Dünya Ölmeme Günü ve İkinci Yeni akımını anarken: Kalıcı İzler

Fotoğraf: İsa Çelik

26 Mart 1981’de, Can Yücel, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Edip Cansever, Tomris Uyar, Turgut Uyar, Tunga Uyar, Muhteşem Sunter, Mehmetcan Köksal, Dürnev Tunaseli, Pertev Tunaseli, Ömer Uluç ve İsa Çelik‘in bir araya geldiği ve Dünya Ölmeme Günü’nün adının konduğu ilk sofrada oturan isimlerden önemli bir kısmı hem kendi kuşağını hem de takip eden kuşakları kelimeleri üzerinden hüzünle, bireysel varoluşun efkarı bol sorunlarıyla, yalnızlıkla, rakı sofralarıyla ve şiirin yepyeni bir haliyle tanıştıran İkinci Yeni şairlerinden oluşuyordu. Şiirle, dost meclisleriyle, rakı sofralarıyla kuvvetli gönül bağları olan Murat Ertel, Gaye Su Akyol, Sinem Sal, Can Bonomo, Yekta Kopan ve Gökçenur Ç’den Dünya Ölmeme Günü’nün 38. yıldönümü öncesinde İkinci Yeni akımının, bu akımın bir parçası olan şairlerin ve şiirlerin kendilerinde bıraktığı izlere dair hikayeler ve düşünceler paylaşmalarını istedik. Ve öğrendik ki, İkinci Yeni kimileri için bir evde toplanıp sabaha kadar okurken uyuya kalınan şiirler, ilk şiir denemelerinin ilham kaynağı, dönemin politik baskılarının arasından sızan yaratıcılığın kayıp kaybolan kuyruklu yıldızı, kimileri için ise genç yaşta parçası olduğu dost sofraları, şiirle geçen ömürler ve daha fazlası imiş.

Can Bonomo

“17 yaşında İzmir’den İstanbul’a taşındım. Beyoğlu’nun romantizmini henüz oryantalizme topyekün teslim etmediği yıllarıydı. İzmirli olduğum için içkiyle henüz resmiyete dökülmemiş bir tanışıklığım vardı. Sofra adabının ne demek olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyor, tatbik ederek elimi ve midemi güçlendirebilmek için belki biraz paraya, paradan da ziyade gerçek dostluklar kurmaya ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Şiiri ne kadar sevdiğimi, yazmaya olan hevesimi, bu hevese sahip dostlar edinerek onlara kıyasla tekrar keşfetmek istiyordum. Belki onları şiire olan bağlılığıma inandırırken kendim de ikna olacaktım. Bu ve bu tip meselelere ev sahipliği yapan yerlere meyhane denir. Okuduğumuz hikayelerde de, sinema filmlerinde de, şiirin hemen hemen her formunda da böyledir bu. Motivasyonumun bir üniversite diploması edinmekten ziyade yeni dostlar ve yaşanmışlıklar biriktirmek olduğunu hatırlıyorum. Birtakım maddi ve yasal sebepler hasebiyle meyhane hayallerimi ertelemem icap etmişti. Zaten henüz şiiri sevmek ve şiiri okumaktan öte şiir namına bir icraatım olmamıştı. Cin olmadan adam çarpmam söz konusu olamazdı, yazmaya başladım. Bir süre sonra şairlerin kapılarını çalıyor, o dönem muhtemelen ‘’kötü’’ denebilecek şiirlerimi muazzam bir heyecanla yayın evlerine gönderiyordum. Ilk şiirim 19 yaşımda basıldı. Artık meyhanelerin alt katlarında boy gösterebiliyor, sevdiğim şairlerin zamanında müdavimi olduğu mekanlara girip çıkabiliyordum.

Hayranı olduğum bu şairlerin beni en çok etkileyen tarafları kuşkusuz şiirleriydi lakin küçük yaşımdan itibaren şiire çok düşkün olan annemin anlattığı hikayeler, beni edebiyata şiirin kendi başına yapabileceğinden çok daha muazzam bir kudretle bağladı. Bu yüzden düşkündüm meyhane kültürüne. Bu yüzden hepsiyle teker teker tanışmak istiyordum. İkinci Yeni’nin en sevdiğim şiir akımı olmasına rağmen verdiği tüm örneklerini okumuş olduğumu söyleyemem lakin ‘’Ölmeme Günü’’ bana halen en çok umut veren yaşanmışlıklardan biridir. Nilgün Marmara’nın şiirine aşıkken, hiç basılmamış notlarını bambaşka duygularla okurum. Turgut ve İlhan tartışmasız en çok sevdiğim şairlerken dostluklarını, muhabbete oturdukları zaman neler konuştuklarını, birbirlerine neler kattıklarını, nasıl kavgalar ettiklerini bazı şiirlerinden daha çok merak ederim. İnsan sevdiğini merak ediyor. Muhtemelen Turgut da Ece de İlhan da bize bıraktıkları şiirden çok çok daha fazlaydı. Bilmediğimiz, hatırlamadığımız dertleri, tutkuları, kavgaları vardı. Bunları merak ediyorum. Bunlar şiiri şiir yapan değil fakat şairi şair yapan unsurlar. Dünyaya 50 sene önce gelmiş olsaydım o masalara yaklaşabilir miydim acaba? Merak işte.

