Yıldızların en yakınında: Kaş Uluslararası Kısa Film Festivali

Yazı: Merdan Çaba Geçer

Akdeniz’in doğasını festival ruhuyla buluşturan, Heredot’un deyimiyle “dünyada yıldızlara en yakın yer” olan bölgede konumlanan Kaş Uluslararası Kısa Film Festivali; bu sene 1-4 Haziran’da ikinci kez, bu sefer çok daha geniş bir seyirci katılımıyla düzenlendi. Yaz mevsimini yarıladığımız şu günlerde kaseti başa sarıp birkaç hafta öncesini anımsıyor, Kaş’ta geçirdiğim dört güne dair bir kayıt tutuyorum.

Kaş sakinlerinin özenle seçtiği sorularını yönelttiği söyleşiler, film endüstrisinden konuklarla atölye ve paneller, keşif turları ve dahasıyla dopdolu geçen bu dört günde asıl odağımız ise yüzlerce başvuru arasından seçilen yapımların gündüzleri Kültür Evi’nde, geceleri ise Antik Tiyatro’da yapılan gösterimleriydi elbette. Rekabetten ziyade dayanışma ruhunun öne çıktığı festivalin Anna Maria Aslanoğlu, Aslı İnandık, Nisan Dağ, Melikşah Altuntaş ve Zig Dulay’dan oluşan jürisi, dört farklı kategorideki yapımları kapanış töreninde ödüllendirdi.

Daha önce bulunduğum birkaç film festivali üzerine yazarken organizasyon tarafından pek bahsetmemiştim fakat bu sefer bir parantez açmam zaruri gibi hissediyorum. Kaş Uluslararası Kısa Film Festivali’nin bahsi geçen dört günde seyircilere, film ekiplerine ve konuklara henüz ikinci yılında olduğunu unutturacak bir deneyim yaşattığını söyleyebilirim. Elbette ki bunun kredisini, uzun soluklu bir yolculuğa başlandığının emarelerini hâlihazırda veren Kaş Uluslararası Kısa Film Festivali ekibinin hânesine yazmak lazım. 

Festival Direktörü Seren Topaloğlu ve gönüllülerden oluşan ekip arkadaşlarının, nice köklü festivalin dahi başına gelebilecek organizasyon problemlerini olabildiğince bertaraf eden bir profesyonellik ortaya koyduğunu; festivali planlama, kurgulama ve gerçekleştirme aşamalarında etkileyici bir iş çıkardığını düşünüyorum. Film gösterimlerinin yanı sıra Kaş’ın kültür-sanat altyapısını ve doğal güzelliklerini öne çıkaracak etkinliklere de yer verilirken, tarihlerin turist popülasyonunun yoğun olduğu zaman içinde seçilmemesi gibi birçok detay da es geçilmemiş.

Gelelim filmlere… Dört farklı bölümden, bir süredir bende demlenen yapımlara dair hislerim hemen aşağıda:

Fırtına
Ulusal Kısa Film Yarışması

Güçlü bir seçkiye ev sahipliği yapan Ulusal Kısa Film Yarışması’nın büyük ödüle uzanan filmi, oyuncu kimliğiyle de tanıdığımız Esme Madra’nın Fırtına’sı’ydı. Fırtına, gerçeklikten kaçma ve kendilerine oyun alanı kurma konusunda maharetli bir çiftin dinamiklerini keşfettirirken; dengelerin sarsıldığı ve ilişki inşasının yeniden başladığı bir kırılma ânına ortak ettiriyor. Madra’nın “kendisini tanımlama çabasında, içindeki kimi noktalara ulaşarak” yarattığını söylediği filmi kurgusuyla, Çıplak Ayaklar Kumpanyası bağlantılı koreografisiyle ve sanat yönetimiyle öne çıkan; oldukça oyunbaz, yaratıcı ve performatif bir çalışma. Şu aralar MUBI üzerinden erişime açık olduğunu da eklemeli.

Yine oyunculuğa paralel olarak yönetmenlik kariyerini sürdüren bir başka ismin, Aram Dildar’ın çektiği Navnîşan / Adres, -gösterim sonrası gelen alkış miktarına göre tahmin yürütürsem- festivalin bir Seyirci Ödülü olsa muhtemelen bu ödülle buluşacak yapımdı. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan ve 1980’li yılların Diyarbakır’ını mesken tutan film, yeni mezun öğretmen Edip’in, atandığı okulu kayıtlarda görememesi ve uçsuz bucaksız bir bozkırda Yeşilköy’ü arayış macerasını izletiyor. Bir devlet politikası olarak Kürtçe yer isimlerinin değiştirilmesi gibi kallavi bir meseleyi, oldukça trajikomik bir perspektiften ele alan Navnîşan, Dildar’dan daha fazla politik taşlama izleme hususunda iştah kabartan bir iş.

