“Gece Acıkması” ve Cem Özüduru’nun uyku kaçıran “Diğer Hikayeler”i

Marmara Çizgi’nin sanatçı odaklı yeni serisi Solo’nun ilk yayını, bu yılki İstanbul Film Festivali’nin Hitchcock’un kuşlarıyla donatılmış afişinin de yaratıcısı Cem Özüduru’nun Gece Acıkması ve Diğer Hikayeler kitabı oldu. İnce detaylarla kurguladığı karakterleri ve olay örgüleriyle sayfanın her köşesini anlatısının bir parçası hâline getirerek anlattığı korku hikâyelerinin ardındakileri Cem Özüduru’dan dinledik.

Röportaj: Leyla Aksu

“Her zaman için çekici olanın karakter olduğunu düşünüyorum. Hikâyeler her yerdedir. […] Önemli olan şey, hikâyenin senaryolaştırılması sırasında yaptığınız organizasyondur. Bu da karakterin kim olduğuyla doğrudan ilintilidir.” 

Tüm işlerinin temelinde hikâye anlatma ve paylaşma isteği yatıyor; yeni kitabının başında da bundan biraz bahsediyorsun. Hikâyelere duyduğun bu merak ve ilgi ilk nasıl başladı ve aldığın eğitimle, farklı dallarda çalıştıkça nasıl değişti?

Mimar Sinan resim bölümü mezunuyum ve aynı okulun aynı bölümünden mezun olan çoğu kişi size söyleyecektir ki sanat eğitiminin hayatımızın gidişatı üzerinde pek bir etkisi olmadı. O zamanlarda başladığım çizgi roman yapma ve kısa filmler çekme sürecinin kendimi geliştirmekte daha yararlı olduğunu söyleyebilirim. 

Sanırım hikâyelerle bağım öncelikle onları dinleme isteği ile başladı. Kendimi bildim bileli ilginç hikâyeler, acayip masallar ya da gerçekten yaşanmış olduğu söylenen esrarengiz olayları dinlemeye karşı müthiş bir ilgim var. Turizmci olduklarından dolayı mitolojik hikâyelere gayet hâkim bir anne-baba ile büyümüş olmamın da bunda çokça etkisi olsa gerek. Çok küçük yaşlardan beri onlardan elektriklerin kesildiği Antalya akşamlarında mum yakıp uçan atlarla, yılan saçlı tanrıçalarla, yer altına hapsedilen, alev saçan yaratıklarla ilgili masallar dinlemekteydim. Büyük ihtimalle ailemden edindiğim bu hikâye anlatma ve dinleme zevki içimde büyük yer etmiş olacak ki bu dinlenilen şeyden büyülenme hissini paylaşmak ister oldum. 

Önce çevremdeki çocuklara, yaşıtlarıma geceleri uykularını kaçıracak hikâyeler anlatmakla başladım. Bu yüzden de sık sık çocuklarının şikayetleri üzerine telefona sarılıp ailemle görüşmek isteyen kızgın ebeveynlerle karşılaştım. Mahallede anlattığım şeyler sebebiyle rahatsız olup sabahlamak zorunda kalan bütün çocuklar ailelerine beni şikayet ediyorlardı. Bu süreç belki normal bir anne-babayı çocuklarının psikolojik durumuyla alakalı endişelendirebilirdi ama bizimkilerin de normal bir anne-baba olduğunu pek söyleyemem. Bana güveniyorlardı, benim bu tarz şeylerden neden zevk aldığıma dair açıklamalarımı samimi şekilde dinliyorlardı. Bana bir çocuk gibi davranmak yerine çoğu zaman arkadaşları gibi davranıp ciddiye alıyorlardı. Bunun bana katkısını saymakla bitiremem. Âdeta bu hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeylerle ilgili kendimi keşfederken, arkamda iki sponsorumun olduğunu hissediyordum. O zamanlardan beri suç ortaklarım oldukları için aileme ne kadar teşekkür etsem az. Benim o yaşlarıma denk gelip de anlattığım şeyler yüzünden travmaları oluşan bütün çocukluk arkadaşlarımdan da ne kadar özür dilesem ne fayda. Zira hâlâ yazıp çizdiğim bir öykü ya da yönetmenliğini yaptığım bir dizideki bir sahne yüzünden öfkeli eleştiri aldığım oluyor. 90’ların başında eve telefon gelirdi, şimdi onun yerini Twitter linçleri aldı tabii.

