Jim Jarmusch’un yalnız karakterleri #arşivden

MUBI’nin “Jim Jarmusch: Dışarıdakilerin Sineması” başlıklı programı, bağımsız sinemanın simge yönetmenlerinden Jim Jarmusch’un Permanent Vacation’ıyla 3 Mayıs’ta başladı. Seçki her pazartesi eklenecek yeni bir Jarmusch filmiyle, 1980-1991 aralığında çekilmiş 5 filmden oluşacak. 

2016 sonbaharında vizyona giren Paterson’dan hareketle, Bant Mag. No:52’de Jarmusch tarafından yaratılmış yalnız karakterler galerisi hazırlamıştık. Permanent Vacation’dan Paterson’a, tüm filmlerini kapsayan dosyadaki her karakter, farklı bir çizer tarafından resmedilmişti.

Aylak genç “Allie” / Permanent Vacation
İllüstrasyon: İsmail Berkel

Jarmusch’un New York Üniversitesi’ndeki film eğitiminin final projesi olarak yapımına başladığı Permanent Vacation, okuldan mezun olamamasına sebep olsa da, yönetmenin benzersiz tarzının habercisi niteliğinde. Ana karakterimiz Aloysius, Manhattan sokaklarında mekânlar arası savrulan bir genç. Allie’yi, daha önce oyunculuk deneyimi olmayan, Jarmusch’un arkadaşı Chris Parker canlandırıyor. Varmak istediği bir yer olmadan ilerleyen Allie, yıkık bir binada bir Vietnam gazisiyle sohbet ediyor, bir akıl hastanesinde annesini ziyaret ediyor, sokakta saksafon çalan bir müzisyenden şarkı istiyor ve gördüğü kadınlarla flört ediyor. Karşısına çıkan birbirinden garip karakterlerin gerçeküstülüğü filme fantastik bir ton katarken, normalde dikkatimizi çekmeyecek mekânlar da Jarmusch’un bakış açısıyla masalsı hale geliyor. Bu her deneyime açık ve aylak genç, akıllara Catcher in the Rye’ın Holden Caulfield’ınını getiriyor. Karakterin şair yönünü de kariyerine şair olma hayalleriyle başlayan Jarmusch’tan aldığını ekleyelim.

Tarihin ilk hipsterlarından “Willie” / Stranger Than Paradise
İllüstrasyon: Sedat Girgin

Yönetmenin ilk filmi olarak da kabul edilen Stranger than Paradise, 1984 yılının Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülünün sahibi olmuştu. Permanent Vacation’da sokak müzisyeni olarak tanıdığımız John Lurie, bu kez tarihin ilk hipsterlarından Willie’yi canlandırıyor. Hiçbir şeyi umursamayan Willie’nin hayatı, Macaristan’dan sürpriz bir şekilde ziyarete gelen 16 yaşındaki kuzeniyle beraber değişiyor. O zamana kadarki en büyük keyfi televizyon karşısında yenen hazır yemekler olan karakterimiz, tam olarak bir Amerikalı’ya dönüşmüş durumda. Kuzeniyse ona geride bırakmaya çalıştığı Macar kültürünü her şeyiyle hatırlatıyor. Willie bir noktadan sonra kuzenine sempati beslemeye başlıyor ve o zamana kadar hiçbir şey için çaba sarf etmemiş karakterimiz, kuzeni için uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu oldukça sığ görünen, iddiasız ve havalı karakter, Jarmusch’un elinde sempatik bir hale geliyor. Bir yandan da yönetmenin değinmeyi çok sevdiği, ülkesinden uzaktaki yabancı konseptinin ilk örneği oluyor.

