Karakter galerisi: Alejandro González İñárritu

Yazı: Biçem Kaya

Alejandro González İñárritu imzalı, En İyi Film dâhil 4 dalda Oscar kazanan, bir hayli yüksek tempolu, tek plan uzun metrajı Birdman, 15 Ağustos itibarıyla MUBI Türkiye’de gösterime girdi. Vesilesiyle, Meksikalı sinemacının kan kırmızısını cömertçe kullandığı filmografisine daldık ve  bir karakter galerisiyle çıkageldik. Karşımıza paramparça olmuş ebeveyn hikâyeleriyle dolu bir seçki çıktı.


El Chivo

Film: Amores Perros
Canlandıran: Emilio Echevarría

Başlangıcı Ölüm Üçlemesi ile yapıyoruz. İñárritu’nun kimilerine göre filmografisindeki en iyi parça, Amores Perros ya da Türkçe çevirisiyle Paramparça Aşklar ve Köpekler. Bir araba kazasının birbiriyle kesişitirdiği üç  kısa filmden ve üç bölümden oluşuyor. Son bölüm odağına El Chivo lakaplı Martin karakterini alıyor. Kinik bir düşünce yapısına sahip olan karakter özel üniversitede bir öğretmenken bir akşam üzeri eşini ve kızını terk edip gerilla mücadelesi veren Zapatistaların arasına katıldığını öğreniyoruz. Alışveriş merkezi bombaladığını hatta Beyaz Tugaylar denilen bir birliğe önderlik ettiğini de… Hapiste geçen 20 yılın ardından çöplerle dolu bir evde, bakımını üstlendiği sokak köpekleriyle yaşıyor. Pek fazla konuşmuyor ancak onu anlamamız için de fazla söze gerek kalmıyor. Kiralık katil olarak geçen günlerinde, bir zamanlar Octavio’ya ait olan vahşi Cofi ile sahip olduğu benzerlikler ise gözden kaçmayacak türden. Şiddetle ve ölümle dolu olaylar onları bir araya getiriyor. Kızı Maru ile yeniden iletişim kurma amacıyla yaşıyor. Ona bıraktığı sesli mesaj ise filmin en iyi monoloğu: 

“Maru, hayatım. Ben Martin, baban, gerçek baban. Bunun kötü bir şaka olduğunu düşüneceksin. Bunca yıl benim ölü olduğumu düşünüyordun. Ama değilim, yaşayan bir hayaletim. Senden ayrıldığımda iki yaşına basmıştın. Seni düşünmediğim bir tek gün bile geçirmedim. Gitmeden önce sana sıkıca sarılmıştım. Yapacağım şeyler için özür dileyerek sana sarıldım. O günlerde, annen ve senin yanında olmaktan daha önemli şeyler olduğunu düşünüyordum. Dünyayı bir düzene sokmak istiyordum, sonra da bunu seninle paylaşmak. Ancak başaramadım, hapse girdim. Annenle anlaşıp sana öldüğümü söyledik. Seni bir daha görmeye çalışmayacağıma dair ona söz verdim. Fakat yapamadım. Ölmek üzereydim, elimden geldiğince de ölmeye çalıştım. Gözlerine bakabilme cesaretini bulunca seni tekrar arayacağım. Seni seviyorum kızım.”