Yaratma, kurgulama ve çizim sürecini bizle biraz paylaşabilir misin? Bu yaklaşım kullandığın ortama göre nasıl değişiyor sence?

Bu çok değişken bir süreç, sanırım doğru anlatabilmem için günün birinde bir hikâyeyi yaratma basamaklarını aklıma ilk fikrin geldiği andan alıp son hâline gelene kadar belgelemem gerekebilir. Çünkü çoğunlukla bütün süreci hatırlamıyorum. Fakat en azından benim bir hikâyeyi ortaya çıkarırken özellikle dikkat ettiğim kısımları anlatabilirim. Öncelikle “fikir, ilham, hissetmek” gibi kavramların hepsini amatörlük hezeyanları olarak buruşturup çöpe atmış, ve bunlara artık inanmayan biriyim. Boş sayfasının önünde ellerini yüzüne kapatıp kıvranan, ilham gelmesini bekleyerek uyuklayan çok çizer gördüm. Ayrıca daha da vahimi, sette elindeki senaryoda yazan sahneyi çekmek yerine kamerayı doğru yere koymakta zorlanan, tam olarak bir şeyleri “hissedemediğini” söyleyerek beceriksizliğini maskelemeye çalışan da çok yönetmen gördüm. Bu insanlardan bazılarının “usta çizer, usta yönetmen” etiketi ile çalışmaya devam etmeleri ise hüzünle izlediğim sektörel çürümüşlüklerdendir. Yaptığımız iş “büyülü” bir iş değildir, tam tersi, dikiş dikmeye ya da duvar örmeye daha yakındır. Fikirler ve ilhamlar ilk başta heyecan verici olsa da yaratıcı kişiyi yarı yolda bırakabilecek seraplar gibidirler. Önemli olan ne anlatmak istediğini ve nasıl anlatman gerektiğini bilmektir. Bu da anlatılan öyküye göre değişiklik gösterir. İlginç olabilecek bir hikâyenin potansiyelini hissettiğimde kendimi bir sorgu odasındaki polis gibi hissederim. Sanki hikâyeyi sandalyeye oturtmuşum da ondan bir şeyler öğrenmeye çalışıyormuşum gibi. “Kimsin sen, neden geldin, nereden geldin, orada ne arıyordun, ne saklıyorsun, neden saklıyorsun, ne anlatmak istiyorsun, ne söylemek istiyorsun”’ gibi sorularla sandalyede endişe içinde oturan hikâyeyi yorarım. Bu sorulara vereceği cevaplar, benim sorularımdan daha heyecan verici, daha ilgi çekici, daha derinlikli olmaya başladığında ise bilirim ki elimde anlatmaya değer bir şey var. Her açıdan zenginliklerle dolu bir öyküyü yazmanın zevki inanılmazdır. Oturup kâğıda dökmek için sabırsızlanırım. Hatta bazen bitsin diye o kadar hızlı yazarım ki bileklerimin ağrıdığını hissederim. Sonra da oturup çizerim. Bu kısım bir senaryoyu filme çekmekten çok da farklı değildir. Kâğıt üzerindeki karelerin içine karakterleri nasıl yerleştiriyorsam, hareketi nasıl görselleştiriyorsam, sette kamerayı da o şekilde kullanıyorum, görselliği, kompozisyonu o şekilde kuruyorum. Ama bütün bu katmanların altında yatan ne anlatmak istediğim ve onu nasıl anlatmak istediğimdir… Gerisi sadece ayrıntı.

Solo: Gece Acıkması ve Diğer Hikayeler’in hazırlık sürecini anlatabilir misin? Bu “karanlık hikâyeler kitabı”nı derleme fikri ilk nasıl ortaya çıktı, seçimler nasıl yapıldı?

