“İyi müzik azmeder”: Awesome Tapes From Africa #bantmagarşivden

Brian Simkowitz, öğrenci olarak Gana’ya yaptığı yolculuk sonrasında, ülkeden geri getirdiği kasetleri 2006 yılında Awesome Tapes from Africa adıyla internete koymuştu. Aradan geçen yıllarda gittikçe büyüyen, dillere dolanan blogunun yanı sıra DJ setleri, canlı konserler ve bir de plak şirketini içine alan proje, Afrika kıtasında dinlenilen müziğin neredeyse sonsuz çeşitliliğini az da olsa dünyaya göstermeyi hedefliyor. Simkowitz’in sitesine ilk koyduğu kaset olan ve neredeyse on yılı aşkın bir arayışla izini sürdüğü Ganalı sanatçı Ata Kak da 2019’da Red Bull Music Festival Istanbul kapsamında Alpha Beat Night’ta sahne almıştı. Bu vesileyle Simkowitz’le etnomüzikoloji geçmişi ve Ata Kak’a neden tutulduğuna dair bir sohbete oturmuştuk.

Awesome Tapes From Africa, 2011’de bir blogdan plak şirketine evrildi. İlk albüm olarak Nâ Hawa Doumbia’nın 1982 tarihli La Grande Cantatrice Malienne – Vol. 3’sini yayımlayan etiketin 10. yaşını kutlamak için, arşivden festivalin Bant Mag. tarafından hazırlanan dergisi The Note’da yayımlanan röportajı çıkardık.

“İnsanlar 2006’dan beri bana ‘Bu yeni dünya müziği akımıyla ilgili ne düşünüyorsun?’ diye soruyor. Tekrar tekrar aynı şey, yeni nesiller her zaman orada var olmuş bir şeyi ‘keşfediyor’. O yüzden insanlar benle sanki bir şeyi keşfetmişim gibi konuşunca sinirleniyorum. Bunlar her zaman vardı.”

En geriye giderek başlayalım. Bize müzikle nasıl ilgilenmeye başladığını anlatabilir misin? Mesela ilk neler, kimler ilgini çekti ve akademik olarak bunun peşinden gitmeye nasıl karar verdin?

Tabii. Aşağı yukarı 10 yaşından beri müziğe çok ilgili şekilde büyüdüm. Önce popüler müzik kasetleri topladım. Ne bileyim, Metallica’dan Beethoven’a kadar her şey. Ama gerçekten de bir müzik hastası gibi. Aynı zamanda davul çalmaya başladım ve hayatım boyunca da hep çaldım, caz okuyarak. Üniversiteye gittiğim zaman da caz müzisyeni olmaya çalışmanın pek de emniyetli bir yol olmadığının farkına vardım… Aslında muhtemelen işin profesyonel tarafı konusunda akıllı davranmamamın daha büyük nedeni, benim için asıl daha çok işin, “Önümdeki dört yılı bir prova odasında geçirmek istemiyorum, az çok dünyayı görmek istiyorum” kısmıydı. O yüzden üniversitenin ilk yılında ne yaptığımın farkında değildim, ama yılın sonuna doğru orada çok iyi bir etnomüzikoloji departmanı olduğunu öğrendim ve birden jeton düştü, çünkü müzikle ilgili okuduklarımdan falan etnomüzikolojiyi biliyordum zaten ve halihazırda dünyanın müzikleriyle ilgileniyordum. Yani tam bir hastası değildim ama bilirsin işte, kütüphaneden CD ödünç alıp kaydettiğim ya da büyüdüğüm Chicago’da bir ton ikinci el müzik dükkânına gittiğim yıllardan topladığım, Asya’dan, Afrika’dan ve bir sürü farklı yerden gelen bir sürü müziğim vardı. Ve Indiana Üniversitesi’nde etnomüzikolojiyi bulduğumda, bunun vaktimi verebileceğim ve gerçekten içine dalabileceğim bir şey olduğunu anladım.

