Jonathan Monaghan ile katmanlar, kıvrımlar ve “Şaşaa” üzerine

New York ve Washington D.C. çıkışlı Jonathan Monaghan, tarih, mitoloji ve ikonografiden beslenen işlerinde, geçmiş yüzyılların mirasını bilim kurgu düzleminde yeniden ele alarak bugün ve geleceğe yönelik anlatılar ortaya koyuyor. Çoğunlukla baskı ve video animasyon formatındaki çalışmalarında, ince ince işlenmiş, detaylıca tasarlanmış gösterişli mekânlarla karşılaşıyoruz. Alışveriş merkezi, mağaza türündeki bu mekânlar, Marc Augé‘nin yok-yerler (non-lieu) tanımına önemli göndermeler aslında. Kapitalist tüketim dünyasına parmak basan, sık sık şirket logolarına rastladığımız, insansız, steril ve gösterişli bir atmosfer yaratan Jonathan Monaghan, günümüz eleştirisini bu capcanlı ancak bir o kadar da tekinsiz dünya tasarımıyla ortaya koyuyor. 

Çalışmaları Sundance Film Festivali, Paris’teki Palais de Tokyo gibi etkinlik ve mekânlarda sergilenmiş olan sanatçının Barok dönemin ihtişamlı estetiğiyle günümüzün tüketim alışkanlıkları arasında paralellikler kuran, küratörlüğünü Ceren ve Irmak Arkman’ın paylaştığı Opulence, Türkçesiyle Şaşaa başlıklı serisi, sanatçının çalışmalarındaki dille uyum içindeki Barok mimariye sahip Kalyon Kültür, Taş Konak’ta ziyaret edilebilir. Monaghan ile daha önce de çalışmış olan Arkman ikilisinin bu kapsamlı sergiyi, sanatçının geçtiğimiz yedi yılda ürettiği işlerine retrospektif bir bakış olarak kurguladığını da ekleyelim. Şaşaa, 27 Ağustos’a kadar ziyarete açık.

Sergi vesilesiyle İstanbul’a uğrayan Jonathan Monaghan ile Barok estetiği, video oyunları, yapay zekâ, NFT’ler ve dahası hakkında konuştuk.

Opulence – Şaşaa, 2022. Fotoğraf: Orhan Cem Çetin
“İşlerimdeki dünyayı birçok anlam ve sembol katmanı ile yaratıyorum. Dolayısıyla tıpkı bir labirent gibi kafa karıştırıcılar.”

Çalışmalarında hâkim bir dil olarak karşımıza çıkan Barok estetik üzerine bir soru ile başlayalım. Fransız düşünür Gilles Deleuze’ün, senin de bildiğinden emin olduğum bir çalışmasından alıntı yapmak istiyorum. Yazar, Kıvrım: Leibniz ve Barok adlı kitabında, “Barok, bir öze değil de daha çok işler hâldeki bir fonksiyona, bir özelliğe gönderme yapar. Durmaksızın kıvrımlar meydana getirir.” açıklamasında bulunuyor. Buradan Barok’un özelliğinin kıvrımlar oluşturmak olduğunu yani anlamı kıvrımlarla ürettiğini anlıyoruz. Dahası, benzer bir noktadan bakarsak labirent de Barok bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Bize sunduğun deneyim bir labirentte gezinmeye benziyor. Dolayısıyla, Barok dönemin sadece “şaşaa”sının değil, kıvrım meselesinin de senin işlerinde baskın olduğunu düşünüyorum. Sen ne düşünürsün bu yorum hakkında?

Bu kitabı okuduğumda kıvrım meselesini, çok fazla katmanın, anlam katmanının, tarihin, deneyimlemiş olduklarımızın bağlantılanması olarak yorumlamıştım. Benim çalışmalarım da Barok estetik aracılığıyla geçmişin bazı katmanlarını günümüzle ilişkilendirmeye çalışıyor. Geçmişe ait olanları geri getirerek, tarihin günümüze ve geleceğe yansımalarını oluşturmamı mümkün kılıyor. Ayrıca işlerimdeki dünyayı birçok anlam ve sembol katmanı ile yaratıyorum. Dolayısıyla tıpkı bir labirent gibi kafa karıştırıcılar.