Başka bir yılgın öğretmen karaktere, Anadolu’da mecburi görevini yapan Öğretmen İshak’a geçiş yapıyoruz Rutubet ile. Turan Haste’nin yönettiği, Muhammed Furkan Daşbilek’in yazdığı kısa filme, 23 yıl sonra Venedik Film Festivali’nin Orizzonti bölümüne seçilen ilk Türkiye yapımı oluşundan aşinasınızdır belki. Şüphe duygusunu arkasına alıp, kayıp bir kız öğrencinin peşinde suçluluk ve masumiyet mefhumlarını kurcalayan kısa filmin -özellikle görüntü yönetimiyle- çıtayı yukarıya çıkaran bir işçiliğe sahip olduğu yadsınamaz. Ancak izlerken, uzun metraj bir filmden bir kesit seyrettiğim hissiyatını atamadığımı da söylemeliyim. 

Kültürümüzün oldukça toksik bir geleneğini; bir vefat sonrası merhumun yakınları henüz ilk şoku atlatamamışken, taziye evine gelenlerin hizmet beklentisi içinde olmasını hemen hepimiz deneyimlemiş ya da buna şahit olmuşuzdur. Farklı Bir Yas’ın baş karakteri Gün de anneannesinin ölümünün ardından zaman kaybetmeden gereken işlemleri tek başına halletmeye çalışıyor; bu esnada kendini, filmin ismiyle müsemma bir duygudurumun içinde buluyor. Ilgıt Uçum’un dikkat çekici bir oyunculuk performansı ortaya koyduğu Farklı Bir Yas’ı izlerken, festivalin en genç yönetmenlerinden Beril Tan’ın güçlü kaleminin ayak seslerini işitmemek zor.

Anlatısını bir trajedinin hemen sonrasına inşa eden bir başka yapım ise Umut Beşkırma’nın; Boğaç Yıldız, Şenay Gürler, Müfit Kayacan, Özer Arslan, Özgürcan Çevik’ten oluşan iddialı bir oyuncu kadrosuyla, -ve yine iddiaya sahip bir rejiyle- çoğunu tek planda çektiği İleride Bir Karaltı Gördüm’dü. Trafik kazasına karışan imtiyazlı bir gencin karakola getirilişi ve nüfuzlarından vazgeçmek istemeyen ebeveynlerinin olaya dâhil oluşu üzerinden suç, adalet ve vicdan hattında bir hikâye sunan kısa metrajın; nasıl bulduğumun ötesinde, “festival filmi” kodlarına pek yanaşmayışıyla takdiri hak ettiğini düşünüyorum. Biçimsel tercihleriyle, müzik kullanımıyla, yabancılaşma efektleriyle risk almayı tercih etmiş Beşkırma.

Avrupa Fatihi

Patika ve Toprak gibi iki çok beğendiğim kısa metraj sonrası bir sonraki çalışmasını merakla beklediğim yönetmen Onur Yağız; mizahını herhangi başka bir janrın arkasına saklamayan, komediyi tavizsizce kucaklayan Avrupa Fatihi ile dönüş yapmıştı. Kendisi de Türkiye’den Fransa’ya yerleşmiş bir ailenin çocuğu olan Yağız’ın kimlik sıkıntısı, aidiyet arayışı ve tüm bunlara karşı kültüre tutunma gibi meseleleri, hoşlandığı kişiye açılmadan önce muhakeme savaşı veren Fatih üzerinden (Thomas Curel’in başarılı oyunculuğuyla) gözümüzün önüne serdiği filmi; çalışan esprilere ve akıcı, doğal bir sinema anlayışına sahip. Kadrodan Emre Öcal’ın kahkahalarının birkaç gün kulaklarımda çınladığını not düşeyim.