21 yaşımda ustam Küçük İskender’le uzunca bir rakı masasında tanıştım. Şiirimi derinden etkileyen İskender’in koyu bir Fenerbahçeli olması birtakım insanlara ilginç gelmiştir. O yaşlarımda ben de garipsemiştim. Halbuki şairin insani davranış ve zaafları şiiri ile aramıza mesafe koyuyorsa bir şeyleri yanlış yapıyoruz demektir. Şair bir süper kahraman ya da gerçeküstü güçleri olan bir varlık değil, yazma hakkı olan ve bu hakkı şüphesiz bir muvaffakiyetle ifa eden kişidir. Yazmak ve yazmamak sınırları dışında yaşadığı şeyler onu daha şair ya da daha az şair yapmaz. Onu şair yapan şey topluma kabul ettirdiği şiiridir. Yıllar sonra bu sene, ‘’Yunus Emre Şiir Yarışması’’nda jüri özel ödülü kazandığımı ona bizzat söylemek istediğimde ziyaretine gittim. Rahatsızlığı sebebiyle yatağında yatmış maç izliyordu. Yıllardır aramızda geçen şakayı hatırlatmak için yanındaki koltuğa otururken alaylı bir biçimde ’’Şair adam hiç maç izler mi?’’ diye sordum. ’’Sen şair olduğumu anlayasın diye bütün gün pencereden kuşları izleyecek değilim. Maç var, maç izliyorum.’’ diye karşılık verdi. Bu diyaloğu hayatım boyunca unutmayacağım. Sevdiğim şairlerin hemen hemen hepsi daha ben doğmadan ya da henüz onlarla tanışma fırsatı bulamamışken öldüler. Ne kadar şanslıyım ki Türk Şiirine muazzam şeyler katmış olan İskender hariç. Salt yaşamayı ve hatta duru bir biçimde hayatta kalmayı kutladığımız ‘’Ölmeme Günü’’nde İkinci Yeni’nin ustalarını andığımız gibi, yaşayan dostluklarımızı, yaşayan ustalarımızı, yaşayan şairlerimizi de hatırlayalım. Son kadeh onların şerefine gelsin.”

Sinem Sal

Meymenet Sokağı’nda Bir Gece

21 yaşındayım o zaman. Kadıköy Barlar Sokağı’nın tam ortasında, bir bodrum kat dairesini kiralamışız. İki kadın. Şuncacık maaşla, buncacık kirayı ödüyoruz. Ev desen değil, atölye desen sayılmaz. Asla kalmıyoruz orada. Her hafta kitap kulübü düzenliyoruz, ayda bir konser veriyoruz, altmış kişi sığıyoruz mekâna. Konserler bedava, kitap kulübününse biz üstüne para veriyoruz ikramlar için, ki insanlar gelsin. Perdelerimiz yok. Salon dediğimiz yerde iki kahverengi koltuk var, kadife. Onun dışında sadece kitaplar ve bir büyük masa. Isıtıcı yok. İhtiyacımız olduğu da söylenmez. Sokaktan bizi gören geliyor. Bir nevi tanrı misafirhanesiyiz. Gelen içiyor, içen gitmiyor. Uzatmayayım. Böyle günlerden birinde, Turgut Uyar ve Rakı Gecesi yapmaya karar veriyoruz. Hepimiz kitaplarımızı ve rakımızı alıp toplanıyoruz. Çember şeklinde oturmuşuz yere. Etrafta ucuz mumlar, dandik tütsüler yanıyor. Bir çocuk trompet çalıyor. Sırayla kitaptan sevdiğimiz bir Turgut Uyar şiirini okuyoruz. Keyfimiz yerinde değil. Normalin üstünde.

