.
Bu çift taraflı işliyor. Yeni bir işe başlarken bütün bu sürecin baştan yaşanacağını bilmek zorlayıcı. Diğer yandan bir kez yapmış olduğunu bilmek de rahatlatıcı. İlerleyen döneme taşıyacağım şeyi, bu nedenle, bu sürecin bütünlüklü olarak tecrübesini yaşamış olmak olarak özetleyebilirim.

Ahsen Eroğlu yanıtlıyor:
Filmdeki karakterinle ilk tanıştığında hissettiğin en güçlü duygu neydi? Defne’nin dünyasına adım attığında onunla aranda kurduğun ilk bağ neydi, bu bağ hikâye ilerledikçe nasıl bir değişim geçirdi?
Defne’yi bir oyuncunun oynayacağı karakterle ortalama karşılaşma süresinden çok daha erken tanıştım. En güçlü duygular bazen ilk karşılaşmada değil de beraber zaman geçirdikçe ortaya çıkıyor. Ama Defne’ye dair ilk duygum ne derseniz; oynamaya değer bulduğum, benzersiz bir karakter olduğunu düşündüm. Benzersiz derken şunu kastediyorum; aşina olduğumuz haraketlilikten uzak, sokakta yürüyen herhangi biri kadar sıradan ve gerçek.
İlk kurduğum bağ, yaşıtım olarak hem hayatın içinde hem de yaşam alanı olarak kendine yer bulma çabasıydı. Zaman geçtikçe bu arayışa daha sabırlı yaklaşması (ya da yenilgiyi kabul ediş olarak da düşünenler olabilir) Ahsen olarak bana yalnız olmadığımı düşündürdü.
Sence Başlangıçlar filmi bir izleyicinin hayatındaki hangi anıya veya duygusuna dokunabilir? Sen bu hikâyede en çok hangi duyguyu yaşadın?
Filmi izleyen kişiye bağlı olduğunu düşünüyorum. Filmimizin gösterimine katıldığımızda, seyirciyle soru – cevap yaptığımızda bunu farkettim. İzleyen kişi bir anne ise kızının veya oğlunun bu kaygıları yaşadığını anlıyor ve çocuğuyla empati kurarak çıkıyor salondan. Benim yaşlarımda, kendine hayat planı çizmek isteyen biri izlediğinde; Ahsen olarak benim de hissettiğim “yalnız değilmişim” hissine kapılıyor.
Filmde her başlangıç bir kırılmayı da beraberinde getiriyor gibi görünüyor. Sana göre Defne’nin hikâyesinde en büyük kırılma noktası hangisiydi? O ânı oynarken senin bakış açın mı karaktere yaklaştı, yoksa onunkini mi daha iyi anladın merak ediyorum.
En büyük kırılma ânına cevap vermek çok zor. Filmi izlerken daha net cevaplar verilebilir, mesela restorasyonunu yaptığı tablodan vazgeçişi büyük bir kırılma belki. Ama insan o anların büyüklüğünü yaşadıklarının üstünden zaman geçtikçe anlayabiliyor. Bana kalırsa aldığı iş teklifini annesiyle konuşabilmesiydi.
Önce oynayacağım karakteri tanımaya çalışarak başlıyor serüven. O nedenle önce Defne’nin iç dünyasını anlamak, düşünmek, tartışmak sonra kendi tecrübelerimden çağrışımlar yaparak Defne’ye dair kişisel özellikleri beslemek, zenginleştirmek şeklinde ilerliyor.

Bu projede oyunculuk anlamında kendini yeniden keşfetmeye zorlayan anlar oldu mu? Bir sahne seni beklenmedik bir şekilde şaşırttı mı?
Daha teknik konularda zorlanacağımı sandığım anlar oldu. Defne’nin Fransızca konuştuğu sahnelerin istediğimiz hâliyle olmamasından endişeleniyordum. Bu kaygı beni daha da ateşledi ve en kolay çektiğimiz sahnelere dönüştü. Üstesinden gelirim diye düşündüğüm, biraz önce bahsettiğim Defne’nin anneyle konuştuğu o sahne ise beklentimden daha zor ve daha hassas bir andı.
Senaryoda yazılmayan ama karakterine dair hayal gücünle yarattığın bir detay var mı? Belki bir geçmiş hikâye, belki de onun bir sırrı…
Yok ve neden yok, bahsedeyim. Biz bugün kahve siparişi verirken geçmişte yaşadığımız bir olaya ithafen o kahveyi almıyorsak, sadece o an canımız kahve çektiği için alıyorsak, Defne de kendi arayışını geçmiş yaşantılarından çıkarmaya çalışmıyor. Gelecekle de işi yok. Hayat devam ediyor ve kabullenmediği her an ona mutsuzluğu getiriyor. Bu nedenle Başlangıçlar bence hayatın sürprizlerini kabulleniş hikâyesi.
Bu karakterle aranla bir arkadaşlık olsaydı, ona ne tavsiye verirdin?
Belki, biraz gülümsemeyi ihmal etmemesini önerirdim. 🙂