Üniversitedeki üçüncü yılımda da yurt dışında okuma fırsatım oldu ve anında Gana’ya gitmeye karar verdim.. Hiç Amerika dışına çıkmamışım ve Gana’da ilginç popüler müzikler olduğunu biliyorum. Bir arkadaşım da Gana’ya gittiğinde aldığı bazı highlife kasetlerini benimle paylaşmıştı ve ben tamamen havaya uçmuştum, sarsılmıştım! “Yani demek istiyorsun ki dünyadaki başka her ülkenin tonlarca popüler müziği ve bir sürü farklı janrları var ve biz Amerika’da bunları hemen hemen hiç duymuyoruz?” Böylece kalkıp Gana’ya gittim ve oradayken highlife’la ilgili şeyler bulacağımı sanıyordum. Öğrendim ki aslında orada rap yapıyorlardı ve daha da heyecanlandım. Çünkü, yine, Kuzey Amerika’dan gelen habersiz bir insan olarak, şaşırıp gaza gelmiştim.

O ilk saha çalışması deneyimin ve aynı zamanda da akademik altyapın, bu projenin en nihayetinde aldığı şekle yaklaşımını nasıl etkiledi sence?

Hey, bu çok akıllıca bir soru. Yani bir tarafım bu projeyi, blog’u etnomüzikoloji altyapımın tamamına tepki göstermek istediği için başlattı. Bir de ulaşılabilir olan bir şey yapmak istiyordum ve insanlar için, tanıştığım ve beraber çalıştığım insanlar için bir şeyler ifade edebilecek bir şey. Çünkü hâlâ hissediyorum ki akademik makaleler yazmak, beraber çalıştığın insanlar için pek de bir şey yapmıyor, çünkü o makaleleri kimse okumuyor. Bunu kabul etmek lazım. O zaman işin bir bu kısmı var, ama tabii ki biraz garip de hissettim çünkü tüm profesörlerim ve tüm eğitimim, tüm okuduklarım ve yazdıklarım nasıl çok çok öz-düşünümsel olunacağı, yaptığın işin nasıl gerçekten görebileceğin ve bunun gördüğün resmi nasıl etkilediğiyle ilgiliydi. Yani saha çalışması aslında başka insanlarla ilgili çalışma yapmaktan çok kendi içine dönmek ve kendi kültürünle ilgili her şeyi görmekle ilgili. Dünyayı dolaşıyorsun ve günün sonunda daha çok kendinle ilgili şeyler öğreniyorsun. Ben de bu iki şeyi nasıl dengeleyebileceğimi arıyordum.

New York’taki müzik tanıtımcısı olarak çalışmaya başlamıştım ve ajanstaki uzmanlık alanım da dünya müziği, caz ve klasik müzik kategorisindeydi. Bu yüzden işim için çok önem verdiğim kompleks müzikleri alıp tek bir cümleye indirgemem gerekiyordu. Bir yandan bunu yaparken, bir yandan da blog’u yapıyordum ve blog da “Gerçekten hakkında hiçbir şey bile bilmediğim müzikle ilgili nasıl konuşabilirim?” sorusu üzerine kuruluydu. Araştırma yapmamışım, bu insanlara hakkında soru soracak fırsatım olmamış, hiç de okumadığım bir alan… O yüzden hakkında herhangi bir ansiklopedik bilgim varmış gibi bile davranamıyorum. Hadi o zaman müziği sadece çok az bir bilgiyle olduğu gibi sunayım!

Buna başladığımda hemen hemen YouTube öncesi gibiydi ya da belki tam YouTube’un başladığı sıralardı. YouTube bu işlerin çoğunu değişirdi çünkü şimdi o kadar daha fazla müziğe erişim var ki. Ama o dönemde paylaştığım şeylerin çoğunu Google’a falan koyardın ve hakkında tek bir şey olmazdı. Ben de hepimizin katkıda bulunduğu ve eriştiği yaşayan arşivi ilerletmek için bir şey yapıyorum gibi hissetim. Pozitif bir şey olduğunu düşündüm sadece, müziği erişilebilir yapmak. Çünkü hip hop ile ilgili araştırma yaparken mesela, tüm o zaman süresince beraber çalıştığım insanların çoğu bana röportaj sonunda dönüp aynı şeyi sorardı: “Şimdi de ben sana bir soru sormak istiyorum. Benim işleri nasıl oraya ulaştırabilirim?” Ve hiçbir zaman onlara verecek cevabım yoktu çünkü yalnızca öğrenciydim. Brooklyn’e taşınıp bu blog’u yaptığımda, o zamanlar dinleyicisi olmayacağını düşündüğüm şeyler için bir kitle gerçekten olduğunu fark ettim.