Benim çizerlik serüvenimde çok istemiş olmama rağmen bir türlü denk gelemediğim bir dergicilik eksikliği var. Ülkedeki çoğu çizerin amatörlük günlerini geçirdiği mizah dergileri benim içinde var olduğum alanlardan olamadı hiç. Çocukluğumdan beri büyük bir hayranlıkla okumakta olduğum Pişmiş Kelle, Hıbır, Leman, L-Manyak, Lombak gibi dergilerdeki ustalarla yan yana çizmedim ama onların aydan aya çizdikleri hikâyeleri çok büyük beğeniyle okudum. Bu dergilerde çizilen ve kimi zaman en kalitelisinden bir Alacakaranlık Kuşağı, bir Black Mirror bölümü standardına erişen bu hikâyelerin kendimi bildim bileli üzerimde büyük etkisi olduğunu söyleyebilirim. Oralarda her zaman çok büyük bir zenginlik yatardı. Benim için büyük bir hazineydi. Hatta şimdilerde internet platformlarına yeni senaryolar, yeni diziler yapan ve çok dikenli, çok farklı işler yaptıklarını düşünen arkadaşların hepsini ellerindeki senaryoları yavaşça yere bırakmaya ve bu dergileri keşfetmeye çağırıyorum. Ufuklarının inanılmaz derecede açılacağına eminim. Ben bu dönemi bir okur olarak yakalamış olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Hâlâ da o kaliteye erişmeye çalışıyorum. Fakat dediğim gibi o dergilerdeki aydan aya hikâyeler çizme trenine atlayamadığım için, ben biraz kendi tren yolumu kendim yaratmış oldum. Çeşitli yerlere çizmiş olduğum hikâyelerin yanı sıra sadece bu kitap için çizmiş olduğum, başka hiçbir yerde yayınlanmamış hikâyelerin sayısı daha fazla. Seçtiğimiz hikâyeler de kendi içinde bir tempo, bir denge yaratacak şekilde ilerlemekte. Kısa hikâyeler hem okumaktan, hem yapmaktan çok zevk aldığım bir tür olduğu için böyle bir kitap çıkarmak ne zamandır hayalimdi. Umarım okuyucuya da zevk verecektir.

Kitaptaki hikâyelerin her birinin kısa bir girişi var, nereden geldiğine, nasıl şekillendiğine dair. Okuyucuya yanı başında oturduğu, masal dinlemek üzere olduğu hissini veriyor. Kitabın yapısı nasıl gelişti?

Tam anlamıyla masal anlatma duygusunu verebilmek üzere gelişti. Bunun karşı tarafa geçebilmiş olmasına da çok sevindim. En sevdiğim klasik korku filmlerinden biri olan James Whale’in Frankenstein’ında anlatıcının filmden önce çıkıp seyirciyle konuşması gibi ben aralarda sahneye çıkıp okuyucuyla konuşmak istedim. Her hikâyenin aklıma geliş kökenine dair bazı açıklamalar olsa da tamamını anlatmadığım, sadece hakkında biraz bilgi verip gerisini okuyucunun merakına bıraktığım ufak dinlenme tesisleri gibiler kitabın içerisinde. Hem ufak bir nefes alacak alan, hem de bir sonraki hikâyeye başlamadan önce azıcık hazmedebilmek için.

Baştan sona en çok değişen, seni en çok şaşırtan hikâye hangisi oldu?

Sanırım kitaptaki ilk hikâye “Nereye” aklımda en uzun zamandır evirip çevirdiğim ve ilk hâliyle son hâli arasında en çok değişikliğe uğrayan hikâye oldu. İlk başlarda hikâyede kullandığım ‘cadılık’ unsurlarının kökeni daha başkayken burada daha başkalaştı, anlatmaya çalıştığım toplumsal çürümeye dair eleştirel bakış ilk başlarda daha geleneksel, inanışsalken; hikâyenin son hâlinde bu perspektiflere bir de sınıfsal farklılıklar eklendi. Finali eski hâlinde daha klasik, daha yoruma kapalıyken şu an daha aralık, farklı yorumlara açık şekle geldi… Ama bu tarz değişimler zaten bu işle alakalı en güzel detaylar. Hikâyenin derin zenginliklere ulaşma potansiyeli varsa az önce dediğim gibi, o zaman gerçekten de o potansiyeli çıkarmanın tadına doyum olmuyor.

