Duygudurum: Crumb - AMAMA

Yazı: Elif Öz

Üniversite yıllarında beraber müzik yapmaya başlayan Crumb, 2016’daki ilk kısaçalarlarından beri yayımladıkları her işle geçtiğimiz psikedelik müzik unsurlarını birçok farklı estetikle buluşturarak net bir tanımdan kaçmayı başarıyor. Geçen sene  tek tük teklilerle kendini hatırlatan grup, üçüncü stüdyo albümü AMAMA ile tekrar listelerimizde ve kalbimizde üst sıralara yerleşti. Brooklyn çıkışlı dörtlünün en deneysel, en özgür ve bizi de en çok heyecanlandıran koleksiyonu demek yanlış olmaz bu yeni albüm için. 

Crumb, onları tanınırlığa ulaştıran 2017 çıkışlı Locket EP’sinden bu yana -ki bu şahane işten “Plants” ve “Locket”ı yıllardır döndürdüğümüzü söylemiş olalım- kendilerine çizdikleri oyun alanının sınırlarını çok daha genişlett, ses evrenlerini boyutlandırdı, psikedelik müzikle ilişkileri bir sarmaşık gibi yayılarak büyüdü. 2021 albümleri Ice Melt’te gözlemlenebilen deneyselliğe açık olma, rahatlama, pop tariflerinden uzaklaşma eğilimi AMAMA ile devam ediyor. Grubun belki de kendilerine yeni bir yön verdiği ve severleri olarak bize de yeni bir heyecanın tohumunu attığı yeni projesini adım adım konuşalım istedik. Buyursunlar AMAMA his haritamıza.


İlk şarkılar her zaman çok mühim; ilk söz; ilk melodi.. İstisnalar vardır tabii ama kasti olmasa bile içine adım atmakta olduğumuz dünyanın genel moduyla ilgili büyük bir ipucu olabilir. “From Outside A Window Still” başladığında kaleidoskopik bir bahçenin kapıları açılıyor âdeta. Synthlerin katılmasıyla boyutlanan bu bahçede grubun solist ve gitaristi Lila Ramani’nin düşsel vokalleri bize arkadaş olurken aynı anda şarkının soyut hâlini de yoğunlaştırıyor. Lakin bir derdimiz var; evimizi arıyoruz. “İstediğim ve ihtiyacım olan şey ev” diyor Ramani ve şarkının köprüsünde duyduğumuz anons-vari bilgisayar yapımı bir ses; ansızın şarkının akışkan ve soyut kıvamından bir tezat yaratıyor. İçine düştüğümüz mistik bahçede gittikçe beklenmedik şeyler olurken sanki sözlerde bahsi geçen, sürünüp çırpınan insan ve yaratık seslerini biz de duyuyoruz.

Hemen sonrasındaki “Side by Side” başladığı anda tempo biraz yükseliyor; davullar önceki şarkıdaki bulanıklığı üstümüzden atıyor, hatta dans etmeye başlıyoruz. Ice Melt’teki soundu hatırlatan parçada grubun her üyesi enstrümanında en iyi bildiği şeyi yapıyor. Özellikle synth ve davullar sanki birbirlerini daha da parlatıyor; birbirlerine iltifat ederken şarkıyı albümün en iyi anlarından biri kılıyor. Albümün geri kalanına bakınca sözleri görece daha az kriptik kalan şarkıda maalesef kendimizden bir şey bulmamak elde değil: “I change myself, degrade my health / For you, for you / So you can keep on doing well” (Kendimi değiştiriyorum, sağlığımı bozuyorum / Senin için, senin için / Sen iyi olmaya devam edebilesin diye). 

Üçüncü sıradaki “The Bug” albümün son teklisi olarak paylaşılmıştı ve favorilerimizden biri olacağı belliydi. Parçada bahsi geçen böcek, Ramani yıllar önce sözleri yazarken gerçek anlamda ona musallat olan bir böcekten esinlenilmiş ama bizi geceleri uyanık tutan böcekler türlü türlü olabilir: Arkadaşlar, ailemiz, sevgililer, takıntılarımız, endişelerimiz… Parça, ilk dinleyişten sonra aklınıza takılma garantili, synth yatağında bir psikedelik rock güzelliği. Nakarattaki “It’s just always on my mind” (Yalnızca sürekli olarak kafamda) lafı maalesef bu sefer bizi mutlu eden, düşünmeden edemediğimiz şeyler için değil de bizi içten içe yiyip bitiren; “artık keşke düşünmesem” dedirten bıkkınlıklarımız için. Albüme ismini veren “AMAMA” hakkında detaya girmeden önce şu notu düşelim: Üst üste dört tane bu kadar iyi parça dinlediğimiz için keyfimiz çok yerinde; grubun melodilere yönelik yeni, daha deneysel, daha oyuncu yaklaşımına bayılmaktayız. (Bu şarkı için de albümün en iyilerinden desek abartmış olur muyuz?) 