“Benim eski Afrika müziğine kafayı takmış olduğumu düşünen insanları her zaman düzeltmeye çalışıyorum çünkü tersine, benim projem tamamıyla güncel, olay yerinde, ‘Bu şu anda oluyor’ gibi bir motivasyonla doğdu. Zaten o yüzden rap müziği CD’ye koymaya başlamalarını beklemek istemedim.”

Zamanında bu tepkilerin seni şaşırttığını söyledin, peki dönüp baktığında o ilk karşılama ve projenin uzun ömürlülüğü şimdi sana ne ifade ediyor? Projeyi bugün başlatıyor olsaydın sence ne farklı olurdu? Aynı şekilde ele alır mıydın?

Etnomüzikoloji, beni yaptığım işin altında yatan ahlâki temeller konusunda ve insanların müziğini kullanmak ya da izin almadan paylaşmak açısından ahlâki ve yasal bir gri alanda var olduğu konusunda bilinçli olmaya zorladı. O yüzden şimdi geriye dönüp baktığımda, muhtemelen yine aynı şekilde yapardım, çünkü o günkü koşullarda bu müzik ulaşılabilir değildi. Fakat blogu bugün başlatacak olsam farklı bir şey olurdu, çünkü bu sanatçıları arıyor ve bu repertuarın çoğunun bulunduğu çeşitli Afrika ülkeleri ve bölgelerinde şu anda yerel olarak var olan streaming müzik servislerini buluyor olurdum.. Bunların yasal yoldan yüklenip yüklenmediği ise bambaşka bir tartışma ve makale konusu. Çünkü hepsi sanatçılara telif haklarını ödemeyen çeşitli Afrika ülkeleri tarafından idare ediliyor. Bir kataloğun tamamını alıp Spotify’a yığmak ve her ay parasını toplamak aşırı kolay çünkü. Bununla birlikte, oradalar ve yasal olarak satıştalar, o yüzden blogu bugün başlatacak olsam muhtemelen aynı şekilde yapmam, herhalde sadece bir sürü Spotify veya YouTube bağlantısı paylaşırdım. Günün sonunda blogun sırf müzik indirebildiğin için önemli olduğunu veya beğenildiğini sanmıyorum. Bence müzik sırf internet üzerinden yayımlanıyor olsaydı, yine de o kadar yapışkan ve popüler olurdu.

“Dünya müziği” tanımına dair toplu anlayışın zaman içinde değiştiğini düşünüyor musun? Sanırım pek de fazla değil?