Kompozisyonlarını, karelerini yaratırken aradığın, yakaladığın dengeden bahsedebilir misin? Yazılarla görseller arasında etkili bir bağ nasıl olmalı sence?

Bu tarzı ilk başladığım zamanlarda daha içgüdüsel zannederken sonradan analiz ettiğimde aslında belli bir mantığa oturduğunu fark ettim. O zamandan sonra da benim kontrolümde, anlatmaya çalıştığım şeyin hizmetinde oldu. Nasıl ki sinemada kamerayı koymanız gereken yer karakterin hissettiği duyguyu ya da öykünün vermeye çalıştığı anlamı izleyicinin bilinçaltına en kestirme yoldan göndermekse, bir çizgi roman sayfasını çizmek de aynı şekilde dikkat ve özen gerektiriyor. Okuyucunun belki de en rastlantısal, en önemsiz küçük detaylar zannettiği ayrıntılar aslında büyük önem taşımakta.  Sayfada mürekkeple kurulan ilişkiden, siyah beyaz, ışık gölge dengesine kadar her şey birbirine bağlı. Bazen siyah olması gereken yerlerin beyaz bırakılması, açık renk olması gereken yerlerin ise gölgede kalmış gibi gözükmesinin sebebi hep belli bir denge, sayfalar arasında belli bir ritim tutturmak içindir. Bir sahne çekerken kamera hareketi ve kurguyla yapabildiğimiz kompozisyonları sayfa üzerinde paneller ve lekelerle yaparız. Bunlar bize hikâyenin temposunu oluşturmak konusunda yardım eder. Renkleri ve tonları seçerken ben de bu tempoyu ayarlamaya dikkat ediyorum. Sahnenin dekupajını ve resim seçimini ise tabii ki hikâyeyi göz önünde bulundurarak yapıyorum. Mesela Vertigo filminin henüz başlarında James Stewart’ın oynadığı dedektif Scottie ile eski arkadaşı Galvin Elster arasındaki basit bir konuşma sahnesini bilinçli karakter hareketi ve kareleme tasarımına örnek gösterebilirim. Filmi izleyenler bu sahnede Galvin’in Scottie’yi bir tuzağın içine sürüklemek için ayrıntılı bir plan yaptığını, bu planı basamak basamak, parça parça kocaman bir yapı inşa eder gibi hayata geçirmekte olduğunu hatırlayacaklardır. O hâlde bu planı yapmakta olan adamın arkasındaki pencereden gözüken limanda âdeta bu planın bir izdüşümü gibi basamak basamak, parça parça inşa edilen kocaman bir gemi olduğu gözden kaçmamalı. Tıpkı Galvin yalan söylemeye başladığında masanın arkasından çıkıp salonun sahneye benzeyen kısmına gelerek dolanması, Scottie’nin de oturduğu yerden sanki bir oyuncu performansı izliyor gibi gözükmesi gibi. Bu tarz detaylar görsel malzeme ile hikâye anlatmanın temel bileşenlerini oluşturur. Verdiğimiz her görsel karar hikâyeyle alakalı anlatmak istediğimiz bir bilgiyi izleyicinin zihnine gönderen sinyallerdir. Tıpkı kitaba ismini veren “Gece Acıkması” öyküsünde diyaloglar hızlandıkça karelerin küçülmesi ya da “Dönüşümlü” öyküsünde ilk kamyon kazası karesinin kenarları olmaması gibi, çünkü o bir rüya ve kareler içinde sıkışmaktansa sayfaya yayılmalı. Ya da “Mesela” hikâyesinde eve saldıran ninjanın ilk savurduğu kılıç darbesinin masanın üstünde duran fotoğrafı ortadan ikiye bölmesi gibi. O fotoğraf baş karakterimizin sevgilisiyle poz verdiği bir fotoğraf ve eve yapılan bu saldırı onların arasını bozan ilk olaylardan biri. Bunu da fotoğrafın ikiye bölünmesiyle görüyoruz… Ya da hafif Cronenbergsel diyebileceğim “Cengiz Sevgilisinden Neden Ayrıldı” öyküsünde sevgililerin sevişmesini izleyen horozun bağırmasıyla otoyoldaki kazaya yaptığımız geçiş gibi. Çünkü karakterin hissettiği suçluluk duygusuyla, cinsel iğrenme arasındaki bağı alt-metinsel olarak kurmak adına, mahremiyeti dikizleyen horozun sesiyle, Cengiz’i varoluşsal korkuyla karşılaştıracak kazanın sesi ortak olmalıydı. O sebeple alttaki büyük kare ve üstteki küçük kare arası boş, çünkü ses efekti ile bağlılar. Bütün bu anlattıklarım henüz senaryo aşamasındayken aklımda kavrulmaya başlayan, çizme/çekme aşamalarında ise tam olarak pişen ve ihtiyaç olduğu yerde kontrollü şekilde kullandığım görsel trükler. Yazıyla senaryoda anlattığımız her şeyi, bir kez de görsel olarak anlatırız. Ve görsel olarak yaptığımız her seçimle hikâyenin altını bir kez daha çizeriz. Yeter ki ne anlatmak istediğimizi bilelim.

