İyi ki sinemaya uyarlanmamış: “The Queen’s Gambit”

Ekim itibariyle Netflix kataloğuna katılan yedi bölümlük mini dizi The Queen’s Gambit; bir spor ve başarı hikâyesi, bir büyüme ve olgunlaşma öyküsü, -hatta Hollywood’un artık pek az çektiği- eski usul dönem dramlarından biri olarak tarif edilebilir. Analitik düşünce gücüyle oynanan bir spor türü olarak satrancı odak noktasına alıyor; feminizm, uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm gibi temalara sıklıkla temas ediyor. Lakin tüm bunlardan önce; dâhilikle delilik arasındaki ince çizgide yürüyen, önüne çıkan engellere takılmadan ayakta durmaya çabalayan bir genç kadın hakkında, titiz bir karakter çalışması var karşımızda.

Yazı: Merdan Çaba Geçer

Annesini bir araba kazasında kaybedip öksüz kalan Beth, henüz sekiz yaşında, çocuklara düzenli olarak sakinleştirici verilen bir Hristiyan yetimhanesine gönderiliyor. Bu çatı altında hem ilaç bağımlılığının başladığını; hem de yurdun temizlik görevlisi Bay Shaibel sayesinde en büyük tutkusuyla, satrançla tanıştığını görüyoruz. Bolca zekâ ve azim gerektiren bu masa oyunuyla hayatındaki büyük boşluğu doldurmaya çalışıyor. Tahtasına bakmazken bile satranç oynayabilen biri artık Beth; yurdun tavanında satranç taşları hayal ediyor, zihninde kazandığı maçlarla saatlerini harcıyor. İlaçlar gibi satranç da bir bağımlılığa dönüşüyor onun için aslında.

Her adımda doğru hamleler yapan bir yaratıcı ekip

Dizi ilerledikçe Beth, yaşının birkaç katı olan rakibi erkekleri, oldukça eforsuz bir şekilde yenebilen bir sporcuya dönüşüyor. Küçük bir çocuktan genç bir yetişkin olana kadar her adımını takip ettiğimiz zaman diliminde, onun uluslararası bir satranç yıldızına dönüşme sürecinden ziyade, istikrarlı ve mutlu bir şekilde büyüyüp büyüyemeyeceğiyle ilgilenmekte dizi. Zaten dizinin yaratıcılarından Allan Scott da “kimin kazanacağına dair bir spor filmine dönüşebileceği” endişesiyle romanı sinemaya uyarlamak istememiş.

Satranç gibi ilgi duymayan izleyicinin kolayca sıkılabileceği bir sporu gerek diziye sağlam bir ritim kazandıran dinamik kurgu çalışmasıyla, gerek kullandığı yaratıcı kamera açılarıyla herkes için ilginç kılmayı başarabiliyor yönetmen Scott Frank. Satranç anlatısına yaraşır şekilde seyircisine beklenmedik, sürpriz birçok hamle yapan senaryo da oldukça etkili. Ancak bu dünyanın oluşumunda en az onlar kadar etki sahibi başka isimler de var.

Başarılı prodüksiyon tasarımı ve oldukça şık bir renk paletine sahip sinematografisiyle; 1950’lerin ortasında başlayıp 1960’lara uzanan The Queen’s Gambit, “dönem projesi” etiketinin hakkını sonuna kadar vermekte. Burada alkışlar, Babylon Berlin dizisindeki çalışmalarıyla da incelikle hazırlanmış setlerine şahit olduğumuz Alman tasarımcı Uli Hanisch ile ekibine gidiyor. 60’lar Paris, Moskova ve Meksika’sını hem tarihsel ayrıntılara titizlikle dikkat ederek, hem de ihtişam hissini kaybetmemeye özen göstererek, âdeta yeniden yaratmışlar.

Bir parantez de başroldeki Anya Taylor-Joy’a açmak zaruri. 2015 yapımı şahane Robert Eggers korkusu The VVitch: A New-England Folktale’den beri Hollywood’un yakın kadrajında olan oyuncuyu, Furiosa karakterine odaklanacak yeni Mad Max filminde, başrolde izleyeceğimiz müjdelenmişti. Özgüvenli ve soğukkanlı bir performans ortaya koyan Taylor-Joy en sıradan anlarda bile, mesela satranç tahtasına baktığı herhangi bir sahnede, resmen gözleriyle oynuyor. Rakibini yenmeye çalışırken göz kapakları daralıyor, kaybedeceğini hissettiği anlarda öfkesi ve çaresizliği fizikselleşiyor. Duygusal olduğu kadar fiziksel, oldukça başarılı bir performans var burada.

Walter Tevis’in mirası, satranç duayenlerinin emin ellerinde

Dizinin uyarlandığı aynı isimli romanı kaleme alan Walter Tevis, başta ikonik David Bowie filmi The Man Who Fell to Earth olmak üzere; Robert Rossen’ın The Hustler ve Scorsese’nin The Color of Money filmlerine ilham veren romanların arkasındaki isim. İngiliz edebiyatı ve yaratıcı yazarlık üzerine eğitim veren bir akademisyen olan Tevis, edebiyat dünyasına altı roman, iki düzineden de fazla öykü kazandırmıştı.

