Merhamet yorgunluğu: Hakan Bıçakcı ile Silinmiş Sahneler üzerine

İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Hakan Bıçakcı romanı Silinmiş Sahneler; sinemacı olma hayaliyle yola çıkıp kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörünü odağına alıyor. Bugün burada yaşamanın, sürekli haberdar olmanın, her şeyi görmenin, hiçbir şey yapmamanın yorgunluğu üzerine kafa yorduran bir anlatıya sahip.

Hakan Bıçakcı ile Silinmiş Sahneler’i Ant Arın Şermet ve Esin Çalışkan konuştu. Sohbet sinemaya, müziğe ve pandemi alışkanlıklarına da uzandı elbet.

“Bir karakter yaratırken her şey kitabına uygun olsun istiyoruz, kurguyu mantıklı yapma eğilimde oluyoruz ama hayat mantıklı değil.” – Hakan Bıçakcı
silinmiş sahneler

Ant Arın Şermet: Son kitabın Normal Nefes Almaya Devam Edin’den sonra herkes gibi uzun süre kendinle baş başaydın ama farklı medyumlarda üretmeye devam ettin. Bu deneyimlerinin yazarlığına nasıl katkıları olduğunu düşünüyorsun?

Hakan Bıçakcı: Normal Nefes Almaya Devam Edin, kitaba metafor olarak koyduğum bir isimdi aslında ama kitap çıktıktan kısa bir süre sonra normal nefes almaya devam etmenin anlamı tamamen değişti. Çünkü sokakta ağzımı burnumuzu kapatan maskeler ile gezmeye başladık, insanlar solunum cihazlarına bağlandı. Bir anda o isim bambaşka bir şeye dönüştü. Bahsi geçince ilk bunu söylemek istedim. O dönem Beyoğlu Sineması ile bir podcast yaptım, İstanbul Turu adında. Daha sonra konular bittiği için onu bıraktık. Şimdi çok sevdiğim bir sinema yazarı olan Fatma Cihan Akkartal ile birlikte, Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi için bir YouTube programı yapıyoruz: Bilimkurgunun Korkuları. Ben yazarlığın yan etkisi olarak gelen bu tür üretimleri, etkinlikleri çok seviyorum açıkçası. Kendimi asla “İşim sadece yazmak, bir kenarda, odamda oturup sadece yazıyorum ve benden de sırf bu bekleniyor’ şeklinde görmek istemem. Bu bana tatsız geliyor. Yazarlıktan gelen yan üretimler, sinemayla ya da müzikle ilgili başka başka işler ve programlara katılmak beni çok mutlu ediyor. Ben bunu genel bütünlüklü bir üretim olarak görüyorum aslında. Çünkü bunlar yeri geliyor kitaplarıma yansıyor, hepsi birbirini bir noktada tamamlıyor. O yüzden evlere kapandığımız dönemde bu tür yazarlığın yan etkisi faaliyetlere devam etmek bana çok iyi geldi diyebilirim.

A.A.Ş.: Silinmiş Sahneler de pandemi sürecinin bir ürünü bildiğim kadarıyla. Bu kendi başınalık dönemi, hikâye ve karakter kurgulama biçimlerini herhangi bir şekilde etkiledi mi?

H.B.: Aslında bu konu pandemiden önce aklımdaydı. Sansürcü bir karakterin başından geçenler…Sinemacı, yönetmen olma hayali ile yola çıkıp kendini bir sansürcü olarak bulan ve bundan acı çeken bir karakterin başından geçenler kadar konuyu biliyordum, bazı notlarım vardı. Ama bu kadarı bir roman için yeterli değil elbette. Başından tam olarak nelerin geçeceğini bilmiyordum. Sonra evlere kapandık ve aslında fiziksel olarak yazmak için hayatta en çok zamanımın olduğu döneme girdik. Çünkü hatırlarsınız hafta sonu dışarı çıkma yasakları vardı, hafta içi 21.00’dEn sonrası yasaktı vs. Üretmek için ideal bir zamandı ama sadece teknik olarak. Gerçekte hayatımda en az üretken olduğum dönemdi bu, ilk 6 ayında hiçbir şey yazamadım. Muhtemelen “ölecek miyiz kalacak mıyız” ön plandaydı. Şöyle bir duygu hiç olmadı: “Hadi bakalıım, eve kapandık romanıma oturayım”. Asla olmadı. Bir satır bile yazmadım. Gerçekten pandeminin ilk dönemi ömrümün en verimsiz dönemiydi.

Esin Çalışkan: Üretken olma tuzağı içindeydik hepimiz biraz.