Hikâyelerinin geçtiği ormanlar, yollar, mahalleler, hepimizin tanıdığı yerler ve yüzler, ama gerçek ile hayalin arasında, tedirgin edici bir yerde duruyor. Seni gerçek hayatta bir olaya, bir sahneye veya bir simaya çeken nedir genellikle?

Karakter. Her zaman için çekici olanın karakter olduğunu düşünüyorum. Hikâyeler her yerdedir. Sokakta gezerken girdiğiniz bir markette ya da bir kahvede sürüsüne bereket hikâye duyabilirsiniz. Herkes hikâye bulabilir. Önemli olan şey hikâyenin senaryolaştırılması sırasında yaptığınız organizasyondur. Bu da karakterin kim olduğuyla doğrudan ilintilidir. Karakter size bu hikâyeyi neden anlatmanız gerektiğini, bu hikâyede neye odaklanmanız gerektiğini, anlatmaya çalıştığınız şeyin aslında ne olduğunu söyler. O yüzden gerçek hayatta ilgimi çeken olaylara baktığımda, durumu kafamda kurduğum anda bu durumun içinde kalan karakteri düşünmeye başlıyorum. Onun kim olduğunu, neye ihtiyacı olduğunu, özelliklerinin ve zayıflıklarının neler olduğunu anlamaya çalışıyorum.  O sayede hikâyenin akışını, gidişatını, bağlarını, sürprizlerini, ve de en önemlisi finalini bulabiliyorum. Karanlık mahalleler, kuytu ormanlar, esrarengiz mağaralar ne kadar beni heyecanlandırsa da, onların içinde kimin macera yaşayacağını bulmadan hiçbir yere varamayız.

Bu yılki İstanbul Film Festivali’nin afişini de hazırlamıştın. Bu yılki festivalin yolculuğu tabii ki neticede çok farklı oldu ama bu afişi tasarlama sürecinden kısaca bahsedebilir misin? Hitchcock filmleriyle nasıl bir ilişkin var?

Sanırım ilk izlediğim Hitchcock filmi Kuşlar. O yüzden Kerem Ayan’ın teklifi ile bu çok sevdiğim afişi tasarlamaya ilk başladığımda aklımdan geçen şey yüzlerce kuş çizmekti. Filmdekinden farklı olarak benim afişimde çeşit çeşit egzotik ve masalsı kuşu da görebiliyoruz, hatta onların sırtına binmiş birçok küçük cin gibi varlığı da sezebiliyoruz ama o da benim gerçeküstü yorumum tabii. Hitchcock filmlerinde, Shadow of a Doubt olsun, Strangers on a Train olsun, Rear Window olsun; hep bir rüyasal yan hissederdim. Sanki olaylar bizim dünyamızda değil de, yönetmenin zihninde kurduğu sakin, tatlı, fakat bir o kadar da beklenmedik olayların gelişebileceği, tedirgin edici, şiddet dolu bir gerçeklikte geçiyormuş hissi… Bu duyguların hepsinin harmanlanmasıyla ortaya çıkmış bir posterdi.

Bu günlerde seni masa başına çeken, çizmeye iten şeyler neler?

Öfke sanırım. Daha iyi, daha sihirli bir dünyanın varlığına dair bir inanç, fakat oraya gidemediğim için duyduğum bir kızgınlık. Tatminsizlik.