Oyun, çalışmalarında baskın olan bir başka öge. İşlerindeki bağlamı yarattığını ve böylelikle izleyicinin anlamı ortaya çıkarmasını sağladığını düşünüyorum. Benzer bir noktaya Joseph Campbell da işaret ediyor ve oyunun zaman / anlamda kaymalara yol açtığının altını çizerken, ‘evvel zaman içinde’ tam da şu anda bulunduğumuz zaman hâline gelir” diyor. Oyun ögesinin deneyimleyeni daha yaratıcı olmaya iten rolü hakkında ne düşünüyorsun? Soruyu aynı zamanda video oyunlarının senin için bir başlangıç noktası olduğunu bildiğim için de soruyorum.

Bilgisayar grafikleriyle olan ilişkim video oyunlarıyla başladı. Oyunlar, küçük bir çocuk için epey erişilebilir bir ortama sahip, bu da beni bilgisayar grafiklerindeki dünyayla tanıştırdı. Bir sürü program indirdim, karmaşık üç boyutlu modelleme programlarını nasıl kullanabileceğimi kendi kendime çözmeye çalıştım. Dijital imajları, hareketli görselleri prodüksiyon ekibi, aktörler olmadan; resmetmeye, çizmeye başvurmadan -tüm bunlar için gerekli kaynaklara sahip olmadan dahi- hikâye anlatabiliyor olmak benim için son derece önemliydi, güven vericiydi. Sayısız imkânlar tanıyabilen bir ortam olduğunu düşündüm. Hepsi, bugün yaratmış olduğum dünyanın ortaya çıkmasını sağladı. İmajlar üretmekle başladım; zaman içinde, bir reklam filminde ya da bir Pixar yapımı filmde kullanılabilecek türden bir görselle daha farklı şeylerin anlatılabileceğini fark ettim. Böylelikle çağdaş sanat dünyası, anlatmak istediklerimi ifade edebileceğim mükemmel bir yol hâline geldi.

Opulence – Şaşaa, 2022. Fotoğraf: Orhan Cem Çetin

Sıra dışı ile sıradan olanı sıklıkla bir araya getiriyorsun. Bu da tanıdıklık ve yabancılaşma hislerini çağrıştırıyor. Dokunsal hislerin söz konusu bu ikilemi yaratmakta önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da minimal olduğu kadar güçlü ve detaycı bir materyal repertuvarın var. Çalışmalarında yaratmış olduğun dokunsal hissi -dijital olmasının getirdiği ikircikli durumu da göz önüne alırsak- nasıl yorumluyorsun? Malzemelere nasıl karar veriyorsun?

Dijital çağ hakkında beni en fazla rahatsız eden şey, pek çok şeyi telefonlarımızla tecrübe ediyor oluşumuz. Telefonlar, farklı materyallere dokunma hissini pek fazla gerektirmeyen bir deneyim sunuyor. Çevrendeki dünyaya dair her türlü bilgiye telefonlar aracılığıyla ulaşabiliyorsun ancak çevrenle dokunsal anlamda bir iletişim kurmuyorsun. Bu benim için son derece sinir bozucu. Bu duygu durumunu çalışmalarımda, neredeyse dokunabileceğin kadar gerçek olan ancak dijital imajlar olmasından sebep dokunamadığın materyallerle ifade ediyorum; bir ekranla ayrılmış bir şekilde deneyimlenebiliyorlar. Bir gerilim yaratıyorum. Ayrıca işlerim, organik ile sentetik formlar arasındaki tansiyondan besleniyor. İnsan yapımı olan nesnelerle, organik formları yan yana getiriyorum. Çalışmalarımda bu son derece baskın. Sonuçta teknoloji son derece yapay bir şey değil mi? Tüm bu dokularla uğraşmayı, teknolojiyle ilgili keşifler yapma ve doğa ile bir iletişim kurma olarak görüyorum.  

Tam bu noktada, çalışmalarının ardındaki teknolojiden biraz söz etmek istiyorum. Dijital imajlar üretmek; üç boyutlu modelleme, bilgisayar dilleri, render ve oyun motorları gibi arayüzlerde, dillerde kayda değer beceri gerektiriyor. Üretimlerini gerçekleştirdiğin arayüzler ve genel anlamda, kariyerinin başlangıcından bugüne kullandığın programlardaki değişimleri nasıl yorumluyorsun? 