H.B.: Evet, o panikle oluşmuş izleme listeleri, kitap listeleri… Bir yandan romantik bakarsak sanatın ne kadar önemli olduğunu, böyle durumlarda nasıl tutunduğumuzu gördük. Ama gıcık bir yerden bakarsak, bu bir kendimizi kandırmaydı. Onlar çok kısa sürdü zaten çünkü insanlar ancak sosyalleşip okuyup izlediklerini birbirlerine anlattıkları zaman bunu değerli buluyorlar. Onu yapmadıkları zaman sıkıldılar. Gerçekten bir sanat eseri ile baş başa kalmaya çok alışkın biri değilseniz, bir süre sonra dikkatiniz dağılır. Benim ilk dönemim izleme ve okuma anlamında daha verimliydi. Biriken bir sürü konu vardı. Bir de bende tuhaf bir şey oldu, izlemiş olduklarımı tekrar izleme loopuna girdim. Bu da bir savunma mekanizması olabilir. Ölmeden önce tekrar bunlara bakayım gibi mi geldi, bilemiyorum. Sıfırdan yeni işlerden çok beni hâlihazırda etkilemiş şeyleri tekrar izledim diyebilirim.

A.A.Ş.: Zihin tazeleme bir nevi.

E.Ç.: Onlarla ilişki kurmak da daha kolay olabiliyor.

H.B.: Bendeki durum tam böyleydi. Sonra baktım, dünya dönmeye devam ediyor. Ben bu konunun tekrar başına oturdum ve yazmaya başladım. Tabii ki bu dönemde bir sürü notlar almıştım, birçok şey düşünmüştüm. Bu konu kafamda bir dosya olarak açıktı ve o kafanda açık olduğu zaman algıda seçici oluyorsun. Özellikle sansürle ilgili duyduğun, gördüğün birçok vakayı bir yere kaydediyorsun. Ben aslında o dönem bunları bayağı bir biriktirmişim. Oturup yazmaya başladığımda devamı çok hızlı ilerledi diyebilirim.

A.A.Ş.: Ne kadarlık bir zaman diliminde yazdın?

H: Düşünmesi, ön çalışması ile birlikte iki-üç yıla yayılan bir süreçti. Ama fiziksel olarak oturup yazma kısmı bir sene diyebilirim. Yani iki sene demlenme, bir sene yazma gibi oldu. Fark ettim ki ben bir şeyleri okumak, izlemek ve onlardan ilham almak yerine dışarıda gördüklerimden, saçma sapan ortamlarda bulunmalarımdan daha çok ilham alıyorum. Tuhaf bir yerde bulunma, garip insanlar görme ya da kafedeki yan masandaki insanların muhabbeti… Bunlar yazma konusunda benim kafamı daha çok açıyor. Yüksek sanat eserlerinin ilhamı o kadar etkili olmuyor. Şimdi geriye dönüp bakalım, eve kapanınca benim niye yazamadığımın bir sebebinin de bu olduğunu görüyoruz. Sırf dünyada şu an başka konular var, edebiyat öncelikli değil diye değil, o işin romantik kısmı. Bir de işin pratik kısmı var, evde oturuyorum ve aklıma bir şey gelmiyor kadar basit bir durum.

E.Ç.: Karakterlerini oluştururken neleri dikkate alıyorsun? Bazıları karikatürize edilmeye çok müsait karakterler ama kendini bu tuzağa düşmekten nasıl koruyorsun?

H.B.: Öncelikle kendimden yola çıkmıyorum. Karakter beni temsil etmiyor ama tabii ki benden birçok iz var orada. Genelde ana tema neyse kentsel dönüşüm mü, sansür mü…O temaya uyacak bir karakteri adım adım inşa etmeye çalışıyorum. Burada kendimden, eşimden dostumdan, arkadaşlarımdan gördüğüm, başka filmlerdeki karakterlerden ve romanlardan ilhamların bir kokteyli oluyor. Her şeyden biraz alarak o karakteri inşa etmeye çalışıyorum. Kendi özelliklerim karaktere geçmişse bunlar özel bir filtreden geçtiği için oraya giriyor. Benim huyum suyum tam o karakterle ilgiliyse eklerim yoksa asla zerre umrumda olmaz. Sadece beni bağlayan şeyler çok sıkıcı olur, insan zaten kendi ile baş başa. Sıfırdan bir karakter yaratma imkânı varken kendine dönmek biraz saçma diyebilirim. Bu yoruma da katılıyorum, özellikle Doğa Tarihi romanının karakteri Doğa çok karikatürdü mesela. Bu romanda da hayatlar / hayaller klişesinden yola çıktım, onun uç noktası bir karakter. Biz yazar olarak bir karakter yaratırken her şey kitabına uygun olsun istiyoruz, kurguyu mantıklı yapma eğilimde oluyoruz ama hayat mantıklı değil. Hayat görüşüne uygun bir meslek, tam ruh ikizi bir sevgili…Hayat öyle değil, görüyoruz. İnsanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyor, çok alakasız insanlarla birlikte oluyor. Bu çelişkiler aslında bizi gerçek yapıyor. Dolayısıyla sinemacı, yönetmen olma hayaliyle yola çıkıp sansürcü olan bir karakter, evet karikatür. Ama acı bir karikatür. Gerçek çünkü. Karakteri hep bu çelişkiler üzerine kurdum diyebilirim, ana kelime çelişki olur. Bir kısmının farkında kendisi, bir kısmınınsa değil.