Jack Jordan

Film: 21 Grams
Canlandıran: Benicio del Toro

Üçlemenin ikinci durağı, karakter Jack Jordan. İñárritu yine bir önceki filmiyle benzer bir anlatım kurguluyor, üç farklı hikâye, üç karakter ve bunları bir şekilde bir araya getiren, yollarını kesiştiren bir çarpışma, trafik kazası. Jack Jordan, 16 yaşından beri hırsızlık gibi suçlardan hapse girip çıkan bir bağımlıyken, yerel bir kilisedeki din adamı olan John ile tanışmasının ardından hayatı dönüşüme uğruyor, bir aile kuruyor. Jack’in ince bir buz tabakası üzerinde ilerleyen, daha karakterle ilk tanıştığımız andan itibaren ne zaman kırılmaya uğrayacağını merak ettiğimiz bu yeni aile hayatı, karakterin iç çatışmalarıyla zayıflamış iradesiyle birlikte paramparça oluyor. Bu kırılma, doğum gününde evine araba ile giderken yaptığı kaza sonucunda filmin bir diğer başrolü Christina Peck’in (Naomi Watts) eşi ve iki çocuğunu ölüme terk etmesiyle gerçekleşiyor. Sıkı bir dindar olarak kurmaya çalıştığı bir hayatın, yaptığı hata sonucu ellerinden kayıp gitmesi bir şeylerin bir daha eskisi gibi olamayacağını, kendini kandırıp durmanın da gereksiz olduğunu fark ediyor. Hapisteyken ziyaretine gelen John ile diyaloğu kendine ve tanrıya karşı duyduğu nefret, pişmanlık ve hayal kırıklığıyla dolu:

“Benden ne istediyse yaptım, değiştim! O’na hayatımı verdim ve İsa bana ihanet etti… O adamı ve küçük kızlarını öldürmeme neden oldu. Ama bana, orada kalıp onları kurtarabilme gücünü bahşetmedi.”


Amelia

Film: Babel
Canlandıran: Adriana Barraza

Üçlemenin son durağı olan Babel’de önceki iki filmden farklı bir akış söz konusu. Bir tür kelebek etkisi anlatısı var. Dokunmuş bir kumaşın, ipliklerinden bir tanesini çektiğimizde örüntünün çevresinde neleri değiştirdiğini izliyoruz. Fas’ta çobanlık yapan bir çocuğun tüfeğinden ateşlediği bir kurşunun, Meksika – ABD sınırındaki bir hikâyede yarattığı yıkıcı etkiyi izliyoruz. Yani Amelia karakterinin hayatını. ABD’de 15 yıldır çalışma belgesi olmadan çalışan Amelia, burada bir ailenin çocuklarına bakıcılık yapıyor. Çocuklarla olan iletişiminin de oldukça iyi olduğunu görüyoruz, Amelia’nın yanındayken güvende olduklarını düşünüyoruz. Fakat bir İñárritu karakteri olmak demek, hayatı yerle bir etmeden dinmeyecek bir kasırganın ortasında kalmak demek. Nitekim Amelia’nın başına tam da bu geliyor. Düşüncesizce yapmış olduğu hatalar, 15 yıl boyunca kendisi için ABD sınırında inşa ettiği hayatının sonu oluyor. Amelia hatalarının hiçbirini kötü bir niyetle yapmıyor belki ancak sonuçları onun için bir hayli ağır oluyor. Zaten filmin geri kalanı için de geçerli bir durum bu. Karakterler, gündelik yaşantılarında dikkatsizce, düşüncesizce kararlar alıyorlar sadece. Ancak filmin adından da anlaşılacağı üzere bu hataları hangi coğrafi konumda yaptığımız, karşı taraftan nasıl bir tepki aldığımızı ya da kendimizi ne kadar ifade edebildiğimizi de belirliyor. Amelia’nin bakıcılığını üstlendiği çocuklardan biri olan Mike ile Meksika sınırındaki çölde hayatta kalmaya çalışırlarken aralarında geçen diyalog, filmin de kısa bir özeti niteliğinde:

Mike: Madem kötü bir şey yapmadıysak neden saklanıyoruz?
Amelia: Çünkü onlar bizim kötü bir şey yaptığımızı düşünüyor.
Mike: Bu doğru değil, sen kötü birisin.
Amelia: Hayır, tatlım, kötü biri değilim. Sadece aptalca bir şey yaptım.