Farklı kültürler içinde sıkışıp kalmış bir diğer karakter ise Koyun’un, İstanbul’un Maslak bölgesinde adakçılık yaparak geçimini sağlamaya çalışan baş karakteri Bekir’di. Modernleşmeye ayak uyduramayan, plazaların ve gökdelenlerin arasındaki bir kulübede hayatını idame ettiren Bekir, geniş açılarla gösterilen İstanbul panaroması içinde sadece kaybettiği koyununu değil, kendisini de arıyor belli ki. Yönetmen Benhür Bolhova’nın polisiye, komedi ve dram gibi farklı türleri homojen bir çerçevede harmanlama, aralarında rahatlıkla geçiş yapabilme yetisini etkileyici buldum. Öte yandan 20 dakikalık sürenin bu hikâye için biraz uzun olduğu, bir miktar tempo problemi yarattığı da düşünülebilir.

“1963’te suikasta uğrayan Başkan John F. Kennedy’nin ruhu, Adanalı Mahmut Haklıgör’ün bedeninde yeniden hayat bulursa…” Gösterimler sonrası en fazla reaksiyon yaratan filmlerden birinin; izledikten sonra benim de konusunu eşe dosta heyecanla anlattığım Kennedy’nin Doğuşu olduğu kesin. Birçok ünlünün yeni bedenlerine kavuştuğuna inanılan, reenkarnasyonun gündelik hayatın bir parçası olarak görüldüğü bu mahalle öylesine gerçeküstü ki yer yer kurgusal bir iş izlediğiniz düşüncesine bile kapılabilirsiniz. Gerilla usulü ve katılımcı gözlem tekniğiyle çekilen kısa metraj belgeseli gördükten sonra; kendisi de Nusayrî olan yönetmen Gülben Arıcı’nın “çok kapalı olduğunu, yeni yeni anlaşıldığını” söylediği kültüründen başka insan hikâyelerini de merakla bekliyorsunuz.

Hakan Bıçakcı’nın âdeta kısa film olsun diye kaleme aldığı Karanlık adlı öyküsünden, Nükhet Taneri ve Barış Kefeli tarafından uyarlanan Ben Tek Siz Hepiniz; “Tüm İstanbul’u kapsayan bir kesinti olduğu hâlde dairemde neden elektrik var?” sorusuna cevap bulamayan Deniz ile tanıştırdı bizleri. Yağmalamanın, derin bir bilgi kirliliğinin ve manipülasyonun at koşturduğu bu atmosferde çoğunluğun bir parçası olmadığı, hedef gösterilme tehlikesiyle yüz yüze kaldığı için imtiyazından vazgeçme noktasına gelen baş karakteri izlerken; derin okumalara alan tanıyan basit bir fikrin, Taneri ile Kefeli’nin korku-gerilime göz kırpan rejisine pek yakıştığı hissi vuku buldu. Deniz Göktaş cameo’suna dikkat!

Bana Arthur Penn’in pek sevdiğim filmi Bonnie and Clyde’ı anımsatan Birlikte, Yalnız’da yönetmen Kasım Ördek; İstanbul’un kenar mahallelerinde eski model arabaları çalarak yaşayan bir çiftin kırılgan ilişkisine bakış atıyor. Dramatik yapısını bir vicdan muhasebesi üzerine inşa eden, bu esnada oyunculuk performanslarından güç alan filmin diyalog kullanımı ve finalinin yanı sıra “kötülüğün kötücül eylemlerden ziyade, bu eylemlere dair motivasyonlara kendini inandırmakla ilişkili olduğu” fikrini kutup yıldızı belleyişi, elini güçlendiren unsurlardan. Filmin başrollerinden Mert Doğan’ın En İyi Oyuncu ödülüne uzandığını da belirteyim.

Son olarak bu bölümün son filmi ve ikinci belgeseli var. Uzaya çıkan ilk Suriyeli olan Muhammed Faris’i hiç işitmiş miydiniz? Özgür bir Suriye hakkındaki görüşleri yüzünden hedef hâline gelmesiyle ülkesinden kaçmak durumunda kalan Faris’e ait herhangi bir kayıt, Suriye hükümeti ve Rusya uzay programı tarafından silinmiş olması nedeniyle bulunmuyor fakat hayatını bir tür “ters anlatıyla” aktarmaya girişen yönetmen Charles Emir Richards bu dezavantajı Murat Palta’nın minyatür çalışmaları ve Garip Ay’ın ebru motifleriyle aşmış. Hem görsel dünyasının hem de odağındaki figürün etkileyiciliği, Suriyeli Kozmonot’u “rastladığınızda kaçırmamanız gereken” bir iş olarak kodlamınıza yetiyor da artıyor.