Ramani’nin bir gün telefonuna gelen anneannesinin şarkı söylerken çekilmiş videosundan bir kesitle açılan “AMAMA”nın en çekici yanı bir an bile düşmeyen enerjisi. Lila Ramani, adaşı anneannesinin ses kaydının şarkının “melodisini ve ethosunu” belirlediğini ve bunun üzerine şarkının “glitchli ve çarpık” temelini oluşturduğunu söylüyor. “Ammamma” sözcüğü zaten Hindistan’ın güneyinde konuşulan bazı dillerde zaten anneanne demekmiş. Sample’ların yaratıcı ve akıllıca şarkıya yerleştirilişi; dörtlünün beste yapmak konusundaki dehasını bir kere daha gün yüzüne çıkarıyor. (Bas gitardaki Jesse Brotter’ın ayrıca ellerine sağlık, kendisi şarkının groove’unu görüp artırıyor ve kazanıyor da.) Belki bu soyut ve bulanık sözlere rağmen siz de takip etmişsinizdir; AMAMA Ramani’nin üstü kapalı da olsa da en kişisel anekdotları, en içten korku ve hayalleriyle dolu. Anneannesinin sesine yer vererek aslında çok kişisel bir noktadan kendi dünyasını dinleyiciye açan beste aynı zamanda da bir aşk şarkısı. Açıklamasında bu parçayı aynı anda albümün “ruhsal merkezi” olarak tanımlayan Ramani’ye biz de hak veriyoruz. Parçada ister istemez bir öze dönüş mevcutken sanki aynı anda da dolup taşan bir duygu bulutunun sonik dünyaya yansıması var kulaklarımızda.

Sırada neredeyse altı dakikayı dolduran “Genie” var. Temposu düşük olmayan ama vaktini kullanan bu parça isteyince es veriyor, isteyince hızlanıyor, son bir dakikasını enstrümantal bir outroya ayırıyor. Şikayetimiz yok doğrusu. Ramani’nin vokallerinin oldukça gömülü ve ayırt etmenin zor olduğu parça ayakları yere basarken psikedelik olmanın yollarını buluyor. Basçı Brotter’ın katkısı yine büyük, altı dakika boyunca neredeyse hiç durmadan tekrarlayan aynı klavye akorunun da bunda bir etkisi olduğuna inanıyoruz. 

Hemen akabinde albümün ilk single’ı olan, geçen sene nisan ayında kavuştuğumuz hem çok groovy hem de grubun farklı bir yanını gösteren “Crushxd” bekliyor. Grubun albümdeki diğer şarkılara oranla daha caz eğilimlerini ortaya çıkarıyor. Dörtlünün beraber ne kadar iyi işlediğine ve çeşitliliklerine dair kafalarda şüphe bırakmayan şarkıda hem davulcu Jonathan Gilad’a hem de Ramani’nin 1:44’te başlayan gitar solosuna kalpler bırakıyoruz. Albümün yedinci parçası “Nightly News” bir dakikadan kısa süren bir interlude. Bilim kurgu filmlerine aitmiş gibi tınlayan kayıt az sonra ne olacağını görmek için sanki hem tırnak kemirten bir korku hem de engelleyemediğimiz sabırsızlık bırakıyor içimize. 

Bazen bilerek yalnızlığı seçmek gerekebilir; yeni bir şeye başlayabilmek için veya en basitinden daha rahatça nefes alabilmek için. “(Alone in) Brussels”ta da bir şeylerden vazgeçmek veya onları geride bırakmak pahasına yalnızlığı seçen bir karakterle baş başayız. Her şarkıda olduğu gibi bütün enstrümanlar en dinamik hâllerinde ve birbirlerini her an daha iyi gösteriyorlar. Şarkının ikinci yarısında, 1:55’te başlayan kısımda Ramani’nin sesindeki hassasiyet ve korku bir anlığına kendini gösteriyor ve şarkının duygusal zirvesine ulaşıyoruz. En son verse’te ise “Bana hayat verdin / Ama ben o hayatı bırakıyorum” dizelerinde âdeta bunun ne kadar zor olduğunu duyabiliyor ama bir yandan da bu atılımı destekliyoruz. 