Aslında çok komik. Mesela 40’lara veya 50’lere bakarsan, insanlar Afro-Kübalı müziğe sarmıştı, 60’lardaysa insanlar bazı Fas müziklerine ve Latin Amerika müziklerine sardı. Sonrasını biliyorsun, David Byrne ve Brian Eno gibi insanlar 70’lerden beri Afrika müziğiyle uğraşıyor. Buna rağmen insanlar 2006’dan beri gelip bana hâlâ “Bu yeni dünya müziği akımıyla ilgili ne düşünüyorsun?” diye soruyor. Tekrar tekrar aynı şey, yeni nesiller her zaman orada var olmuş bir şeyi “keşfediyor”. O yüzden insanlar benle sanki bir şeyi keşfetmişim gibi konuşunca sinirleniyorum. Bunlar her zaman vardı. Ve bir boku bulmuşum gibi davranan o beyaz herif olmamak için çok çok uğraşıyorum… Ama “dünya müziği” ve onunla nasıl ilgilendiğimiz muhabbeti, 1986’dan beri o kadar da ileriye gitmedi. Bu müziğe daha fazla erişimimiz olduğunu düşünüyorum, ki bu müthiş. Geçtiğimiz son beş yılda da Berlin ve New York gibi yerlerde daha Afrika bazlı sanatçı veya Afrika kökenli insana yer verildiğini görüyorum. Gerçek konserler ve gerçek festivaller alıyorlar, onlara ciddi paralar ödeniyor ve bu gelişmeyi görmeyi seviyorum. Ama bunun 80’lerin başında, dünyanın her yerinden birçok sahnede gerçekleştiğini de düşünüyorum. O yüzden de hem Kanye hayranı olup hem Afrobeat’in ne olduğunu bilen insanların olması dışında o kadar da ilerledik mi bilmiyorum. Ki bu da harika! Hepsi çok iyi! Ama aynı zamanda Afro-Kübalı müziği 1940’larda öğrenip sanatçıların isimlerini zikredebilecek Dizzie Gillespie hayranları da vardı. O yüzden bilemiyorum, bu her zaman olan bir durum. Bir yandan da Amerika müzik endüstrisinin ve Amerika müziğine ne kadar çok kitlenip kaldığımızın hikâyesi.

Awesome Tapes of Africa’nın Red Bull Music Academy UK turnesinden, 21 Ekim 2016
Fotoğraf: James North

Peki müzik çeşitliliğinden bahsetmişken, karşına çıkan en çılgın janr sentezleri hangileri?

Belki biraz sıkıcı ama hâlâ Fildişi Sahil’inde yapılan country müziğine kapılmış haldeyim ve şu an Amerika’da olan, o sahneyi yaratmakta yardımcı olmuş bir grupla çalışıyorum. Hatta bir tanesi Nashville’de yaşıyor, o yüzden de Nashville’de bir konser verdiler. Nashville radyosuna, Tennessee gazetesinde falan çıktılar. Fildişi Sahili’nden müzisyenlerin, country müziğin başkentinde country müzikten bahsetmelerini duymak süper bir kafa. Fildişi Sahili’nin popüler müzik janrlarının çoğu aşırı hızlı, 140 – 160 bpm tipi şeyler. O yüzden bu adamların böyle tamamen özlü, huzurlu country Amerikana yapıyor olması çok enteresan.

Fiziksel eser olarak kasetlerin etkisinden bahsettin. Bunu biraz daha açabilir ve bugünlerde Afrika’daki yaygınlığının azalmasından söz edebilir misin? Bu müzikal arayışlarını etkiliyor mu?

Kesinlikle etkiliyor! Çok saçma, çünkü ben işe şöyle başladım… Benim eski Afrika müziğine kafayı takmış olduğumu düşünen insanları her zaman düzeltmeye çalışıyorum çünkü tersine, benim projem tamamıyla güncel, olay yerinde, “Bu şu anda oluyor” gibi bir motivasyonla doğdu. Zaten o yüzden rap müziği CD’ye koymaya başlamalarını beklemek istemedim. “İnsanlar bunları kasete koyuyorlar, ne olup bitiyor bakalım, görelim neymiş” dedim. Yani hepsi maddi kültür, küçük, harika eserler. Seri olarak üretilmiş, herkes satın alabiliyor ve inanılmaz dayanıklı. O yüzden biraz daha düşündükçe, insanların nerede olduğu veya mali durumlarını gözetmeksizin; kasetin bazı müzikleri iyice yapışkan yapmakta Napster’dan önce gelen bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü kasetler korsanı inanılmaz kolaylaştırdı. Afrika’da herhangi bir yerde kaset bulduğum zaman neredeyse %50’si korsan. Bazıları “çok güzel” yapılmış, hatta bazılarına sahte hologram yapmışlar. Mesela bugün Dakar’a gitsen, hiç fiziksel müzik dükkânı bulamazsın ve bu tamamen korsanın bir sonucu..Korsan, fiziksel müzik satışlarını tamamen yok etti çünkü bizde olan plak çılgınlığı onlarda yok. Yakın zamanda yeni basılmış kaset gördüğüm tek yer de Etiyopya. Sanıyorum Kuzey Afrika’da da hâlâ kaset basan bazı bölgeler var ama Sahra Altı Afrika’da gittiğim tüm yerlerde bana fabrikaların kapandığını, kilitlendiğini, bazen de her şeyin direkt çöpe atıldığını söylüyorlar.