The Diver’s Son
Uluslararası Su Altı Kısa Film Yarışması

Kataloğu incelediğimde gözüme çarpan ilk detay, festivalin Türkiye’nin en güzel dalış noktalarından bazılarının bulunduğu bir bölgede yapılmasından hareketle, programda su altı filmlerine ve su altı prodüksiyon atölyelerine yer verilmesiydi. Diğer yarışma seçkilerine kıyasla buradaki işleri daha ortalama bulsam da -dünyada olsa bile Türkiye’de emsaline rastlamadığımız bir konseptin- potansiyeline vakıf olmanın, şahsi Kaş deneyimimin en biricik yönlerinden biri olduğunu söylemeliyim. Bazı harika su altı çekimleriyle göz zevkimize hitap eden, meditatif hissi kuvvetli bir yarım küsur saat geçirdik.

Ay’a yolculuğun yalnızca bir çıkış noktası işlevi gördüğü, -esasen- yaşadığı bir kaybın ardından “kaçma” isteğini dizginleyemeyen Neil Armstrong’un içsel yolculuğunu izleten Damien Chazelle filmi First Man’i anımsarsınız. Yarışmanın biçimden ziyade içerik açısından ayrışan beş filmden ikisini seyrederken, su altı belgeseli kisvesi altında oldukça kişisel hikâyeler anlatıyor olmalarının etkisiyle, aklıma düşen yapımlardan ilki o oldu. 80’li yaşlardaki emekli bir pilotun suya ve su canlılarına bir aşk mektubu yazarken ekolojik kaygılarını dillendirdiği The Sanctuary (Yön: Timothy Raymond Brown & Michael Bruce Portway) ile ayak izlerini takip etmek, hatıraları kucaklamak ve travmaları atlatmak üzerine bir anlatıyı üç küsur dakikalık süreye sığdırmayı başaran The Diver’s Son (Yön: Nick Sneath); belki de beklentileri alt üst etmelerinin etkisiyle, kendi adıma bu seçkinin öne çıkan iki işiydi.

Diyalogsuz bir şekilde Doğu Grönland’daki Sermilik fiyordundaki manzaraları belgeleyen Dive in Greenland (Yön: Alexander Benedik) ile Endonezya’daki bir takımadanın mangrovlarını keşfettiren Mangroves of Raja Ampat’ın (Yön: Matthias Michael Edling) sineması pek heyecanlandırmadı fakat The Shark With a Thousand Names’in (Yön: Hendrik S. Schmitt) zihinlerdeki köpekbalığı algısını yerle bir etme konusundaki niyetini -kurguda atılması gerektiğini düşündüğüm, akışın bütünlüğünü bozan kimi parçalarına rağmen- anlamlı bulduğumu söyleyebilirim.

Message of an Endless Night
Uluslararası Kısa Film Yarışması

Tıpkı Ulusal Kısa Film Yarışması gibi geniş bir seçkisi bulunan Uluslararası Kısa Film Yarışması’ndaki her işi teker teker masaya yatırıp, bu dosyanın hacmini biraz daha büyütmek yerine; gördüklerim içerisinde bende yer edinen, iyi anımsadığım filmlerin bazılarını anmak isterim.

Gençlik ve yaşam enerjisiyle dolup taşan, jürinin de En İyi Film’e layık gördüğü Sparks Lampini’nin (Yön: Rebecca O’Neill) “serseliğine” bayıldım. Kız kardeşinin istismara uğradığından şüphelenen ikinci dereceden Türkiyeli-Amerikalı bir kadının, bahsi geçen sevgiliyi çalıştığı pizzacıda ziyaret etmesiyle ilerleyen hikaye; mizahı, kadın dayanışmasını ve ergenliğin tezcanlılığını aynı potada eritirken, inandırıcılığı ve oyuncuların uyumuyla da çıtayı yukarıya çekiyor. Unutmadan: Müzikleri ve sanat yönetimi bir harika.

Çocukluğu ve ilk gençliği CD / DVD biriktirmekle geçmiş biri olarak, Olivier Lopes Barros filmi Ma Saudade ile bağ kurmamam mümkün değildi elbette. Günlerini televizyon karşısında VHS izleyerek geçiren, hatta bu tutkusunu ticarete döken Simon’ın karakter dönüşümü, aynı dili bile konuşmadığı Helena’nın hayatına girmesiyle yaşanıyor ve Simon zincirlerini bir bir kırıyor. Su savaşıyla biten mahalle maçları, kasaya dökülen bozukluklar, uygunsuz yerlerde mırıldanan şarkılarla nostalji trenine bindiren Ma Saudade, gösterilen ilk filmdi ve modumuzu yükselten bir başlangıç oldu açıkçası.