Bugün kullandığım program, 14 – 15 yaşındayken modellemeye başladığım ilk günlerdeki ile aynı. Bir şeyler söylemeliyim, kendimi ifade edebilmeliyim diye düşünüyordum ve bu arayüz, zaman içinde kabiliyetimin artmasıyla, rahatça kullanabildiğim bir araç hâline geldi. Yıllardır aynı programı kullanıyor olsam dahi hâlâ oldukça zor çünkü son derece karmaşık bir yazılım. Bir şekilde benzer estetiğe ve tekniğe sahip olan başka arayüzler kullananlarla yarışır hâle geldim; reklamlar, Pixar filmleri gibi. Tüm işlerimde koruduğum bir şeydir reklam estetiği. Keskin renklere sahip, gösterişli yüzeyler içerir. Bunu yapıyorum çünkü eserlerimi deneyimleyenler bir benzerlik duygusu kuruyorlar. Böylelikle eserlerimin dünyasına girme imkânı buluyorlar.

Superfluity – Bolluk, 2021

Yani dijital arayüzü bir araç olarak kullanıyorsun; senin ilgini çeken arayüzle çalışmalarına devam ediyorsun. Peki bu aracı değiştirmeyi, farklı bir dile dönüştürmeyi düşündün mü? 

Araçlar çok çeşitli. Bu teknolojiyi üretenler farklı farklı araçlar yaratıyorlar. Ama özünde hepsi benzer bir konsepte sahipler, temel olarak hepsi aynılar. Hepsinin son derece etkili ifade gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Bizlere nelerin mümkün olduğunu gösteriyorlar.

Potansiyelleri keşfetme konusunda yapay zekânın gelmiş olduğu konumu nasıl değerlendirirsin peki?

Yapay zekâ son zamanlarda, geçmişte hiç olmadığı kadar daha kayda değer bir hâle geldi. Google ve diğer yapay zekâ geliştiricileri, daha önce ihtimal vermediğimiz bir noktaya ulaştılar. Bu, sıklıkla aklıma gelen bir konu. Her ne kadar yapabildikleri şeyler oldukça etkileyici olsa da yaptıkları şeyler fotografik, illüstratif vb. anlamda hâlâ insanlar tarafından üretilmiş devasa imaj veri setlerine dayanıyor. Yapay zekâ orada bir yerlerde, bizler tarafından üretilmiş olan imajları bir araya getiriyor. Umuyorum ki her zaman gerçek sanatçılara bir yer olacaktır ancak neler yaşanacağını bilemeyiz. Bence çoğu insan yapay zekâ araçlarının yeni bir şey yaratmadığının, zaten var olan çalışmalara dayandığının farkına varmış değil.

Aslında senin de çalışmaların bir tür remiks. Geçmiş yüzyıllara, bugüne kadar gelen mirasa ait olanları bir araya getiriyorsun. Yapay zekânın yapmış olduğu remiks ile kendi sürecindeki farkı sen ne şekilde ortaya koyarsın? 

Yapay zekâ milyonlarca imajı tarayıp, girdi olarak ele aldığı metne göre dokular ve benzerlikleri yakalayıp, derleyip bir imaja dönüştürüyor. Benim sürecimde duygular, sezgiler var; yapay zekâdaki ise matematiksel bir süreç olarak işliyor. Ben tarihle, tarihi eserlerle bir yakınlık kurarak keşfederek bir ilişki kuruyorum, bir araya getiriyorum. Duyguların ve sezgilerin olması aradaki en temel fark bana kalırsa.

“Dijital sanat ile kastettiğim dünya hâlâ resmetmekle, heykelle çok ilintili.” 
Superfluity – Bolluk, 2021

Geçmişte yaptığın bir konuşmada, 2008 Küresel Ekonomik Kriz döneminde yeni mezun olmuş bir öğrenci olmanın korkutuculuğundan söz etmiştin. Aradan geçen 14 yılda öğrendiğimiz şeylerden biri, ekonomik krizlerin kalıcı olduğu. Artık yaşamımızın bir parçası. Gün geçtikçe de daha güvencesiz bir ortam oluşuyor. 