“Ata Kak’ı dinledikten sonra Ganalı arkadaşlarıma sordum ama onlar da adını hiç duymamışlardı. Biraz Google’ladım ve bir şey için Google’a bakınca sıfır sonuç almak gerçekten çok ilginç oluyor! Gerçi artık o kadar sık olmuyor ama 2006’da oluyordu.”

Plak şirketi başlatma süreci nasıldı peki? Az önce bahsettiğin gibi, projenin olası ahlaki kaygılarının hep farkında olduğunu düşünürsek, bu farkındalıkla şirketi başlatmak nasıldı?

Eğer bundan sanatçılar için para yapmanın bir yolu varsa, plak şirketi kurmanın hevesimi yerine getirmek için iyi bir yol olduğunu hissettim. “Tamam, bunu yapabilirim, insanların en iyi şekilde bağ kurabileceği, en güncel albümleri seçebilirim ve paramı bunları basmaya yatırabilirim” diye düşündüm. İşi biraz daha başa alırsak, Secretly Canadian’da staj yaptıktan sonra oradakilerle yıllarca irtibatta kaldığım için başladı plak şirketi. Ekipten birisi bana ulaştı ve “Blogla yaptıklarına bayılıyoruz; biz plak şirketlerini aramıza katabiliyoruz, o yüzden eğer istersen bunu konuşabiliriz” dedi. Ondan sonra bunu gerçekleştirebilmek de bir, bir buçuk yıl daha aldı. Bana plak şirketi işini nasıl yapacağımı öğrettiler, zira bundan önce sadece tanıtım tarafını biliyordum.

Etik açıdan, avans aldığın ve sonra her şeyin de yarı yarıya paylaşıldığı tipik bir punk rock anlaşması yapmak bana çok doğal geldi. O zaman plak şirketi, masrafını karşılayacak kadar albüm satamazsa para kaybediyor. Bence bunu yapmanın en iyi yolu buydu: Onları dolandırmaya çalışmadığımı anlamaları için müzisyenlere para vermek. O zaman albüm hiç satmasa bile ellerinde 1000 dolarla ayrılırlar. Bugünün müzik endüstrisinde her şey görünürlük kazanmakla ilgili ve ben de Awesome Tapes from Africa’nın Afrika’dan belirli türde sanatçılara,daha büyük bir kariyer başlatmak için gerekecek görünürlüğü sağlamanın en iyi yol olduğunu düşündüm. Bana basit bir matematik gibi geldi. Tüm bu insanlar bloga bakıyorsa, aralarında albümü sevip satın almak isteyecek bir yüzde de vardır.

Yayımladığın yeni baskılardan düzenlediğin canlı konserlere ve şimdi yeni kayıtlara, Awesome Tapes from Africa’nın serüveninde seni en çok şaşırtan ne oldu?

Sanırım beni en çok şaşırtan şey, dünyanın her yerinden insanların sözlerinin tek bir kelimesini bile anlamadıkları bir müziği dinlemeye ve buna zamanlarını ayırmaya ne kadar istekli oldukları. Sözlere kafaya takmış olduğumdan değil ama özellikle Batı Afrika’daki araştırmalarım gösteriyor ki müzik sahneleri arasındaki bariyerler her şeyden çok lisanla ilgili. Gana’da 10 farklı bölge ve her bölgenin de farklı müzik sahneleri var. Aralarında çok az örtüşme var ve bu da lisanlardan dolayı. İnsanlar, neden başka bölgelerden müzik dinlemediklerini sorduğun zaman “Anlamıyorum ki” diyor. Peki o zaman niye Austin, Teksas’tan insanlar kalkıp Burkina Faso’dan müzik dinliyor? Bilmiyorum. Ama çok hoş… Ben niye sevdiğimi biliyorum ama bunun oldukça şaşırtıcı olduğunu düşünüyorum. Bu sırf gelip geçici bir akım da değil. Daha önce de dediğim gibi, her zaman vardı ve bir yere de gitmiyor. İyi müzik azmeder.