“Sansür sadece sansür değil burada, okuyan herkesin göreceği şekilde bir metafor.” -Hakan Bıçakcı

E.Ç.: Baş karakterine gelelim sahiden. Onun isimsiz olması, bilinçli bir tercih olmalı. Bu durum karakterle kurduğumuz ilişkiyi de şekillendiren nüanslardan biri. Seni bu karara yönelten neydi?

H.B.: Bu karakter ilk isimsiz karakterim değil aslında. Karanlık Oda‘nın karakteri de isimsizdi. Konunun sansür olmasının etkisi olabilir bu kararımda. Silinme ve sahneleri atma üzerine. O zaman burada da silinmesi gerekiyor dedim. İkisinin de arkasında kimliksizleşme, hayatın öznesi olmama, merkezinden kayma gibi bir durum var. Bu yüzden de silmek istedim. Aslında çok nedenim vardı ismini kullanmamak için. Bir diğeri de çok karakter odaklı bir anlatım olması. Biz neredeyse her şeyi karakterin içinden, zihninden görüyoruz. Ee sen zaten etrafınla ilgiliysen; çok aynaya bakan, sürekli selfie çeken biri değilsen kendini çok fazla da görmezsin. O yüzden karakterin fiziksel görünümü, ismi yok. Gördükleri var, bir de sevgilisinin ismi var. Çünkü ona sevgilim, aşkım demesin diye sevgilisine isim verdim. Onun dışında ben bu romanda her şeyi çok minimal tutmaya çalıştım. Anne, baba, arkadaşlar… Arkadaşlarına bizimkiler diyor. Çünkü isimler eklendikçe çetrefilleşmeye başlıyor. Ben bütün karmaşayı kurguda tuttum, diğer her şey çok basit. Karakterin bile adı olmasın dedim, biz zaten onun gözünden görüyoruz. O da kendiyle değil etrafıyla ilgileniyor gibi düşüncelerin sonunda isim vermemeye karar verdim.

E.Ç.: Bilmiyorum katılır mısın ama bir karaktere isim vermek bir sınır da koymak aynı zamanda. Karakterler arası belki, yaşantılar arası belki. Bunu da kırmaya çalıştığını anlıyorum.

H.B.: Kesinlikle öyle. Bir de ben olduğu zaman, anlatıcılarım genelde ben anlatıcıdır, zaten adını söylemene gerek yok. Kendinden kendin olarak bahsedersin. Anlatıcı olduğunda karakterin ismini vermen gerekir ama “içeri girdim” dediğin zaman bir adının olmasının hiçbir önemi yok.

A.A.Ş.: Suyun yönünü biraz değiştiyorum. Karanlık Oda, Uyku Sersemi, Apartman Boşluğu gibi kitaplarını okurken eş zamanlı olarak zihnimde onları bir film gibi izleyebilmiştim. Sinema diline yakın bir dilin olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda bu sene izleyicisiyle buluşan Censor filmini de kitabı okurken yer yer anımsadım. Baş karakterin işi, tuhaflıklardan gözünü açamayışı gibi noktalarda özellikle. Videodrome hissi de çok güçlüydü kitabın, Cronenberg’in filmografisine yeniden göz gezdirtti bana. Bu kitap özelinde yazım sürecinde sana ilham veren sinematik anlatılar, referanslar oldu mu? Ya da bir uyarlama hayalin?