Maalesef bu şekilde, evet…

2008, aynı zamanda blokzincir teknolojisi temelli yaratılan yeni dünyanın başlangıç noktası. Senin bu ekosisteme görsel sanatlar dünyasından katılan ilk isimlerden biri olduğunu biliyoruz. 2008’den bugüne yaşananlar ve NFT’ler hakkında neler düşünüyorsun? Sence sanatçılar adına daha adil bir ortamın oluşmasına katkı sağlıyor mu?

Sorunun ilk kısmı hakkında konuşmam gerekirse… Türkiye’de kuşak adlandırmaları ne kadar kullanılıyor emin değilim, mesela ben milenyum kuşağındanım. Bence milenyum kuşağına ait olanlar için karakteristik bir durum yarattı ekonomik krizler, gelir dengesizlikleri ve belirsizlikleri. Benim çalışmalarımın da büyük oranda bunlarla alakalı olması biraz ironik. İçinde yaşadığımız sisteme dair korkularımız var. Küresel finans sistemine ve küreselleşmiş kapitalist tüketim toplumuna dâhiliz; istesek de istemesek de. İşlerimde tüm bunlara yönelik belirsizlikler ve yılgınlıkları görebilirsiniz; belirsizliğe yönelik anksiyeteleri ve korkuları yansıtıyorlar. 

2013 civarında, blok zinciri benim ürettiğim türden işlerin kimliğini yaratmak için kullanan girişimcilerle çalışmaya başladım. Bunu yapmamın sebebi, çalışmalar üretip, bu çalışmaları satıp kendi kendini sürdürebilen bir sanatçı olmak istememdi. İşlerimi daha önceleri üç boyutlu çıktılar, baskılar ve heykeller gibi daha geleneksel yöntemlerle  üretip satmayı deniyordum. 

Eserlerinizle ilgilenen koleksiyoncular çoğunlukla, bir bilgisayar dosyasına para vermek konusunda çekimser kalıyorlar çünkü dijital bir dosya kopyalanabilir, yapıştırılabilir, üzerinde değişiklikler yapılabilir. Ancak bir veritabanı olan blokzincirin değiştirilemez ve dijital bir ortamda yer alması farklı bir durumu ortaya koyuyor. Bu da bizim için eserin bilgilerini kayıt altına almayı denediğimiz enteresan bir denemenin önünü açtı. Blokzinciri eserin otantikliğini belirlemeyi sağlayan bir teknoloji olarak kullanmayı denedik. Ve sonuçta bir bilgisayar dosyasının, bir orijinal eser gibi, mesela bir resim gibi biricik olmasının yollarını aradık. 

Tüm bu denemeleri yaptığımızda Bitcoin harici pek fazla bir şey yoktu. Bitcoin’in sistemi ise denediğimiz türden bir şey için pek de elverişli değildi. Bu yüzden de farklı bir mimari üretmeye çalışıyorduk, oldukça deneyseldi. Nihayetinde başarılı olduğu noktalar vardı ama daha modern blokzincirler gelene kadar pek fazla ilgi toplayamadık. Ne zaman ki blokzincire “jeton” mantığı geldi ve Ehtereum bu dünyaya katıldı, durum değişti. Özellikle son yıllarda oldukça popüler hâle geldi. Devamında NFT’ler ortaya çıktı. Son 2 yıldır NFT’ler gündemi işgal etmekte. 

Bir sanatçı olarak bu süreç farklı bir deneyimdi benim için çünkü benim gibi insanların yaptıkları üretimlere dair bir sürü potansiyelden ve yatırımdan söz etmeye başladık. Bu ilgi tabii ki belirli getirilere sahip. Bir anlamda, dijital sanatın itibarını yükseltmeye yardımcı oldu. Ama tabii dijital sanat çok geniş bir terim. Blue-chip galeriler, açık artırmalarla oynanan kumar türünde şeyler kazanılan bu saygının kayda değer bir kısmını sildi. Benim dijital sanat ile kastettiğim dünya hâlâ resmetmekle, heykelle çok ilintili. 

NFT’lerin benim açımdan kimi yararlı noktalarından biri, benim de üretimlerimi kapsayan benzer türden eserlere olan ilgiyi artırması; bu çok iyi. Sanatçıların dijital teknoloji ile neler yaptıklarına dair halkın farkındalığını artırması; bu da iyi. Ancak bir sürü dümenler çevriliyor, sahtekârlıklar yapılıyor, insanlar aldatılıyor. Son iki yıldır içinden geçtiğimiz süreç bunun gibi artı ve eksilerle dolu. Teknolojiyle ilgilenen sanatçılar açısından iyi ve kötü yönleri var. 