Hem bir spor/oyun romanı, hem de bir karakter çalışması olarak sınıflandırılabilecek eseri yayımlandığı dönem satranç tasvirlerinin teknik doğruluğu hakkında türlü övgüyle karşılanmdı. Özellikle Rusların domine ettiği Amerikan satranç turnuvalarındaki atmosferi yansıtmadaki başarısı; satranç dehalarının âdeta zihinlerinin içine girebilme, beyin fırtınalarını gerçekçi bir şekilde aktarabilme konusundaki maharetleriyle edebiyat çevrelerinde büyük alkış toplamıştı.

Romandaki satranç bölümlerini bir oyuncu olarak kendi deneyimlerine, oyunla ilgili uzun araştırmalarına dayandıran Tevis; henüz giriş kısmında ilham aldığı ve danıştığı kişileri sayarken başarısının sırrını ele veriyor aslında. The Queen’s Gambit kurgusal bir çalışma olduğundan eserde bu isimlerin bahsini geçirmese de Robert Fischer, Boris Spassky ve Anatoly Karpov gibi ustaların muhteşem satrancının kendisi için büyük zevk kaynağı olduğunu özellikle belirtiyor. Ayrıca ülkenin en deneyimli satranç öğretmeni olarak kabul edilen, “kıskanılacak kadar iyi oynayan” Bruce Pandolfini’ye metni düzelttiği ve çeşitli hatalardan kurtulmasına yardım ettiği için de şükranlarını sunuyor.

Tevis pek sevdiği Kasparov ile Pandolfini’nin Netflix projesi danışmanları arasında yer aldığını bilse, fazlasıyla gurur duyardı muhtemelen. Zaten mini dizi de romanın kendisi gibi, gerek oyunun doğasını yansıtma şekliyle, gerek pozisyon ve hamlelerin gerçekçiliğiyle satranç çevrelerinde takdir topladı. Oysa ki kadrodan Anya Taylor-Joy (Beth Harmon), Thomas Bodie-Sangster (Benny Watts) ve Harry Melling (Harry Beltik) bu disiplinle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Özellikle başrolde gerçekçi bir performansla izlediğimiz Taylor-Joy, çeşitli röportajlarında, projeye başlayana kadar satranca olan ilgisinin sıfır olduğunu gizlemiyor. Çekimler boyunca çok gizli bir dünyaya davet edildiğini hissettiğini, performans sergilerken iyi bir satranç oyuncusu olduğuna ikna edebildiği için kendisiyle fazlasıyla gurur duyduğunu belirtiyor.

Hollywood’un neredeyse 40 yıldır peşinden koştuğu bir roman

Birçok yapımcı, yönetmen ve senaristin rüyalarını süsleyen ancak çeşitli talihsizlikler nedeniyle 1980’lerden beri uyarlanamayan bir eser aslında The Queen’s Gambit. Henüz romanın yayımlandığı 1983 senesinde, The New York Times yazarı Jesse Kornbluth, romanın sinema adaptasyonu için çalışmalara başlamıştı. Kornbluth o dönem tanıdığı tüm yönetmen ve oyuncuların projeye dâhil olmak için can attığını, ancak Tevis’in 1984’teki ölümünün ardından bu girişimi sonlandırdığını söylüyor. Zira eserin hakları başka bir stüdyoya satılmış ve yapımcılar mali kaygılar nedeniyle projeden vazgeçme kararı almış.

Tarihler 1992’yi gösterdiğinde, Don’t Look Now ve The Witches gibi işlerinden hatırlanabilecek İskoçyalı senarist Allan Scott ilgileniyor romanın adaptasyonuyla. Sanat filmi kodları taşıyacak bir proje için kolları sıvayan sinemacı, Bernardo Bertolucci ve Michael Apted gibi isimlerle görüşse de net bir sonuç alamıyor. Oyunculuk kariyeriyle tanıdığımız Heath Ledger, ilk yönetmenlik denemesi için 2007’de Scott’un kapısını çalıyor, hatta ikili Beth karakteri için Ellen Page’de karar kılıyor. Prodüksiyon çalışmaları başlayan proje, Ledger’ın zamansız vefatı nedeniyle bir kere daha rafa kaldırılıyor.

2019’un Mart ayında Netflix’in romanın uyarlamasıyla ilgilendiği; dizinin başına Logan, Godless gibi iyi eleştiriler almış işleriyle dikkat çeken Scott Frank’ın getirildiğini öğreniyoruz. Tam 27 yıl boyunca çekmeye çabaladığı bu rüya projeye nihayet Allan Scott da dâhil oluyor ve The Queen’s Gambit yedi bölümlük bir mini dizi olarak 2020’de huzurlarımıza çıkıyor.