H.B.: Aslında benim tamamen özgün bir iş yapacağım takıntım yok. Yani bir şey yazarken bir dokuyu devam ettirdiğimi biliyorum. Edebiyattan, sinemadan bazı anlatılara benzemesi, onlarla dirsek temasında olması… O geleneği sürdürdüğüm bilinciyle yazıyorum ve açıkçası tamamen özgün olacak mı ya da bir şeylere benzeyecek mi diye kendimi sınırlamıyorum. Yazar adayı arkadaşlarla konuşurken de hep bunu söylüyorum çünkü özgür olacağım düşüncesi insanı kafese kapatabiliyor. Ne yaparsan yap özgün olmayacaksın, bir dokuyu devam ettireceksin. Ben de yazarken biliyorum, atmosferi Kafka’ya benzeyecek, bir şeyler David Lynch’e benzeyecek vs. ama Censor özelinde filmi duyduğumda ve konusunu okuduğumda biraz gerildim. Çünkü roman bitmişti. Kabası bitmişti, ince ayar ufak tefek süslemelere geçtiğim bir dönemdi. Konusunu okudum, ismini gördüm karnıma bir ağrı girdi. Filmi de hemen bulamadım, bir süre kafamda onunla yaşadım. Sonra izlediğimde rahatladım açıkçası. Tabii ki benzer bir his var ama Censor’da çok spesifik bir sansür var ve bir dönemi anlatıyor. Kapanmış bir dönem bu. Dolayısıyla çok acıklı değil. İngiltere sansür dönemi yaşamış, ondan kurtulmuş, şimdi onun filmini yapıyor. Dönüp baktığı, eski günlerdeki sansür saçmalığı üzerine bir film. Ben Silinmiş Sahneler’e baktığımda rahatlanacağını düşünmüyorum. Hayatın içinde bizzat yaşadığımız ve gittikçe daha da katlanacağını, bir şekilde korkunçlaşacağını düşündüğüm bir mevzu. Sansür sadece sansür değil burada, okuyan herkesin göreceği şekilde bir metafor.

A.A.Ş.: Açılışını da mavi nokta ile yapıyorsun. Kendi varlığını sansürlemeye kadar gidebilir.

H.B.: Evet ve biraz da kaybolmakla ilgili. Karakter yavaş yavaş kayboluyor, haritadaki yerini kaybediyor durumu var. Dolayısıyla filmi izleyince rahatladım. Film referanslarına gelirsem de yazarken pek referansım yoktu ama karışık bir kurgu olduğundan dolayı Pulp Fiction, Memento, Irreversible gibi konuyu karışık ya da tersten anlatan filmleri andım. Çünkü burada da öyle bir durum var. Bir de Happy End diye bu işleri başlatan bir Çek filmi vardır, bütün film tersten akar. Giyotinde kesilen bir kafa ile başlar sonra oraya gidişi anlatır. Bu filmleri tabii ki hatırladım. Uzak Doğu sinemasının da çok etkisi oldu. Uzak Doğu korku filmlerinin bir hat, bir kanal olarak bu romanda yeri var diyebilirim. Özellikle The Eye diye bir Hong Kong filmi var. Tuhaflıklar gören bir karakter var orada da…Suratı yamulan insanlar görür, mevzu sonunda bir göz nakli ameliyatına bağlanır. Daha önceki gözün sahibinin yaşadığı travmalar ve gördükleri üzerine. Korku filmlerinde genelde bu tür tuhaflıklar açıklanır, okur ya da izleyici de açıklama bekler. Ben her zaman açıklama yapmayan yazar tarafındayım. Yani Gregor Samsa’nın bir sabah niye böcek olarak uyandığını açıklamama ekolünden geldiğimi hissediyorum. O yüzden burada tuhaflıklar açıklanmıyor ama Uzak Doğu filmlerindeki korku sahnelerinin etkisi oldu. Çünkü bence bir yanıyla Silinmiş Sahneler bir korku romanı.

A.A.Ş.: Peki Uzak Doğu filmleri gibi referans olduğunu düşündüğün, senin uyarlanmasını istediğin bir eserin var mı? Senin edebiyatına ısınmamı sağlayan, işi hayranlığa vardıran Uyku Sersemi kitabın için bunu düşündüm. Bence sinema anlatısına çok yakın bir tondaydı. 