Disco Beast – Disko Canavarı, 2016

Peki galerilerin durumu hakkında neler düşünüyorsun? Sanat galerileri önemli NFT satışlarına imza atıyor. Öte yandan Discord gibi ortamlarda da NFT satışlarına yönelik pek çok duyuru yapılıyor, gruplar kuruluyor. Sence bu ortam galeri – sanatçı ve sanat – tüketicisi ilişkisinde bir değişim getirmekte mi?

Bu konuda sanat galerilerini düşünüyorsak çok belirli galerilerden söz ediyoruz aslında. Bu galeriler için çok büyük çaplı bir değişim getirdiğini düşünmüyorum. Çünkü bu galerilerin çok tanımlı bir dünyası var; kemikleşmiş bir takipçi kesimine, netleşmiş bir müşteri profiline sahipler. Bu galerilerin takipçi sayılarına oranla dijital sanat eseri koleksiyonu oluşturan çok daha geniş bir kitleden söz eder olduk. Nasıl sergilendiği ve izleyicinin ne şekilde deneyimlediği gibi meselelerde değişimler var. Bu ortam için bu durumun farklı ve enteresan bir hâl aldığı ortada. 

Peki NFT ekosisteminin katılımcı profilini gösteren istatistiklerdeki kadın ve LGBTİ+ sanatçıların sayısının erkek katılımcılara göre bir hayli dengesiz oluşu hakkında ne düşünüyorsun? Söz konusu topluluk, aktif bir çalışmayla olmasa bile bir şekilde bu ortamın dışında tutuluyor gibi bir durum var…

Sayılar bende yok ama maalesef ki benzer ayrımcılıklar, haksızlıklar pek çok alanda var. Kimi insanlar, geleneksel sanat dünyası tarafından marjinalize ediliyor. Böylesi pek çok kişinin bu yeni ortamda, -geleneksel sanat dünyasında mümkün olmazken- kendilerine bir görünürlük kazandırabildiklerini, çalışmalarından gelir elde ederek kendilerini ayakta tutabildiklerini düşünüyorum. Daha demokratik olduğu durumlar var. Ancak evet, teknoloji ile ilgili gelişmeler, belirli bir demografik yapıya hizmet eder hâle geliyor. Önemli olan şeyin, marjinalize olmuş seslerle teknolojiyi bir araya getirebilmek olduğunu düşünüyorum. Her zaman bu şekilde olmuyor ancak bazen de bu oluyor; bazen görebilmek için daha yakından bakmak gerekiyor. Bazen böyle ortamlarda küçük yardımlar, küçük adımlar atılabilmiş oluyor, biz bunları fark etmesek de. Dengesizliği kırmak adına yapılan her şey önemli.

Den of Wolves – Kurtlar İni, 2020

Sanırım tüm bu teknolojik gelişmeleri, sorunları çözüveren bir “sihirli değnek” olarak görmek yanıltıcı olabiliyor…

Evet, insanlığın bu yönünün değişmesi zorlu bir mücadele. Ayrımcılığı ortadan kaldırabilmek için daha fazla zaman gerekiyor. Ancak küçük küçük de olsa bu değişimin gerçekleştiğini düşünüyorum.

Son olarak, Crypto Art, NFT Art türünden terimler ortaya çıktı. Sanat dünyasında da bu terimlerin kullanımı bir kutuplaşma yarattı. Senin fikrin nedir?

Ben hep kendimi bir sanatçı olarak tanımlıyorum. Hiçbir zaman dijital sanatçı terimini de benimsemedim, kullanmaya çalışmadım da. Çünkü işlerimin ressamların, heykeltıraşların eserleriyle denk olduğunu düşünüyorum. Belki de bu tür terimler, belirli bir takipçi kitlesinin ilgisini çekebilmek için kullanılıyordur, çalışmalarını bu tür ifadeler ile tanımlıyorlardır. Ancak dediğim gibi ben kendimi bir sanatçı olarak tanımlıyorum ve bu tür terimlerden ben de pek hoşnut değilim.

Röportaj: Biçem Kaya

Den of Wolves – Kurtlar İni, 2020