Geçenlerde Fildişi Sahili’nde bir sürü genç bana gelip “Biz senin projeni biliyoruz! Çok iyi olduğunu düşünüyoruz” dedi. Projem büyük oranda Afrikalı olmayanlar tarafından tüketiliyor ve takdir ediliyor diye her zaman biraz mahcup hissetmişimdir. Aslında benim için her zaman hava hoş, dünya çok büyük ve Afrikalılar başkaları üzerinden para kazanabiliyorlarsa kazanmalılar. Ama, Fildişi Sahili’ne gidip de yirmilerinde bir grup partici gencin “Senin işler uçuyor; çok sıkı!” dediğini duymak çok hoş.

Ata Kak

Peki blog’a koyduğun ilk yayın, o Ata Kak kasetinde seni tüm bunları başlatmaya iten neydi? 10 yıllık bir arayışa koyulacak kadar gözüne çarpan neydi?

Onu arayışım hemen başlamamıştı. Bir yılı Gana’da, Gana kültürünü ve highlife’la hiplife’ı yiyerek, uykumda görerek, içime çekerek geçirmiş; ondan sonra da bu kaseti bulmuştum. Aslında sanırım Gana’ya olan ilk gezimde hiç dinlememiştim ve uzun süre annemle babamın dolabında bekledi. New York’a taşındıktan sonra ilk geziden edindiğim tüm kasetlerin üzerinden geçiyordum. New York’ta biraz parasızlık ve kültür şoku içerisindeydim çünkü son yılı bambaşka bir ortamda yaşayarak geçirmiştim. Vaktimin çoğunu oda arkadaşımla bu bodrum dairesinde geçiriyor, kasetleri dinliyordum. Bu kaseti duydum, daha önce hiç dinlememiştim, sadece kapağını açtım ve dinledim. O kadar Gana’ya özgü ama o kadar da farklı ve çok çok çok da iyiydi ki!  İnanılmaz değişik ama “kötü müzik” olacak kadar da tuhaf değil. Çılgınca akılda kalıcı ve bunu üst üste, üst üste dinledim. Sonunda “Bunun muhteşemliği azalmıyor” dedim. Oda arkadaşıma “Awesome Tapes from Africa diye bir blog açacağım ve bunu oraya koyacağım” dedim.  Anlayacağın her şey inanılmaz gelişigüzel gelişti. Çıkış noktası “Yahu bu ne?”ydi. Çok fazla Gana müziği dinlediğimi sanıyordum ama hayatımda hiç ama hiç böyle bir şey duymamıştım. Kasetin kapağı çılgın, içinde hiç enteresan veya işe yarar bilgi yok. Ata Kak’ı Ganalı arkadaşlarıma sordum ama onlar da adını hiç duymamıştı. Biraz Google’ladım ve bir şey için Google’a bakınca sıfır sonuç almak gerçekten çok ilginç oluyor! Gerçi artık o kadar sık olmuyor ama 2006’da oluyordu.

Buna adadığın tüm zaman ve efordan ve bu kıtalararası arayıştan sonra, “Obaa Sima”yı yeniden yayımlayabilmek ve Ata Kak’ı ilk defa canlı olarak izlemek nasıldı?

Komik biraz çünkü çılgın, sinematik bir an olması gerekirdi. Ama sanırım üzerinde düşünebilmek için bunu hayata geçirmenin fiili işleriyle biraz fazla meşguldüm. Sonunda bunu yayımlamak bir rüyanın gerçekleşmesi gibiydi çünkü onu bulmam ve albümü çıkarmanın arasında bir yıldan uzun bir zaman var. Ses kaydını bir araya getiremedik, bir sürü zorluklar oldu… Onun orijinal teybi sıcaktan, rutubetten ve kuruluktan birbirine yapışıp erimişti.