H.B.: En az edebiyat kadar sinemadan da etkilendiğim için bu hislenim bana çok doğal geliyor. Sinematografik anlatım tercih ettiğim bir anlatım türü. Açıkçası bunun da bana özel bir durum olduğunu düşünmüyorum, benim kuşağım yazarlar artık sinemadan daha çok etkileniyor. Çünkü biz hikâyelerden etkileniyoruz, o hikâyelerde sinemanın ve artık dizilerin rolü, alanı genişlemeye başladı. Ama yazarken bu nasıl film olur, şu ne güzel sahne olur, bunu şu çekse şöyle olurları gerçekten hiç düşünmüyorum. Ben tamamen kâğıt üzerinde en iyi nasıl anlatırım derdinde oluyorum. Ama bitip yayımlandıktan sonra bu tür fantaziler başlayabiliyor tabii. Şöyle güzel olur, bu karakter bu olur gibi. Silinmiş Sahneler için şimdi ilk defa düşünüyorum bunu, daha önce düşünmemiştim. Çok emin olamıyorum, karakterin kafasının içinde geçen çok fazla şey var. Oturup bir düşünmek lazım, bunu filme uyarlamak zor olabilir.

A.A.Ş.: Silinmiş Sahneler serbest uyarlamaya daha uygun olabilir. Drive My Car, 15 sayfalık bir öyküydü örneğin.

H.B.: Çok doğru, kendi romanlarımın hepsini serbest uyarlamaya daha yakın görürüm. Çünkü dediğim gibi hepsi karakterin fazla kafasının içinde geçiyor. O da sinemaya pek gelmeyen bir şey.

“Kitapta her şey kurgu olsa da gerçek olan tek şey sansür vakaları. Verdiğim tüm örnekler Türkiye’nin yakın tarihindeki sansür vakaları.” -Hakan Bıçakcı
hakan bıçakcı

E.Ç.: Sansürden konuşurken, yaratıcı ve otosansür arasındaki ilişkiye dair deneyimlerini ve gözlemlerini biraz paylaşabilir misin? Senin kendi yaratım süreçlerinde ne kadar karşılaştığın / irdelediğin bir konu bu? Bir mücadele alanı mı? Nasıl mücadele yöntemlerin var?

H.B.: Sansür çok ilginç bir konu, içine girince daha iyi gördüm. Romanla uğraşırken çok fazla derinleşen bir konu oldu. Bir kere sansür asla sadece sansür değil. İnsanın içine işleyen bir konu. İlk başta karakter geçinmek için sansür yapmak zorunda. Nefret ettiği bir şey, doğru bulmadığı bir şey ama para kazanıyor. Buraya kadar sansürle sağlıklı bir ilişkisi var, yapıyor ama en azından kendini ayrı tutuyor, bir mesafe alabiliyor. Ama bazen kendisi de sansür yapıyor, mesela bir şeyleri birine eksik anlatıyor. Bir kısmını anlatıyor, devamını anlatmıyor. Bunu yaptığı anda aslında sansürün onun içine işlediğini görüyoruz. İçinde bulunduğun toplumun, işyerinin herhangi bir toplumsal yapının yozlaşmasından kendini kurtaramıyorsun, öyle bir şey yok. Kendini kandırabilirsin ama kurtaramazsın, sen de o yozlaşmanın bir parçası olursun. Bu çok acıklı ve bence çok gerçek bir şey. Dolayısıyla görmezden gelme, üstüne gitme gibi yöntemlerle mücadele etmeye başlarsın bu karakterde olduğu gibi. Yani yüzeydeki ilk boyut sansür yapmak zorunda kalmak, ikinci boyut kendi de sansür yapmak ve bunu fark etmek. Üçüncü ve daha derinde bir boyut var, o da kendi farkında olmadan sansürcülük yapması. Bunu okur yakalarsa yakalıyor. Adım adım derine işlediği bir sansür mekanizması var. Ayrıca sizin sorunuzda ilginç bir nokta var, ben yazar olarak bu konuyu işlerken sansür yaptım mı? Şimdi ben buna yapmadım derim ama bu öyle bir konu ki emin değilim. Heh şu olmadı, şöyle bir şey yazsam çok iyi olurdu ama başım belaya girer, buraya girmemeliyim dediğim bir konu olmadı. Ama toplumsal yozlaşma konusunda sen farkında değilsin, bunun bir parçası oluyorsun, bazen refleks olarak yapıyorsun. O yüzden sansür tuhaf bir mevzuymuş. Bir de kitapta her şey kurgu olsa da gerçek olan tek şey sansür vakaları. Verdiğim tüm örnekler Türkiye’nin yakın tarihindeki sansür vakaları. Ben normalde not alarak çalışırım ama bunların hiçbirini bir kenara yazmamıştım, yazarken otomatik olarak aklıma geldi. Bir yerde görüp sinir olmuşum ve o aklımda kalmış, heykel memelerinde olduğu gibi. Onların hepsini yerli yerinde hatırladım ve yazdım. Topladığım dizdiğim bir gazetecilik araştırması yapmadım. Bunun o kadar içinde yaşıyoruz ki hepsi tıkır tıkır geldi diyebilirim.

