“Herkes gibi film sevmekle başladım”: Sarı Sıcak

Yönetmen Fikret Reyhan, çocukluğunun geçtiği mekânlarda canlandırdığı ve 1 Aralık’ta vizyona gelecek ilk filmi Sarı Sıcak’ın, içindeki bundan sonra film yapma isteğini de alevlendirdiğini anlatıyor. 

Röportaj: Yiğit Atılgan

Gerçekçi üslubuyla dikkat çeken toplumsal dramları “küçük” bir hikâyeyi takip ederek aktarmayı seçen Sarı Sıcak, İstanbul Film Festivali’nden aralarında “En İyi Film” ödülünün de yer aldığı dört ödüle layık görülmesinin ardından Moskova Film Festivali’nden de “En İyi Yönetmen” ödülüyle ayrıldı. Yönetmen Fikret Reyhan’la çocukluğunun geçtiği mekânlarda canlandırdığı ve 1 Aralık’ta vizyona gelecek ilk filmi üzerine konuştuk.

“Sarı Sıcak” Yaşar Kemal’in bir öykü kitabı, filmin ismi için oradan mı esinlendiniz?

Yaşar Kemal’i çok severim, ismi oradan almak da bana gurur verirdi ama “Sarı Sıcak” ismini aslen Çukurova’da fakirliği, bunaltıcı sıcakları betimleyen bir deyim olduğu için seçtim.

Fizik mühendisliğinden geliyorsunuz, mesleğiniz öğretmenlik, sinemaya nasıl geçtiniz?

Herkes gibi film sevmekle başladı. Bir filmi seyredip etkileniyorsunuz ya da boşluğa düşüp günde iki, üç film izlemeye başlıyorsunuz ve orada bir şey buluyorsunuz. İki, üç yıllık bir avarelik döneminde epey film izledim, zamanla özel merakım oluştu, izlerken senaryoya ve atmosfere kendimce müdahale etmeye başladım. “Ben olsam filmi böyle çekerdim” noktasına geldim. İstanbul’a taşınınca da kendimi sinemasever arkadaşların arasında buldum ve bir kısa film çekmeye karar verdim. Sıkıntılı bir kısa filmdi, iyi ki de sıkıntılı olmuş çünkü kurtarmak için kurguyu da ışığı da öğrendim. O filmi hâlâ kurgularım, 11 dakikadan başladım, 5,5 dakikaya kadar indirdim. Hâlâ oturup ara ara kurcalıyorum. Klasik bir deyim vardır; bir sahneyi atınca filmin anlamında kaybolma olmuyorsa film güçleniyordur, bu süreç içinde en azından kendime onu ispat ettim.

İlk filminiz için bu öyküyü nasıl seçtiniz?

Oralar çocukluğumun geçtiği mekânlar. Babam ve amcam filmdeki Necip Ağa gibi sebzecilik yapardı. İşler kötüye gidince babam memleketi Hatay’a geri döndü, amcam Mersin’de direndi. Üretim araçları ve teknoloji değişiyordu, amcam onlara karşı katı durup muhafazakâr davrandı. Kendisini değişime kapatırsa ailesini daha iyi koruyacağını sandı ama filmde gördüğümüz gibi bitişi hızlandırdı. Filmde bir yemek masası sahnesi var, benim için çok önemli bir sahne. Babam ve amcam da feodal yapıdaki tüm babalar gibi masada tüm aile bireyleri toplanmadan yemeğe başlamazdı. Bunun bilinç altında aileyi koruma güdüsü mevcut.

Bu hikâyeyi tek bir karakter üzerinden anlatmayı neden tercih ettiniz?

Arka planda çok fazla şey oluyor, sermaye el değiştiriyor, aile teknolojiye ayak uyduramıyor ve kötü duruma düşüyor. Bu arka planı göze sokmak yerine bunları küçük bir öykü üzerinden göstermeyi istedim. Hepimizin ufak ufak umutları ve hedefleri var, İbrahim’in de tek istediği bir tır şoförü olmak. Buna kaçmak, kurtulmak ya da kendini var etme güdüsü mü denilebilir ama bir şekilde oradaki dünyayı kabullenmemiş bir İbrahim’den bahsediyoruz. Filmde bu gitme sürecinin ne kadar zor olduğunu gördük. O aile yapısında bütün para babada toplanır. Bazıları İbrahim’in o kadar çalışıp bir ehliyet parası toplayamamasını tuhaf bulabilir. Bizim için ehliyet parası az olabilir ama o insan için bir araba parasıdır. İbrahim bu yüzden farklı farklı işler yapmak durumunda. İlk sahnede de görüyoruz, önce çalışmayı denemiş ama babası Necip Ağa onu gelip almış. Bu da babalık gururuyla ilgili bir durum.

İbrahim’in denediği farklı işlerden birini kan tahlili sahnesinde görüyoruz.

Yurt dışında bu iş legal olarak yapılıyor, bir ilaç piyasaya sürülmeden önce son defa bazı insanların üzerinde deneniyor. Gönüllü kişi altı ayda bir gidip kobay oluyor, bir daha aynı şeyi yapması için bir önceki ilacın etkisinin geçmesi gerekiyor. Hayatını böyle kazanan insanlar var. Orta Doğu’da bunun çok daha ucuza illegal bir şekilde yapıldığını duydum ama Türkiye’den emin değilim. Sömürünün son noktasını anlatmak istediğimde bu fikri filme adapte etmek bana cazip geldi.

İbrahim’i sempatik bir karakter olarak sunmaya çalışmamışsınız, pasif agresif halleri, öfkeleri var. Öte yandan ailede birey olma ve kendi için hayal kurma iradesini gösteren tek karakter o.

Ağabey zaten oradaki yaşantıyı tamamen kabullenip babasının boyunduruğu altına girmiş. Tarlada çalışan, eve gelen, çocuğuyla biraz oynayıp eşiyle yatan, sabah kalkıp tekrar işe giden bir adam. İbrahim’i karakter olarak seçmemizin en büyük sebebi bu; o durumu kabullenmiyor ve insan bir şeyi kabullenmediğinde çatışma da o anda başlıyor. Önce kendinizle, sonra aileyle, sonra toplumla, gerekirse bütün sistemle çatışıyorsunuz. İbrahim’in yaptığı da bu. Gitmek, başka yerler görmek o kadar da kolay değil, önce kendisiyle çatışıyor. Sonra babası geliyor, planlarından babasına bahsedemiyor. Daha da ötesinde genel sistemi aşmak zor, komisyoncular aileyi borçlandırıp hizaya getirmiş, tekelleşmeye devam edecekler. İbrahim’in durumuna baktığınızda kendisini sarmalayan sistemleri aşıp gitmek çok zor.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:60’a ulaşabilirsiniz.