O sırada kapı çalıyor. Erol Büyükburç gibi açıyorum kapıyı sislerle. Sigara dumanı öyle yoğun ki karanlıkta zar zor seçiyorum Jale Abla’yı. Dört köpeğiyle yaşıyor. Önemli bir şey olmadıkça bizim kata inmez. “Heh,” diyorum “atılıyoruz.” Trompet yükseliyor, içeride şiir okuyan uzun, yeşil hırkalı oğlan daha da bağırıyor. “Sinemcim,” diyor Jale Abla, “ses sorun değil de şu pencereleri açsanız da sigara dumanı çıksa, apartman duman altı oldu.” Rahat bir nefes alıyorum. O rahatlıkla da eve davet ediyorum Jale Abla’yı, gelmiyor tabii. Sadece yarım saat sonra bitireceğimize dair söz veriyorum. Öyle gidiyor.

Oturduğumuzda sıra bende, ‘Meymenet Sokağı’na Vardım’ı okuyorum. “Alışmadığım şeyleri sevmeye çabalarım” dizesi için. Bence, diye düşünüyorum okurken, bir insanın sadece bir iyi dize yazması bile yeterli şair olmasına. Ama ucuza kiralanmış ev var, apartman yöneticisi var, yarım saate bitiririz diye verilmiş bir söz var. Geceyi sonlandırmam gerekiyor. Fakat o kadar yükselmişiz ki Turgut Uyar’ın yedi ceddinin ruhlarının bile odada olduğuna müthiş inanıyorum o sırada. Kibarca bir oyun uyduruyorum hemen. “Hadi,” diyorum “bir şiir seçeyim ve onun sadece ilk sayfasını okuyalım hep birlikte. Gecenin son şiiri olsun.” Kabul ediyorlar. En azından susmalarından onu anlıyorum. Hepimizin elinde kitaplar var. Kitaptan rastgele bir sayfa açıyorum. Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur çıkıyor şansıma. Başlıyoruz okumaya. Otuz kişi aynı anda okuyoruz şiirin ilk sayfasını. “Beni kapıdan alırlardı, -hoş geldin- derlerdi, onları sevindirirdim.” dizesinde utanıyorum. Şairin burada gitmesi gereken insanlara seslenmediğinden eminim. İlk sayfa bitiyor. Kitabı kapatıyorum. Göz göze geliyoruz. Hepimiz birbirimizden daha mutluyuz.

Köşede incecik bir oğlan var. Kambur. Depresyon hırkası giymiş. Kumral, hafif uzun saçları var. Gece boyunca tek kelime etmemiş. Ayağa kalkıyor birden. Başlıyor şiirin devamını okumaya. O uzun şiiri, bir saniye tereddüt etmeden okuyor da okuyor. Benim planımın imha edilmiş olması, umurumda bile değil artık. “Yanılmadım, pişman değilim, bu da vardı.” diye bitiriyor. Geceyi bitirmekten vazgeçiyoruz. Kimi yer minderlerinin üstünde, kimisi iki kadife koltukta… kalan sağlar, biz, hep birlikte uyuyoruz.”

Murat Ertel

“İkinci Yeni akımı içine alınan sanatçılardan Edip abi ve Turgut Uyar ile Tomris Uyar bizim eve çok gelirlerdi. Can aile dostları idiler. Evde öyle bir ortam vardı ki bu dostlara Aziz Nesin’den Yaşar Kemal’e Cihat Burak’tan Turhan Selçuk’a muhteşem sanatçılar katılır bazen bir sergi açılışı sonrası bazen meyhane sonrası masaya oturulurdu. En keyifli durum tüm bu sanatçıların yayınlanmamış şiirlerini boyanmamış resimlerini birbirleri ile paylaşmaları idi. Edip abi bana hep okuturdu bu şiirleri. Bir okumadan sonra Murat’cığım dedi bence sen çok fazla Nazım okuyorsun. Ben de her şiirin ayrı bir müzikalitesi olabileceğini keskin bir şekilde algıladım bu sözünün üzerine. Bütün kitaplarını tek tek bana imzaladı, en genç okurum derdi bana. Sonraları bir gün lisede sevgilimle dilenci vapuruyla boğaz turu yaparken Yeniköy iskelesinin yanındaki meyhanenin deniz kenarındaki masalarından birinde rakı içerken gördüm onu ve “Edip Abiiii” diye bağırdım beni görüp bardağını kaldırıp “merhaba Murat” diye selamladı. Hem çok sevinmiştim hem de sevgilime acayip hava atmıştım ancak bu onu son görüşüm olacaktı.

Turgut abi de harikaydı o da bana tıpkı Edip abi gibi çocuk diye küçümsemeden çok ciddiye alıp yaklaşır fikirlerimi sorar ve sohbet ederdi. Dostluğumuz uzun yıllar devam etti hatta bir ara ben lisedeyken edebiyat dersinden ikmale kaldığımda gel ben seni çalıştırırım dedi ve bana divan edebiyatı ile aruz veznini öğretti ve dersim yüksek bir not alarak geçtim.”