E.Ç.: Bunları zihninde tutman o mücadele alanını yaratıyor olabilir mi? Bunun üzerine bir de kitap ürettin.

H.B.: Evet, dolambaçlı bir yol izledim sanırım.

A.A.Ş.: Ben isimsiz arkadaşımıza geri döneyim. Diğer karakterlerine göre kendisine biraz iyi davrandığını düşünüyorum. Aslında hayal ettiği bir yolda kendine alan açmak için hareket etmek istese de bunu başaramayan karakterler hemen her kitabında kendine yer buluyor. Silinmiş Sahneler’de de buna benzer bir durum var. Ancak yer yer hayallerine yaklaşma olanağı da tanıyorsun kitabın baş karakterine, her ne kadar hüsrana ulaşsak da. Bu yaklaşımın nasıl ortaya çıktığını duymak isterim. Kişisel deneyimlerinden mi yoksa gözlemlerinden mi kaynaklanıyor?

Yani hem gözlemler üzerinden hem de bu mevzu karanlık bir mevzu. Sansür konusu, kendiyle çelişen bir karakter, bugün burada yaşamak dediğimiz şey yani kitabın arkasında da söylediğimiz. Çok fazla acı görüntüye, korkunç habere maruz kalıyoruz. Sosyal medya sürekli elimizde ve gerçeğin bir kesiti olarak durmadan korkunç şeyler görüyoruz: Hayvana eziyet görüyoruz, kadın cinayetleri görüyoruz, şu an savaşla ilgili şeyler görüyoruz. Bunlar oluyor, yani senin kafanı çevirip baktığında yanında olmasıyla başka bir mahallede, başka bir ülkede olması arasındaki fark nedir acaba, sınırı nereye çekeceksin? Aslında biraz da çıkış noktam buydu. Sosyal medya o sınırları kaldırıyor. Sürekli görüyorsun, sürekli acı çekiyorsun. Merhamet yorgunluğu diyor buna batılılar. Dünyada olup biten açlıklar, sefaletler için vicdan azabı duyma. Tabii batılı toplumlar bunu böyle romantik bir vicdan azabı gibi yaşıyor, bizim gibi toplumlarda birebir içinde yaşıyorsun ve bunlarla nasıl yaşanır, bu biraz karanlık bir konu. Yani işte romandaki görmezden gelme, üstüne gitme bununla ilgili bir şey. Ne yapacağım, ben bunlarla mücadele edeceğim desen hangisiyle edeceğim, nasıl edeceğim? Görmezden geleceğim desen kendini kandıracaksın. Bunlarla ilgilenen bir romanın mutlu sonla bitmesi biraz mutsuz, tatsız bir durum olurdu. “Aslında her şey de yoluna girer.” gibi bir şey olurdu. Ben genelde canımı sıkan konulardan yola çıkıyorum. Yani sanatta zaten bence çıkış noktaları genelde rahatsızlık oluyor, bir şeyden rahatsız olmak. Bu tehlikeli de bir şey çünkü seni didaktik bir yere de götürebilir. O rahatsızlığı yoğurup bir romana dönüştürmen gerekiyor, başka şeyler de eklemen gerekiyor. Ve bu beni rahatsız eden şeylerden yola çıktığım için de hemen hemen tüm romanlarım olumsuz, depresif, karanlık bir şekilde bitiyor çünkü bunlar karanlık konular. Ama gözlemin çok doğru: Aralarda bir umut ışığı da kurmaya çalışıyorum. İronik finalleri seviyorum mesela, karakter “Her şey yoluna girdi.” diyor ama sen aslında okur olarak “Ah yavrum, hiçbir şey yerine falan girmedi… Ah canım!”  diyorsun yani. O ironik tonu çok seviyorum, sinemada da diğer romanlarda da. O yüzden biraz onu yapmaya çalışıyorum. Burada da karakterin hakikaten bu bir düşüp kalkma düşüp kalkma durumu var.  Çırpınıyor yani. Çırpınıyor, çıkmaya çalışıyor. O kadarcık umut ışığı olmasa da okuma zevki olmaayn bir şey olurdu. Çok arabesk olurdu yani. 

A.A.Ş.: Kafasına kafasına vurulan 70’ler Yeşilçam’ına dönerdi.

H.B.: Öyle değil miyiz? Hep hayata dönüyoruz, mutlu oluyoruz,  kafamızı çıkarıyoruz o boktan ortamdan. Sonra tekrar giriyoruz içine yani. Biraz o var burada da.