Crumb’ın yeni denemelere ve değişime hazır olduğunun bir sonraki kanıtına geldi sıra: “Sleep Talk”. Bir rüya sekansının soundtrack’i olabilecek düşsel bir akışkanlıkta başlayan parçada romantik, belki melankolik bir hava var. Toz pembe bir düş değil de gün batımındaki turuncu renklerde bir rüya sanki içinde dolandığımız. Bu seyire tam alışırken ve rüyamızın içinde salına salına dolanırken aniden gelen ritim ve melodi değişimiyle sanki koşmaya başlıyoruz. Fakat çok geçmeden psikedeliye yakın hâlimize dönüyoruz ve tam tekrar koşmaya başlıyoruz derken “Sleep Talk” bir kere daha ters köşe yapıp aniden sona eriyor. Rüyaların şaşırtıcılığı; nereden geldiğini sorgulatan hâli bu bu şarkının da ontolojisinin bir parçası.

Yine geçen seneden bir tekli olarak “Dust Bunny”ye geldiğimizde spot ışığının altında Ramani’nin anksiyetesi ve korkuları var. (Yakından tanıdığımız için bizim de şarkılarda hislerimize tercüman olunmasından memnun olduğumuz bir mevzu aslında). Kötü hislerin, endişeli halin ve korktuğumuz şeyin başımıza ne zaman geleceğinin belirsizliğinden doğan bir anskiyeteye değiniyor müzisyen. “How long till it comes?” (Gelmesine ne kadar var?) diye açılan parça Ramani’nin sözlerde bahsettiği karmaşa ve kaosu müzikal olarak da yansıtıyor. Yer yer drum’n’bass ritimlerinin gidişatı hızlandırdığı parçanın 1:58-2:20 arasındaki molası bir yandan tüyler ürpertici ama – Crumb’a yakışır şekilde- bilincimiz yerinde mi yoksa yine aklımızın içinde bir yer kayıp mı olduk, anlamayı zorlaştırıyor. 

Albümün sondan bir önceki parçası “Swarmed” albümün en karanlık anı. Yine bir interlude olan parça, âdeta “Dust Bunny”deki korkularımızla aynı odada bırakılmışız ve karanlıkta kaçış kapısını arıyoruz hissi uyandırıyor. Kapanışa geldiğimizde ise odadan kaçabilmişiz; hem de sevdiğimiz insanın kollarına. Önceki şarkılardaki grubun sunduğu her marifetinin katlandığı “XXX” yavaş yavaş büyüyor, Ramani’nin vokallerinin etrafını adım adım doluyor. Bir piyano sample’ının bazı oluşturduğu parçada albümün en havalı gitar rifflerinden birini duyuyor sonra da kocaman bir elektronik davul selinde ıslanıyoruz. Albüm bizi aslında bir kargaşa hâlinde terk etse de vardığı yer belli: İlk şarkıdaki bahsi geçen eve artık ulaştık.

Yarattığı dünyada çok daha rahat etmeden bir ötekisine geçmeyi alışkanlık edinen Crumb; rüyalar ve korkuların, evi aramak ve kaçmak istemenin, nabzı artıran davullarla akışkan vokallerin aynı anda var olduğunu bize hatırlatmakta çok başarılı. Ah, unutmadan hatırlatalım albümün Aint Wet ve Kalle Wadzinski ‘nin ortak dizaynı; üstünde ağzı açık bekleyen bir yaratık ve şarkıları temsil eden imgelerle dolu kilim görünümlü mükemmel kapağı da AMAMA’ya bir paket olarak bayılmamızın etkenlerinden. Grup, albüm görsellerinden şarkıların her saniyesine kendi neo-psikedeli dünyalarını her albümde biraz daha risk alıp, ses dünyalarını en özgür ve özgün şekilde kurguluyor. Biz de anlamışsınızdır, her adımına şahit olmak için sandalyemizin ucunda bekliyoruz. Her şarkısıyla beynimizin en derininden ayak ucumuza kadar kaplayan; kendimizi ritimlerinin egemenliği altında bulduğumuz AMAMA, güzel düşler kadar kâbuslar olsa da Crumb’ın bizi hiçbirinde yalnız bırakmayacağını hatırlatıyor.