Festival sonrası zihnimi muhtemelen en çok ziyaret eden yapım ise uykusuz bir gecede kaydedilmiş bir mesajı, her biri duvara asmalık çizimler veya stop-motion karelerle görselleştiren Brezilya filmi Message of an Endless Night’tı (Yön: Tiago Minamisawa). Karantinanın her biri birbirinin aynısı gecelerinde, kendimizi hiç bitmeyecekmiş gibi duran bir kâbus ortasında buluşumuzdan ilham alan bu üç dakikalık Brezilya kısasını; yalnızca pandeminin değil, bir savaşın veya başka herhangi bir felaketin yansıması olarak da okumak mümkün. Tüm o ızdırabı, tecrit hissini, kim olduğunu anlama çabasını meditatif bir tonda sunuşuysa takdire şayan.

Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması

Eğitim hayatına devam eden yönetmenlerin işleriyle şekillenen Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’nda ödüle layık görülen yapım; Emir Eğricesu’nun -yazıp yönetmek dışında- konseptinden 3D’sine, animasyonundan VFX’ine her bir aşamasını kendi üstlendiği çalışması Tanrı oldu. İnanmaya dair tutku ve motivasyonumuzu, insanlık tarihinden kimi enstantenelerle ele alan Tanrı’nın bilgisayar oyunu estetiğini arkasına alarak yaratılmış ütopya atmosferi, Emir Eğricesu’nun gelecekteki üretimlerine dair merak hissi uyandırıyor.

Yarışma’nın kurmaca olan iki filminden diğeri, Canan Sennaroğlu’nun Deli’si; kendisini henüz tanıyamamış, olmak istediği kişiyi bulamamış baş karakterinin bir gününe ortak ediyor bizi: Ailesinin otorite ve çıkar çatışmalarının eksik olmadığı şirketinde gönülsüzce çalışan, bu esnada kravatından da prangalarından da kurtulamayan Anıl. Biçimsel açıdan oyuncaklı veya seyircinin zihniyle oynayan kimi anlarıyla, neredeyse büyülü gerçekçi sinemanın sularında yüzen bir çalışma Deli.

Gelelim kurmaca olmayanlara… Deniz Mıdık’ın kısa metraj belgeseli Hayallerin Ötesinde, art squatting hareketine katılıp Paris’te terk edilmiş bir binaya yerleşen ve 30 sanatçıdan oluşan bir kolektif kurarak yapıyı dadaist bir müzeye evrilten Gaspard Delanoe ile tanıştırıyor seyircisini. “Burası işsizler, öğrenciler, sanatçılara alan tanıyan bir yapıydı ve ben hepsiydim.” diyen yönetmenin belli ki kişisel bir bağ kurarak ele aldığı konunun fazlasıyla ilgi çekici olduğunu -gösterimden sonra çok sayıda soru geldiği bilgisini de araya sıkıştırarak- söyleyebilirim.

Sheida Kiran’ın “Durmadan değişen endüstriye rağmen ekonomik anlamda nasıl direnilir?” sorusundan hareketle, Karadeniz’in çay işçisi kadınlarına mikrofon uzattığı Harvesting Our Tea’si; sadece emek sömürüsünü ve özel sektör – kooperatif mücadelesini değil, patriyarkal düzen ve toplumun dayattığı normlar üzerine de dikkate değer cümleler sarf eden bir yapım. Değişimin geleceğini umut eden genç kadınlar ile bir önceki jenerasyondan kadınların görüş ayrılığından beslenişiyle, kadınlık rollerini sorgulaşıyla, üç karakterinin kamerayı farklı amaçlara araç olarak kullanışıyla ilgiye değer bir seyir sunuyor. BBC ve BAFTA gibi kurumların radarına girdiğini de eklemeli.

Tıpkı Kennedy’nin Doğuşu gibi yerel bir “şöhretin”, Diyarbakır’da doğup büyüyen ve 12 yaşından bu yana düğünlere halaybaşı olarak katılıp geçimini sağlayan Kemal Dayı’nın portresini çizen Serê Govende / Halaybaşı’nın (Yön: İbrahim Abay) ise -odaktaki figüre uyumlu şekilde- mizah duygusu kuvvetli bir anlatı ortaya koymasını umardım. Öte yandan böylesine renkli bir figürü izlerken ilgiyi kaybetmek pek mümkün değildi zaten.

Giriş Görseli: Anka Dijital