A.A.Ş.: Kitap boyunca gerçeğin kurguyla iç içeliği asıl karakterimizin ve okuyanın zihninin berrak kalmasını engelliyor. Ki bu da okuyucunun iştahını cezbeden nüanslardan sanırım. Ancak sona geldiğimizde önceki kitaplarına kıyasla, görece tahmin edilebilir bir çözüme ulaşılıyor. Silinmiş Sahneler özelinde, yazmaya başladığında final aklında ne oranda canlanmıştı? Yazım sürecinde ne kadar değişti?

H.B.: Şimdi bu roman özelinde (her roman için bunu söylemem) şunu söyleyebilirim, bu romanın sonu yok aslında. Başı da yok. Yani klasik anlamda başı sonu olmayan bir roman bu, kurgusu da karışık. Yani ben şöyle düşünüyorum: bu roman ortadan başlayıp başa doğru, ondan sonra sona sıçrayarak da okunabilir. Karakterin kafasında her şey birbirine karışıyor. Bu kurgunun karışık olması da sadece karakter kurgucu diye değil, yine bu hayatın bizi getirdiği bir nokta. Bence biz bir günü yaşayıp geriye döndüğümüzde artık hangisi önceydi, hangisi sonraydı hatırlamıyoruz. O şehrin kaosu üzerine düşündüğüm bir konuydu. Dolayısıyla aslında başı ve sonu diye bir şey benim kafamda yok, bir kesit görüyoruz. Bana kalırsa bir çözüm de yok, net bir çözüme de kavuşmuyor aslında. Bir karakter geri dönecek mi, dönmeyecek mi bilmediğimiz bir yola doğru, yani akıl ve mantığın sınırının dışına doğru yürümeye başlıyor. Onu kaybedecek miyiz yoksa bir noktada U dönüşü yapacak mı tekrarı bilemediğimiz bir noktada bence biraz havada bitiyor diyeceğim.  

A.A.Ş. O bilinmezlik özellikle üçüncü bölümün ortalarında hissediliyor. Bir yerden sonra bitecek ama bitmeyecek bu kitap diye düşündürdü.

H.B.: Delirme anlatısına gidecek gibi bir şey. Ama herkesin senin gibi tahmin ettiğini düşünmüyorum, belki daha önceki kitapları okumuş olmanla falan da ilgili bir şey olabilir, bilemedim. Ama dediğim gibi ben her zaman sonunu bilerek başlıyorum. Giriş gelişme sonucunu, omurgasını bilerek başlıyorum. Ama bu şu demek değil: Karar veriyorum ve aynısını yazıyorum demek değil. Karar vermek başlamak için çok gerekli çünkü öbür türlü notlar alıp alıp sonsuza doğru gidebilir o. Ne yapacağını bildiğin zaman kurguyu oluşturuyorsun ama yazmanın öyle bir doğası var, yazmaya başladığın zaman değişiyor dönüşüyor. O çizdiğin yol haritasından tabii ki çıkıyorsun. Burada da ben yine sonunu bilerek başladım diyebilirim ama burada da sonuyla başı birbirine karışan bir durum var aslında. Başa dönüyor gibi yapıp dönmüyor. Başa dönme de bana biraz klişe geldiği için onu yapmak istemedim.

E.Ç.: Akışı değiştirip değiştirmediğini merak etmiştim.

H.B.: Değiştirdim, tabii. Bu romanda şeyle çok fazla uğraştım, o kurguyu karıştırma işi. Bu okur için kafa karıştırıcı bir şey olmalı yani okuyan bunu lineer bir kurgu gibi, akıcı bir şekilde okumalı, “ay hangisi önceydi hangisi sonraydı” dememeli. Ben arkada o bunu demesin diye çok uğraştım. Gerçekten o karışık kurguyu oluşturmanın bayağı zorlukları var. Sonrasını daha önce yazdın, onu bilerek yazıyorsun. Ama bu beni hem zorladı hem çok ilginç imkânlar sağladı bana. Çünkü, sadece küçük bir örnek vereyim mesela: Bir aile buluşmasına, misafirliğe giderken sanki daha önce yaşadığım bir âna gidiyorum, bu ânı daha önce yaşamıştım duygusundan bahsediyor ve gerçekten bir önceki bölümde biz bunu okuduk. Yani onun o ironikliği çok alan açtı bana yazarken diyebilirim. Tam bir oyun alanı oldu. İlk başta açıkçası bu kadar oyun alanı yaratacağını bilmiyordum. Yazmanın böyle mucizevi bir durumu var. Planlıyorsun ama planladığın şeyin, verdiğin kararların bazılarının çok iyi kararlar olmadığını, bazılarının çok çok yerinde olduğunu yolda görüyorsun aslında. 