Alabildiğine mutlu ve neşeli “Roberto” / Down by Law
İllüstrasyon: Hilal Can

Üç kişinin New Orleans’taki bir hapishaneden kaçışını anlatan Down by Law, Jarmusch’un en komik filmlerinden olmasının yanı sıra, Roberto Benigni’yi dünyaya tanıtan film olma niteliği de taşıyor. Yanlış anlaşılmalar sonucu hapse girdiklerini iddia eden iki Amerikalıyla aynı hücreye düşen İtalyan Roberto, bu kötümser ve huysuz ikiliyi neşelendirme görevini üstleniyor. Kötü İngilizcesine rağmen tüm tekerlemelere ve şakalara hakim olan Roberto, arkadaşlarını (Amerikan filmlerinde olduğu gibi) hapishaneden kaçmaya ikna ediyor. Roberto’nun garip planı, bin bir zorlukla da olsa işliyor ve üçlü kendini dışarda buluyor. Hangi ortamda olursa olsun her şeye iyi tarafından bakan Roberto, ormanda da güzel bir yemek hazırlayıp keyif yapmayı başarıyor. Jarmusch da, alışıldık karakterlerinden çok daha renkli ve neşeli olan bu karakteri, hak ettiği gibi bir mutlu sonla ödüllendirmeyi tercih ediyor.

Saç jölesi, kulak arkası sigarası ve “Jun” / Mystery Train
İllüstrasyon: Merve Atılgan


Jarmusch’un ilk renkli filmi Mystery Train, Memphis’de geçen üç hikâyeyi karakterlerin kaldıkları otel ve Elvis Presley üzerinden birleştiriyor. Filmin ana hikâyesi, Elvis Presley ve Carl Perkins hayranlıkları sebebiyle Memphis’e gelen Japon bir çifte odaklanıyor. Film boyunca süren tartışmalarında Jun, Perkins’i savunurken Mitzuko, Presley’den asla vazgeçemiyor. Rock’n Roll tutkularının dünyanın diğer ucuna getirdiği çift, bu deneyimi sonuna kadar yaşıyor. Yürürken paylaştıkları kulaklıklarından müzik dinlemeyi, idollerinin uğradığı her mekâna uğramayı ihmal etmiyorlar. Mitzuko neşeli ve cıvıl cıvılken Jun, yüzündeki donuk ve sakin ifadeyi korumayı tercih ediyor. Kulak arkası sigarası, sabitlemek için çok uğraştığı jöleli saçları ve mimiksiz suratıyla çok havalı olduğuna inanan Jun, ne yaparsa yapsın, bu yolculuk hakkındaki heyecanını saklayamıyor.

Siyah güneş gözlükleri ve pembe sakızıyla “Corky” / Night on Earth
İllüstrasyon: Naz Tansel

Filmlerini segmentlere bölmeyi çok seven Jarmusch, Night on Earth’ü de beş bölüme ayırmış. Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki’ye gitsek de taksilerin içinden pek de çıkmadığımız film, taksiciler ve yolcularının kurdukları ilişkiye odaklanıyor. Filmin Los Angeles’ta geçen ilk bölümü Winona Ryder’ın canlandırdığı Corky adında genç bir taksicinin hikâyesini anlatıyor. Jarmusch karakterlerinin imzası niteliğindeki siyah güneş gözlükleri, kasketi ve pembe sakızıyla Corky, araba kullanamayacak kadar genç görünüyor. Havaalanından aldığı, sürekli telefonda konuşan şık iş kadını Victoria’yı (Gena Rowlands) hiç etkilenmeyerek süzüyor ve yola çıkıyorlar. Birbirinden oldukça farklı olan ikili sohbet etmeye başlıyor ve kast direktörü olduğunu öğrendiğimiz Victoria, Corky’e bir filmde başrol teklif ediyor. Hayatını tamamen planladığını söyleyen ve bir araba tamircisi olma hayalleri kuran Corky, birçok kadının çok isteyeceğini bildiği bu teklifi kibarca reddediyor.

