Karakter galerisi: Wim Wenders

Yazı: Burcu Teker - Kolaj: Nilsu Çeboğlu

Sinema dünyasında “devinim” kelimesini birçoğundan farklı anlamlandıran bir isim varsa bu; arada kalmışlık duygusunu elle tutulur, gözle görülür hâle getiren ve Yeni Alman Sineması’nın öncülerinden olan Wim Wenders’ten başkası değil. Yarattığı karakterlerin hikâyelerini, hedefe varsalar bile tamamlanıp tamamlanmadıkları izleyicinin takdirine bırakılan yolculuk hâlleri üzerinden anlatmayı seviyor yönetmen. Varış noktasından bağımsız, gezginlerin bu seyahatler vesilesiyle yaşadığı dönüşümler de hikâye anlatımında en büyük rolü üstleniyor. Yani perdede ister bulundukları yeri değiştirmesinler, ister bir noktayla diğeri arasında kilometreler olsun; alt metinde Wenders’in yolculuklarının aydınlanmaya doğru olduğunu söylenebilir. 

Zamanın kendisi sürekli olarak devam eden bir hareketten oluşur; tıpkı saniyede 24 karenin sürekli hareket ederek sinemayı gerçek kılması gibi. Wim Wenders; filmlerinde dramayı kurgulamak için hareketi, yolculuğu, arayışta olmayı ve ev özlemini temel bir unsur olarak kullanıyor.

Altın Palmiye için yarıştığı Perfect Days’i Filmekimi’nde gösterimdeyken; bu yıl Cannes’da iki işi bulunan, artık tüm hayal gücü “Yeni bir şeyi nasıl bulurum?”a değil de “Bunu nasıl değiştiririm?”e odaklandığı için tekrara düşen anlatıların kendisini hayal kırıklığına uğratışını “Bugünün sineması midemi bulandırıyor.” sözleriyle dile getiren yönetmenin değişimi kucaklayan karakterlerine yakından bakalım istedik.


Damiel

Film: Wings of Desire / Der Himmel über Berlin (1987)
Canlandıran: Bruno Ganz

Olayları doğrudan değiştiremeyen ama bu dünyada yapayalnız olmadığımıza dair de umut aşılayan iki melekten, yaratılıştan bugüne süren yolculuğunda bazı radikal kararlar alanına odaklanma vakti: Damiel. 

Sürekli gittiği sirkte izlediği trapezcinin kırgınlıklarından, şüphelerinden, savunmasızlığından öylesine etkileniyor ki aşka düşüyor Damiel. Tam bu noktada, her şeyi görmenin ama bir parçası olamamanın nasıl bir şey olacağının yükünü başta hesap edemese de varoluşsal sorgulamanın da sazı eline almasıyla melek Damiel buna artık bir dur demeye karar veriyor kendince. Filmin esas teması, onun yaşamı bir ölümlü olarak deneyimleme arzusu ve kararlılığına dönüşüveriyor.

“Yapmak” değil “olmak” fikri üzerinde seyreden Der Himmel über Berlin’de karmaşa, kırılganlık ve iniş çıkışlı sayısız insani duygu sonsuz mükemmelliğe ağır basıyor. Wim Wenders ise yalın ve naif bir biçimde Damiel karakteri üzerinden; kişinin hayatını en iyi şekilde deneyimleyebilmesi için kendi yolunu çizmesi, kendini gerçekleştireceği şeyin peşinden gitmesi ve bunun sonuçlarını omuzlayarak mevcut benliğini tatmin edecek şekilde yaşaması gerektiğinin mesajını veriyor. Melekken dünyayı -duygu, tecrübe çeşitliliğinden uzak olmayı temsilen- monokrom gören Damiel’ın, ölümlülüğe mal olsa da insan olmayı seçtiğinde renklerle tanışması da sinematografinin bir nüansla nasıl büyük mesajlar verilebileceğinin tanımı gibi.


Alice van Damm

Film: Alice in the Cities / Alice in den Städten (1974)
Canlandıran: Yella Rottländer

Çocukların; yetişkinlerin masum ve tamamlanmamış versiyonları olarak sunulduğu sinematik evrende Wenders’in, popüler kültürün bu stereotipini yıkıp, bir çocuğu ekranda bütün, tamamlayıcı ve bağımsız olarak resmettiği anlatısında odak noktamız, annesinin terk ettiği Alice karakteri. Varoluş krizinin ortasında bir gazeteciyi ayağa kaldıranın dokuz yaşında bir kız çocuğu olması da yönetmenin, zamanı için öncü ve vizyoner kabul edilecek dünya görüşüne şahane bir örnek.

New York’ta annesi sırra kadem bastığında tabiri caizse Philip’in “başına kalan” Alice, filmde çoğunlukla yetişkin rolünü üstleniyor ve yanındaki yolunu kaybetmiş gazeteciye istemeden de olsa hayat dersleri veriyor. ABD’den Almanya’ya seyahat ederek görünüşte Alice’in büyükanne ve büyükbabasına ulaşmaya çalışırlarken aslında Wenders’in yol filmi karakterlerinin en büyük işlevini yerine getiriyorlar: Her an her saniye değişen, kendileri gibi hareket hâlinde olan zamanı ve değişen dünyayı gözlemlemek. Ve bizzat değişmek elbette.