“Albümdeki bütünlük romanda da yok, roman da bir çalma listesi gibi. Hatta karışık çal modu açık kalmış gibi roman.” – Hakan Bıçakcı 

Anlatını kurarken müzik ve sinemadan esinlenmenin bir gereklilik olduğunu önceki kitaplarında okuduk. Silinmiş Sahneler’de çok daha yoğun bir müzik kullanımı var. Bunu yaparken de hafızamız bizi yanıltmıyorsa Editors’tan “Smokers Outside the Hospital Doors” haricinde spesifik şarkı yerine albümler ön planda. Bunun ardında, albüm dinleme alışkanlığının gittikçe azaldığı günümüz sektörüyle ilişki kurabileceğimiz bir sebep aramak doğru olur mu?  

H.B.: Evet, şimdi bu karakter eski bir müzik yazarı ama müzik yazarlığı yapamıyor çünkü müzik dergisi yok. Bu ülke müzik üzerine düşünülüp yazılacak bir ülke değil, müzik arkada çalacak ya da kalkıp oynanacak bir şey, diyor karakter tam bu şekilde demese de. Müzik yazarı olduğu için algı konusunda çok seçici müzik konusunda, geçmişten kalma bir refleksi var. Karakter müziğe ilgiliyse bir kafeye girdiğinde müzikten bahseder, değilse bahsetmez. Bu anlatıcınıza göre aynı şeyi yaşayan iki anlatıcının algıda seçiciğiyle ilgili bir mevzudur. Burada müzik konusunda kafası açık bir karakter var. Ama artık o da albüm dinlemiyor, hani albümler geçiyor gerçekten ama çalma listeleriyle dolu bir hayat yaşıyoruz artık diyor, albüm dinlemiyoruz, o bütünlük gitti diyor. Bu da aslında romanın kurgusunun karışık olması, her şeyin birbirine girmesiyle bağlantılı bir durum. Albümdeki bütünlük romanda da yok, roman da bir çalma listesi gibi. Hatta karışık çal modu açık kalmış gibi roman. Dolayısıyla karakter bundan da mutsuz aslında, albüm de bir kurgdur çünkü. Yavaş yavaş açılır, yükselir, iner, kendi içinde bir hikâye anlatır ve onun bir bütünlüğü vardır. Benim kuşağım, aslında albüm dinlerdi… Yani ilk şarkıyı biliriz, ikinci şarkıyı biliriz; iki şarkı arasında bir cızırtı varsa o da ezberindedir. Ama artık öyle bir şey yok, artık çalma listeleri dinliyoruz. Hatta bir grubu yazıp en üstte çıkan, en popüler şarkısını dinleyip geçiyoruz gibi bir dünyadayız. Dolayısıyla karakter de albüm dinleme bütünlüğünü kaybetmiş, teslim olmuş. Bu yeni zamanın, çalma listeleri zamanına o da ayak uydurmuş çünkü o da arada çalma listeleri yazıp dinliyor. Dolayısıyla Silinmiş Sahneler de aslında benim bilinçli olarak yaptığım bir şey, güzel bir albüm gibi değil karmakarışık bir çalma listesi gibi bir yandan aslında.

A.A.Ş.: Albümler demişken, Hakan Bıçakcı’nın baştan sona bir kitap gibi tek solukta dinlediği albümlerden de birkaçını öğrenmek isteriz tabii.

H.B.: Tabii ki tahmin edeceğiniz gibi çok fazla var, sayısız. Ya bir tane mesela bir albüm söyleyeyim mesela… Tam dedin ya kitap gibi baştan sona dinlenecek; Counting Crows’un August and Everything After albümü. Benim en çok dinlediğim albümlerden biri olabilir, üniversite döneminde falan. Gerçekten ağır ağır açılıp böyle kitap sayfaları gibi çevrilerek dinlenilebilecek bir albümdür, onu önerebilirim. R.E.M.’in Monster albümünü önerebilirim, çok acayip bir şeydir o da. Harika bir albümdür. Pulp’ın Different Class’ı, Suede’in Dog Man Star’ı, The Smiths’ten de The Queen is Dead diyelim, hepsi diyeceğim de… Alice In Chains – Dirt ve bir de Sonic Youth’un Dirty’si.

Röportaj: Ant Arın Şermet, Esin Çalışkan