Büyümeyi reddeden “Ghost Dog” / Ghost Dog: The Way of the Samurai
İllüstrasyon: Gizem Winter

Ghost Dog: The Way of the Samurai için Jarmusch filmografisinin en farklı filmi diyebiliriz. Yönetmenin aksiyon denemesi, arkada 1990’lar hip-hop müziği çalarken, mafya ve samuray filmlerini birleştiriyor. Bir çatıda tek başına yaşayan ve yalnızca güvercinlerle haberleşen kiralık katil Ghost Dog’u Forest Whitaker canlandırıyor. Tüm hayatını doğu öğretilerine ve Hagakure adında bir Japon samuray kitabına göre yaşayan Ghost Dog, mafyanın hedefi haline gelince kendini savunmak zorunda kalıyor. En yakın arkadaşları İngilizce bilmeyen bir dondurmacı ve küçük bir kız olan karakterimiz de aslında büyümeyi reddeden bir çocuk. Önlenemez değişimi ve iletişimsizliği sıkı bir aksiyon filmiyle sorgulayan Jarmusch, çok sevdiği yönetmen Kurosawa’ya da selam çakmış oluyor.

Muhasebeci “William Blake” ve ölüm yolculuğu / Dead Man
İllüstrasyon: Mert Tugen

Amerikan şehir hayatı tasvirleri konusunda uzmanlaşmış olan Jarmusch, Dead Man’le western türünde de ne kadar iyi olduğunu kanıtlıyor. Bindiği trenle cehenneme giden William Blake, öldüğünü fark ediyor ve bir çölde yolculuğa çıkıyor. Şehir hayatından sonra doğada çaresiz kalan kahramanımız, yolda tanıştığı Kızılderili Nobody’nin de yardımıyla tam bir dönüşüm geçiriyor. Utangaç ve kendine güvensiz bir gençten cesur ve soğukkanlı bir kanun kaçağına dönüşen Blake, aslında ölümle barışmaya çalıştığı içsel bir yolculuğa çıkmış oluyor. Şair William Blake’le hiçbir alakası olmadığını, aslen muhasebeci olduğunu söylese de Blake’in şiirlerinden alıntılar yapmayı da ihmal etmeyen karakterin film boyunca süren bir melankolisi var. Başroldeki Johnny Depp’in de filmde olağanüstü bir performans sergilediğini ekleyelim.

Bu defa kendini canlandıran “Tom” / Coffee and Cigarettes
İllüstrasyon: Sadi Güran

Adından da anlaşılacağı üzere başrole kahve ve sigarayı koyan Coffee and Cigarettes, on bir farklı kısa filmden oluşuyor. Bill Murray, Cate Blanchett, The White Stripes gibi isimlerin sohbetlerine konuk olduğumuzun filmin Somewhere in California adındaki bölümü, Tom Waits ve Iggy Pop’un sigara ve kahve keyfini anlatıyor. Iggy Pop ve Tom Waits’in kendilerini canlandırdıkları film, karanlık bir restoranda geçiyor. Restorana gelmeden önce birini ameliyat ettiğini söyleyen Tom, müzik ve tıp arasında mekik dokuduğunu anlatsa da pek inandırıcı olamıyor. Sadece kahveyle tatmin olmayan ikili, sigarayı bıraktıklarını kutlamak amacıyla birkaç sigara içebileceklerine karar veriyorlar. Iggy Pop’un popüler zevkleriyle dalga geçen Waits, kendisine söylenen her şeyden de alınıyor. Daha önce sayısız Jarmusch karakterini canlandırmış Waits’i, bu kez kendini canlandırırken izlemek çok keyifli.

“Don Johnston”ın geçmişiyle imtihanı / Broken Flowers
İllüstrasyon: Selçuk Ören

Yönetmene Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül kazandıran Broken Flowers, bir modern zaman Don Juan hikâyesi. Başrolde Bill Murray’i izlediğimiz film, Amerika’nın en iyi deadpan aktörü ve yönetmenini bir araya getiriyor. Sevgilisi tarafından yeni terk edilmiş Don Johnston, kanepesinden zorunda kalmadıkça kalkmayan oldukça pasif bir karakter. 19 yaşında, onu aramaya çıkan bir oğlu olduğunu anlatan isimsiz bir mektup alınca, eski sevgililerini tek tek ziyaret edeceği bir yolculuğa çıkması gerekiyor. Julie Delpy, Sharon Stone, Frances Conroy, Jessica Lange ve Tilda Swinton’dan oluşan eski sevgililerin hepsi Don’un hayatının farklı bir dönemini temsil ediyor. Her ziyaret öncesi pembe çiçeklerden oluşan bir buket yaptıran Don, hiçbir duygu belirtisi göstermiyor ve sanki bu onun için planlanmış yolculuğu pek de istemiyormuş gibi davranıyor. Hayatını öylesine yaşamış ve bir kez bile geriye dönüp bakmamış bu karakteri geçmişinde yolculuğa çıkaran Jarmusch, aslında geçmişiyle yüzleşmeden hiç kimsenin ilerleyemeyeceğini söylemiş oluyor.