Uxbal

Film: Biutiful
Canlandıran: Javier Bardem

Melankolinin sınırlarında gezinen, İñárritu filmografisinin bu çok özel parçası, kanser olduğunu ve çok az vaktinin kaldığını öğrenen Uxbal isimli bir baba karakterini merkezine alıyor. Ölüm Üçlemesi’nin hemen ardından, benzer bir tema etrafında dolaşmaya devam eden yönetmen bu sefer hikâyeleri kesiştiren etmeni kaza gibi bir olay değil; bir karakter olarak kurgulamış, yani Uxbal ile. Onun hakkında öğrendiğimiz şeylerden ilki son evresindeki bir kanser hastası olduğu ve çok kısa bir ömrünün kaldığı. Ayrıca Uxbal’ın ölümle arasında çok özel bağ var. Yakın bir geçmişte ölen kişilerle iletişim kurabiliyor, onların son mesajlarını yakınlarına iletebiliyor. Uxbal aynı zamanda mülteciler için de bir tür iletişim köprüsü görüyor. Barcelona’nın yoksullukla ve artan mülteci sayısıyla dolup taşan bir bölgesinde yaşıyor. Kaçak atölyelerde çalışanların ürettiklerini sokaklarda satabilmeleri için polise rüşvet veriyor. Bir yandan da öldükten sonra çocuklarının bakımını kimin üstleneceğini bulmaya çalışıyor. Özetle kader ağlarını Uxbal’ın etrafına sıkıca örüyor. Buradan bir çıkış yolu olmadığını biliyor, yapabileceği tek şey ise hâlâ hayattayken tüm hesaplaşmalarını tamamlamak ve çocuklarını güvenebileceği birine emanet etmek. Biutiful, zorluklarla yaşanan bir hayatı anlatırken duygu sömürüsü yapmamayı başaran bir film. Anlattığı hikâye ise, filmin gösteriminden 13 yıl geçmiş olmasına rağmen güncelliğini koruyor, hem de hiç istemediğimiz kadar…

Uxbal: Annen sesi hiçbir zaman duymadı
Ana: Hangi sesi?
Uxbal: Okyanusun sesini. Ben küçükken, bir radyo istasyonu okyanusun sesini yayımlardı. Devasa dalgaların sesi beni korkuturdu.
Ana: Neden korkardın?
Uxbal: Suyun derinliklerinden. Orada yaşayan tüm canlılardan…


Sam

Film: Birdman
Canlandıran: Emma Stone

Filmin merkezine aldığı Riggan karakteri, eski bir süper kahraman filmi yıldızı. Hâliyle gençlik yıllarındaki performansıyla ünlenmiş ve artık bu şaşaalı günler onun için geride kalmış. Bu nedenle de her şeyini riske atıyor ve bir romanı Broadway’de sahne alacak tiyatro oyununa uyarlıyor, yönetiyor ve bu oyunda başrolde. Riggan’ın tüm bu çabalarının neden beyhude olduğu, kızı Sam tarafından yüzüne vuruluyor. Sam, oyunun ön gösterimlerinden birinin ardından babasıyla girdiği tartışmada, artık bir geçerliliğinin kalmadığını açıkça ilan ediyor;

 “Üçüncü çizgi roman filminden önce bir kariyerin vardı baba. İnsanlar o kuş kostümünün içindekinin kim olduğunu unutmaya başlamadan önce. 60 yıl önce bir avuç zengin ihtiyar beyaz için yazılmış bir kitaptan uyarlanmış bir oyun yapıyorsun. O insanların tek derdi, sonradan nerede kek ve kahve tıkınacaklarıydı! Senden başka önemseyen yok!  Ve kabul et  baba, bunu sanat uğruna yapmıyorsun, yeniden dikkat çekmek için yapıyorsun. Haberin var mı? Her gün dikkat çekmeye çalışan bir dünya insan var!  Sen sanki öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorsun. Senin görmezden geldiğin yerde bir sürü şey oluyor. Onlar seni çoktan unuttular! Sen kimsin ki? Blog yazarlarından nefret ediyorsun, Twitter ile dalga geçiyorsun,  Facebook sayfan bile yok! Var olmayan sensin esasında! Bizler gibi sıradan olmaktan ölümüne korktuğun için yapıyorsun bunu. Bir şey söyleyeyim mi? Haklısın, sıradansın! Sen önemli değilsin. Alış buna!”