Grubu bir araya getirip onu Londra’ya getirdik ve ilk provanın ilk birkaç dakikasından itibaren bunun gerçekten olabileceğini biliyordum. Yani zaten inanılmazdı ve olabileceğini düşündüğümden de inanılmazdı. Bence birçok insan elinde bir mikrofon, arkasına da alabileceği bir CD-J’le onu daha erkenden yola çıkarırdı, ama ben “Hızlı, sıcak bir modaya uyarak ne kadar çabuk bir seyirci üretebiliriz?” fikrine dayalı olmayan bir şey yapmak istiyordum.  Gerçek ve uzun ömürlü bir şey yaratmak istiyordum ve neyse ki beraber çalıştığım insanlar çok çalışkan ve oldukça da öngörülüler. Ata Kak’a konser verdirme fikrinin bile benden geldiğini söyleyemem. Bristol’dan benimle irtibata geçen bir ajanstı ve “Konser verebilir mi? Bunu ayarlamaya çalışmak ister misin?” diye sordular.

Yıllar boyunca paylaştığın müziğin miktarını düşünürsek, blogdan biraz altını çizmek istediğin herhangi bir şey var mı? Veya şu anda dinlediğin yeni keşifler?

Hmmm… Biliyor musun, söylemek zorundayım, blog konusunda çok kötüyüm bu aralar. Uzun zamandır hiç yeni bir şey koyamadım ve buna geri dönmeyi hedefliyorum. Ama blogdan geriye dönüp hatırladığım, gerçekten sevdiğim, hiçbir zaman yeni baskısını yapamayacağım ve DJ’lik yaparken canlı bir sette hiçbir zaman çalamayacağım harika favoriler, kesin hatırlanacak, gerçekten havalı şeyler var. Mesela Boubacar Traoré’nin bir kaseti var, gelmiş geçmiş en iyi şeylerden bir tanesi. Etiyopya’dan gelen kasetlerin çoğundan da hiç bıkmıyorum. Blogda Woubeshet Fiseha’nın bir kaseti var, o kadar keyifli, o kadar rahat ki. Plak şirketi için fikirlerin bir çoğu blogdan geliyor. Örneğin Aby Ngana Diop, kasetini bana Kuzey Carolina’da bir radyo istasyonunda çalışan birinin yolladığı Senegalli bir sanatçı. Teybi dinleyince resmen öldüm ve sonra onu arayarak çok uzun zaman harcadım. Sonunda ailesinin izini buldum çünkü kendisi uzun zaman önce vefat etmişti. Plak olarak yeniden bastığımız o kaset, hala blogda en sevdiklerimden ve herkesin gidip göz atabileceği albümlerden bir tanesi. O kadar fazla iyi şey var ki, hatırladıkça nostaljik hissediyorum. Ama gerçekten tekrar içine girmem lazım.

Son olarak da dünyanın herhangi bir yerinde müzikal bir keşif gezisine çıkacak olsan, kaset bulmak ya da sırf bakınmak için, nereye gitmek isterdin?

Chicago’ya gitmek ve sırf müzik dinlemek. Ben Chicagoluyum ve hayatımın tamamını da Kuzey tarafından geçirdim; hiç Güney tarafındaki house müzik sahnesine derinlemesine dalamadım. Mesela bir yılı Chicago’nun güney tarafında, sırf müzikle ilgili şeyler ve o bakış açısını öğrenerek geçirme fikrine bayılırdım. Chicago inanılmaz ayrışmış, o kadar tuhaf bir yer ki, içerisinde ne olup bittiğini görme şansını hiç yakalayamadığım, keşfedilecek birçok dünya var. Bu pek de egzotik değil sanırım… Veya bir zaman makinesine binip 1993, Houston’a falan gitmek ilginç olabilirdi.

Röportaj: Leyla Aksu

The Note, Ekim 2019