“The Lone Man” felsefesi / Limits of Control
İllüstrasyon: Duygu Topçu

Limits of Control, İspanya’da geçen alışılmışın dışında bir casus filmi. Başrolde daha önce birçok Jarmusch filmlerinde yan rollerde izlediğimiz Isaach de Bankole’yi görüyoruz. İspanyolca bilmeyen ve İspanya’da bir göreve çıkan karakterimizin takma adı The Lone Man. Kendisi, içeriğini bilmediği tehlikeli paketler taşıyan bir kurye. İki gizemli adam tarafından Madrid’e gönderilen Lone Man, her talimatı için başka bir kişiyle görüşüp felsefi bir sohbet ediyor. Kibrit kutusu içindeki notu okuduktan sonra yutan ve üstüne iki espresso içen karakterimiz tam bir profesyonel. Gerçeğin ve rüyanın yer yer iç içe geçtiği film, bu sakin, sessiz ve işine konsantre karakterin sınırlarını sorguluyor.

Hayattan keyif alan vampir “Eve” / Only Lovers Left Alive
İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç

Only Lovers Left Alive, Adam ve Eve adlı iki vampirin yüz yılı aşkın ilişkilerini anlatıyor. Başrolde Tilda Swinton’a eşlik eden Tom Hiddleston, aslında Jarmusch’un şimdiye kadar hep vampir filmi çektiğini ancak ilk defa karakterlerine bu ismi koyduğunu söylemiş. Uzun hayatları boyunca birkaç kez evlendiği kocası Detroit’te müzik yapmayı tercih ederken Eve, Tanca’da yakın dostu Christopher Marlowe’la sanat dolu, sakin bir hayat sürmeyi tercih ediyor. Jarmusch, bu vampir çift üzerinden sonsuz bir hayatı ve bunca zamanı olsa neler yapacağını sorguluyor. Eve, dünya üzerindeki tüm dilleri öğrenmeyi, hemen hemen her kitabı okumayı tercih etmiş. Tüm dünyayı gezmiş, bilge karakterimiz, kocasının buhranlarının aksine hala hayattan keyif almayı başarıyor. Her değişen döneme de kolayca adapte oluyor. Vampirliğin en çok Tilda Swinton’a yakıştığını da ekleyelim.

“Paterson” ve ritüelleri / Paterson
İllüstrasyon: Berkay Dağlar

Jarmusch’un son ana karakteri Paterson da, ilk ana karakteri Allie gibi amatör bir şair. New Jersey’de otobüs şoförlüğü yapan karakterimiz yaşadığı mekânla aynı adı paylaşıyor. Bir nevi, o mekânla özdeşleşmiş durumda. Her gün aynı ritüeli izleyen Paterson, otobüs seferinin ardından şehri izliyor, köpeğini gezdiriyor ve bir bira içiyor. Şair yönünü çok destekleyen karısı Laura, Paterson’ın aksine her gün yeni projeler yaratan ve sürekli gündemini değiştiren biri. Oyunculuk tarzı Jarmusch filmlerine çok yakışan Adam Driver filmin başrolünde. Bir haftalık bir süreci anlatan film, hayatın dramatik olmayan yönlerinden etkilendiğini söyleyen yönetmenin günlük hayattaki küçük detayları kutlaması olarak da görülebilir.

İllüstrasyon: Barış Şehri

Yazı: Zeynep Naz İnansal

Bant Mag. No:52 / Ekim 2016