Philip’in fotoğrafları “dünyadaki varlığını belgelemek için yaptığı umutsuz girişimler” iken; Alice, küçük bedeninin aksine kocaman kalbi ve varlığıyla büyük boşluklar dolduruyor; umudu getiriyor beraberinde ve bu mecburi yol arkadaşını hayata bağlıyor. Dünyada yerini, yuvasını bulmaya çalışan iki kayıp ruhu takip ettiğimiz filmde tüm içtenliği, çocuksu merakı ve doğallığı ile Alice tam da bu noktada kilit görevi görüyor. Çünkü büyükannenin evini bulmayı başaramasalar da Philip, yolculukları sırasında uzun zaman önce kaybettiği bir şeyi buluyor: kimliğini… 


Travis Henderson

Film: Paris, Texas (1984)
Canlandıran: Harry Dean Stanton

Dört yıldır kayıp olduğu hayata bir anda çölden çıkıvermek suretiyle dönüş yapan; bunun neticesinde de toplumla, ailesiyle ama en çok kendisiyle yeniden bağlantı kurma savaşı veren Travis’i konuşalım biraz da. Kendisi için bile bir cevapsız soru olarak tanımlayabileceğimiz, travma geçirdiği her hâlinden belli Travis öylesine karmaşık ve esrarengiz biri ki… Çölde bir başına ne yapıyor olduğu, eşini ve çocuğunu neden terk ettiği ya da genel olarak hayatında ne yapmaya çalıştığı tam olarak açıklanamıyor. Duyduğu suçluluk ve utançla, ailesini yeniden bulma arzusu onu harekete geçiriyor. Görüşmediği oğluyla yeniden bağlantı kurmaya ve pek de sorunsuz olmayan geçmişini anlamlandırmaya çalıştığı yolculuğunu izlediğimiz Travis’in, Wenders’in yolda olan tüm diğer karakterlerinin harmanlandığı “nihai gezgin”i olduğu düşünülüyor.

Atsız bir Western denebilecek, surata tokat gibi çarpan hüznüyle insanı sarsan bu Amerikan anlatısında Travis karakterinin, bir bakıma Der Himmel über Berlin’den melek Damiel’e benzediği söylemek mümkün. Çünkü seviyor, önemsiyor, empati yapmaya bile çalışıyor ama dokunup, olaylara müdahil olamıyor. Onun böyle bir yeteneği yok.

Dergileri kurcalayarak kendinden bir “baba” figürü yaratmaya çalışsa, kendine nasıl “baba” gibi yürünür, durulur ve giyinilir öğretip yeni bir “baba” kurgulasa da yetmeyecek. Ailesine yeniden kavuştuğunda bu kez hastalıklı ruh hâliyle değil, fedakârlıkla terkedecek Travis; çünkü ufukta beliren bir umudun peşindeki insani tutku aileye sırt dönmekten daha mühim onun için.


Jane Henderson

Film: Paris, Texas (1984)
Canlandıran: Nastassja Kinski

Dört yıl boyunca öldüğü düşünülen Travis’in; aralarında fazlaca yaş farkı bulunan, oğlu Hunter’ın annesi ve en nihayetinde patolojik kıskançlığı yüzünden hayatını mahvettiği genç partneri Jane. Her karakter tarafından konuşulan, ancak filmin yarısı boyunca karşımıza çıkmayan karakterin gizemi; bir akşamüstü 8mm’lik eski bir tatil kaydının oynatılmasıyla son buluyor. Travis’in mutlu günlerini izlediği bu kayıtla bir yolculuğa çıkacağının sinyalleri veriliyor. Peki Jane’in yolculuğu ne âlemde? 

Jane, oğlu Hunter’ın doğumuyla değişen ve tabiri caizse çocuk dünyaya getirdiği için Travis’e öfkelenen bir karakter. Çünkü özgürlüğü kısıtlanıyor ve özgürlük duygusu annelik duygusuna ağır basıyor. Farklı dünyalara savrulduklarında Jane’in yolculuğu tuhaf bir striptiz kulübüne çıkıyor. Bu elbette fiziksel olan yolculuk. Sembolik varlığının bile anlatının duygusal derinliğine büyük katkıda bulunduğu karakterin dönüşüm yolculuğuna ise sadece kişisel kurtuluşla ilgili değil; aynı zamanda oğluyla yeniden bağ kurmakla ilgili. Uçsuz bucaksız, ıssız manzaraların ise Jane’in sonu gelmeyen iç mücadelelerine bir gönderme olduğunu söylemek mümkün.

İnsanların, hayatlarını değiştiren radikal deneyimlerden sonra kafalarında oluşan soruların cevaplarını alabileceği kilit insanların olduğu aşikar. Jane burada Travis’in özgürleşebilmesi için anahtar rolü görüyor. İkisinin lineer olmayan yolculukları bir noktada yeniden kesişip ayrılıyor ve basitçe kabul etmeye teşvik ediliyoruz: Mutlak mutluluk yok.


Tom Ripley

Film: The American Friend / Der amerikanische Freund (1977)
Canlandıran: Dennis Hopper

Hastalıkla mücadele eden birini dahi manipüle edebilecek serin kanlılıktaki sosyopat Tom; kendisini, dostluğu ve yaşama bir anlam bulabilmek için yabancı topraklarda seyahat eden yalnız bir Wim Wenders kahramanı. Öylesine taş kalpli bir sahtekar ki yakın zamanda öleceğini düşünen, kaybedecek bir şeyi olmadığına ikna ettiği Hamburglu sanatçı Jonathan’ı cinayet işlemeye kolaylıkla yönlendirebiliyor. 

İronik biçimde dallanıp budaklanan hikâyede; pişmanlık duyan Tom’un karakteri, artık işlediği suçla değişip yeni birine dönüşmüş olan Jonathan ile dengeleniyor ve garip bir duo çıkıyor ortaya. Wenders, Makyavelist kötülüğün doruklarına ulaşmış bir şarlatandan bir dost yaratıyor. Bunu da yine gerek ülkeler arası, gerek insan bilincinde gerçekleşen bir yolculuk ile ilişkilendirmekten geri kalmıyor.