Sam, güncel dünyayla Riggan’ın yüzleşmesi olan bu tirat ile baba-kız ilişkisine dair çok şey anlatıyor. Sam için âdeta günün öğle vakti gibi bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Gün saat 12.00’ye kadar nasıl geçmiş olursa olsun, biliriz ki henüz yaşanmayı bekleyen diğer bir yarısı daha vardır. Babasıyla yaptığı yüzleşmede zaman Sam’den yanadır. Babasından farklı olarak biraz da boşvermiş bir tavırla hiçbir şeyin önemli olmadığını, yaşamın akıp gittiğini artık kabul etmiştir. 


John Fitzgerald

Film: The Revenant
Canlandıran: Tom Hardy

Revenant filmiyle ilgili kısa bir metin yazılacak olsa, Hugh Glass karakterindeki performansıyla uzun yıllardır beklenen En iyi Erkek Oyuncu Oscar’ına kavuşmayı başaran Leonardo di Caprio’nun özel performansından, ayı ile giriştiği mücadeleden, filmin görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin yakaladığı hayli etkileyici manzaralardan, ustaca kurgulanmış çekim açılarından söz eder; daha fazlasına da ihtiyaç duyulmadan yazı sonlandırılabilirdi. Ancak bu galeri biraz daha gölgelere uzanmayı tercih ediyor ve bu vahşi hayat anlatısından John Fitzgerald’ı seçkisine ekliyor. Glass’ın rehberliğinde bir hayli tehlikeli yolculuğa çıkan isimlerden biri olan Fitzgerald, sert koşullarda yaşanan hayatın şekillendirdiği biri; kendi çıkarları için verdiği bir mücadele uğruna her şeyi yapmaya hazır. Doğrusunu söylemek gerekirse film oturup Fitzgerald üzerine uzun uzun düşünmeniz için bir çaba sarf etmiyor. Daha çok Glass’ın insanüstü bir çabayla yaşama tutunması ve oğlunun intikamını alabilmesi için gerekli motivasyonu sağlayan bir itici güç olarak yer alıyor. Glass ile bir empati kuruyorsak, vahşi doğada hayatta kalabilmesini diliyorsak; bunu Fitzgerald’a borçluyuz. Nitekim ölümünün filmdeki katarsis anını oluşturması da tesadüf değil. Yine de İñárritu, bu karakterin de iç dünyasına bir kapı aralamaktan uzak durmuyor, galerisinde de şu repliği eşlik ediyor:

“Babam dindar biri değildi. Yetiştiremiyorsa ya da öldürüp yiyemiyorsa hiçbir şeye inanmazdı. Bir defasında Saba tepelerine yol almış. Birkaç Texaslı kolcuya katılarak ava çıkmış. Onun için bu artık sıradan bir rutin, daha önce yüzlerce defa yapmış. Av üç günden fazla sürmeyecekken ikinci gün herşey tepetaklak gitmiş. O gece yanındaki herkesi kaybetmiş bir de üstüne Komançiler gelip tüm atları alıp götürmüş, açlıktan çıldırmak üzereymiş… Hiçliğin ortasında yer alan bir grup ağaca doğru sürünmüş. Çalılık okyanusunun içinde saplanıp kalmışken dini bulmuş. Demişti ki bana, tam o anda Tanrı’yı buldum. Sonra ortaya çıkmış ki o Tanrı bir sincapmış… Büyük, etli, yaşlı bir sincap. Tanrı’yı buldum, derdi. ‘Orada oturup merhametin yüceliğini ve zaferin tadını çıkarırken, o lanet olasını vurup yedim.’”