Gaye Su Akyol

“O uzun ve yaşlı masanın bir köşesinde ben de varım. Tabağımda fasulye pilaki, biraz pancar turşusu, taze lakerda, yarım dilim peynir, şakşuka, topik, birkaç zeytin, sol elimle muhabbeti koyu buzsuz duble rakım, kahrımı çeken bir bardak su, yıllardan beri incelikle varlığımı saklayan uzun kara paltom oturuyorum. Yanımda Tomris Uyar, sağ çaprazımda Ömer Uluç, iki solumda Can Yücel, az ötede Cemal Süreya. Bir ara Turgut Uyar devrile devrile geliyor, Tomris’in yanağına eğilip bir şeyler fısıldıyor, sonra bir öpücük kondurup yerine geçiyor. Garson gelip boşları alıyor, bir başkası rakıları tazeliyor.

Ötede Ella Fitzgerald’a benzeyen bir kadın ağzında sigarası, eteğinde güller, pikabın kapağını kaldırıp eski bir uzunçaları nazikçe yerine yerleştiriyor. İğne, pikabı yalayıp geçerken ilk cemre kulaklara düşüyor, siren düdüğü çalmış gibi telaşlanıyorum:

‘Ben seni unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılıp demekmiş bilmedim
Bekledim sabah akşam yollarını
Ölmek istedim,
Bir türlü ölmedim.’

Kahkahalara bıçak darbeleri, balık, soğan ve anason kokuları karışıyor. Defterimi çıkarıp birazdan kapıya dayanacak postacıya verilmek üzere bir mektup daha yazıyorum. Mektupta kimsenin sahiplenmediği iki sır ve anlatması ziyadesiyle zor bir mesele var. Mektubu bitirdiğimde, şarkı da bitiyor. Masadan yavaşça kalkıyorum. İtirazlar eşliğinde meyhanenin önünde beni bekleyen ilk vapura biniyorum. Vapurda ’O’ da var. Hızlı adımlarla koşup önünde binlerce kez dikiliyorum. Titreyen gözlerle bana bakıyor. Durumu ikimiz de biliyoruz fakat bilmiyormuş gibi davranmamızı sağlayan müthiş oyunculuk yeteneğimizle, alev alev heyecanımızı susturmayı başarıyoruz. Birden kahkahalarla gülmeye başlıyor. Ses dalgaları öyle dev ki, Musa’nın asası gibi denizi ikiye bölüyor. Bütün şairlerin huzurunda Şahmaran Denizi’ne atlıyoruz. Artık hiçbir yere gitmeyen vapurun, hiç batmayan güneşine ayaklarımızı uzatıp iki duble koymaya hazırız. “Değil mi ki kimse, yaşamın ‘inceliklerden örülmüş bir ağ” olduğuna inanmıyordu!’ diyor Tomris Uyar rakısından bir büyük yudum alıp. Pikapta ‘In A Mellow Tone’çalıyor.”

Yekta Kopan

“İki Şiirin Arasında öykümün anlatıcısı, karısının hayattayken kaybettiği nüfus kağıdını, ölümünden sonra ‘Yerçekimli Karanfil’in sayfaları arasında bulur. İki şiirin arasında, artık hayatta olmayan sahibinin bütün anılarıyla beklemektedir nüfus kağıdı. Bir yüzü ‘Sevişen’ şiirine bakar, diğer yüzü ‘Dağılgan’. Tıpkı İkinci Yeni şiirleriyle, o şairlerin anılarıyla büyüyenler gibi. İkinci Yeni, kendini aramanın değil, hiç bulamayacağın bilincine erkenden kavuşmanın şiiridir. O ‘arada’ olma hali, hem şairinin hem de okurunun güvenlik halidir. İki şiir arasında, geçip gider bir ömür.”

Gökçenur Çelebioğlu

“Diyebiliriz ki İkinci Yeni kaçarken çarpışan bir şiirdir. Bir yandan Demokrat Parti baskısı ve sansüründen kaçarken diğer yandan 50’lerde iktidara gelen yeni sınıfın sanat anlayışı ile savaşmak zorunda kalır. İkinci Yeni’nin önünde iki seçenek durmaktadır. Ya giderek artan baskı ortamında ve mevcut şiirin olanakları dahilinde şiirin niteliğinden tavizler vererek sert, dolaysız bir propaganda şiiri olmak ya da mevcut şiir dili ile savaşarak döneminin insanının trajedisinin ve el yordamıyla anlamaya çalıştıkları yabancılaşmasının şiirini yazacak bir olanak yaratmak. İşte bu yüzden kaçarken çarpışan bir şiirdir İkinci Yeni. Geri geri koşar ve önünü göremez.”