Şöhret, kimlik, karmaşık bir evlilik: Maestro

Yazı: Meltem Demiraran

Bradley Cooper, A Star Is Born’un (2018) ardından yine yazar, yönetmen ve oyuncu olarak karşımızda. Başrolü Carey Mulligan ile paylaşırken, Matt Bomer ve Sarah Silverman gibi isimler de onlara eşlik ediyor. Josh Singer ile Bradley Cooper’ın ortaklaşa yazdığı filmin kalabalık yapım ekibi künyesinde kendilerine ek olarak Martin Scorsese ve Steven Spielberg de var. Besteci ve orkestra şefi Leonard Bernstein’in hikâyesini anlatan Maestro, Netflix’te izlenebilir. 

*Bu yazı, henüz Maestro filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân 

1940’ların büyülü atmosferinden 20. yüzyılın derinliklerine inen bir zaman tünelindeyiz. Uğradığımız pek çok yer var ancak odağımız New York.

Fasulyenin faydaları

*Bradley Cooper, Maestro performansı için Montréal Orkestrası’nın şefi Yannick Nézet-Séguin’dan tam 6 yıl ders almış. 

*Carey Mulligan ise filmin ek çekimleri nedeniyle Fingernails (2023)’i bırakmak zorunda kalmış. Ayrıca çekimler sırasında üç aylık hamileymiş.

Konu nedir?

Bernstein’in hayatının önemli bir bölümünü kapsıyor Maestro. Kariyerinin ilk dönemlerindeki önemli anlara ve bir orkestra şefi olarak şöhreti yakalayışına şahitlik ediyoruz. On The Waterfront (1954) ve West Side Story (1961) gibi filmlerin müziklerini bestelemesi de dâhil olmak üzere attığı imzaları vurgulamayı es geçmiyor film. Ancak odağımızda Felicia ile arasındaki ilişki var. Evliliklerinin karmaşıklığı, Bernstein’in kendi kimliğiyle mücadelesi ve şöhretin kişisel yaşamları üzerindeki etkisi filmin çekirdeğini oluşturuyor.

İlk intiba?

En başta siyah-beyazdan renkliye bir geçiş olacağını anladığımda (siyah-beyazdan renkliye veya orta formattan geniş formata geçiş meselelerinden son zamanlarda biraz bıkmış olduğumdan) biraz içim burkulmuştu. Ancak filmin akışına kapılınca bunun yapılmış olması hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. 

Klasik Hollywood filmlerinin, özellikle de sinemanın Altın Çağı olarak adlandırılan dönemin görselliğine bilinçli bir göz kırpış bu belli ki. 20. yüzyılın ortalarına dönük bir nostalji yaşıyoruz, çiftimizin de çiçeği burnunda zamanları malum. 

Esasında hoşuma giden anıların birbirinin içine geçip gerçekliği kırarak zihnimizde yankılanmasına benzer, hayal ve gerçeğin karıştığı sekansların olması bu kısımda. Öylesine siyah-beyaz yapılmış değil. Renkliye geçiş yaşandığında da bu nostaljik hava ortadan kalkıveriyor, kendimizi çiftin yaşadığı zorlukları seyrederken buluyoruz. 

Yinelenen motifler, ışık ve gölgenin dengesi, tek plan çekilen uzun sahneler, dinamik kamera hareketleri ve belirli odaklar üzerinden yakın ve geniş açılara uzanan sekanslarıyla sinematografi epey iyiydi diyebilirim. Mahler’in İkinci Senfonisinin canlandırıldığı ve Felicia’nın hastalığının ileriki bir döneminde ziyaretine gelenlerle sohbet ettiği sekansları da epey sevdim.

En çok neyi sevdin?

Oyunculukları. En çok da Carey Mulligan’ın oyunculuğunu. Kendisini ilk Pride & Prejudice’da (2005), peşine Doctor Who’da izledikten sonra An Education (2009)ile beraber de kafama kazınmıştı. O zamandan bu yana hemen hemen her filmini izlemişimdir, o nedenle en iyi performansı buydu deme cüretini de gösterebilirim sanırım. 

Bradley Cooper’ın performansı da oldukça iyiydi bana kalırsa. Özellikle Bernstein’in Ely Katedrali’ndeki Mahler’in İkinci Senfonisi performansında. Bu sekans için sinematografi ile alakalı bir övgüde bulundum az evvel, biliyorum. Ancak Bradley Cooper’ın bu performansın altından epey iyi kalktığını söylememek de haksızlık olurdu. Bernstein’in orijinal performansını bir de kendiniz görüp kıyaslamak istersiniz diye şöyle bırakıyorum.

Kostümler ve Bernstein’in müziklerinin filme yedirilişinden de memnunum genel olarak. 

En az neyi sevdin?

Filmin adının Maestro olması Bernstein’in müzik kariyerine ve belki de iç dünyasına dair daha çok şeyle karşılaşacağımıza dair bir beklenti oluşturuyor ister istemez. Yine de çok sert bir eleştiri yapmadan evvel bunun bir seçim olduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Ben filmin Felicia’ya epey bir ihtimam göstermesini sevdim dürüst olmak gerekirse. Çünkü normların dışında ve kendine has bir ilişkinin hikâyesi bu. 

Soru işaretleri / açtığı tartışmalar… 

Geldik zurnanın zırt dediği yere.

Önce şu burun meselesine girelim. Çok konuşuldu Cooper’a yapılan protez burun. Bana kalırsa pek de abartılacak bir şey yok. Bernstein karakteristik bir buruna sahip, Cooper’ınki ise yeterince karakteristik değil. Yıllar evvel Nicole Kidman’a da The Hours’ta (2002) bir protez burun yapılmıştı. Çünkü Virginia Woolf karakteristik bir buruna sahip, Kidman ise değil. Otantiklik ve temsil meselesinin arada ucu kaçıyor gibi geliyor bana. Yahudi temsili zaten nadiren gördüğümüz bir şey değil artık; üstelik de bugün geldiğimiz noktada beyazlardan çok da farklı düşünülebilecek bir sosyo kültürel yapıda mı Yahudi Amerikalılar diye bir sormak gerekebilir. Yani geçelim bu burun meselesini çünkü esas konuşmamız gereken bir şey var.

Çiftimiz aslında epey politik bir çift. Bir kere homofobinin ayyuka çıktığı yıllarda yaşayan biseksüel bir deha Leonard Bernstein. Aslında çift olarak yaşadıkları gerginliğin büyük bölümü de bununla alakalı olabilir. Biraz karmaşık bir konu o yüzden sırayla gidelim. 

Bazı kaynaklar Bernstein’in Felicia ile olan evliliği sırasında hem başka erkeklerle hem de başka kadınlarla ilişkilerinin olduğunu belirtirken bazı kaynaklar yalnızca erkeklerle ilişkilerinin olduğunu belirtiyor. Filmde ise ikinci iddiayı takip ediyor anlatı. Yani Felicia, Bernstein için bir istisna olabilir.

Felicia’nın Bernstein’i “olduğu gibi kabul ettiği ve ilişkilerini bu şekilde yürütmeyi deneyeceklerine” dair de bir anlaşmaya vardıklarını biliyoruz, yazılmış bazı mektuplardan. Esas sıkıntı, insanların bunu bilmesi hâlinde yaşayacakları ve bunlara dair korkuları. Bu nedenle de Bernstein’in dikkatli olmasını, ser verip sır vermemesini talep ediyor Felicia. Sorunlar da işte böyle başlıyor.

Bir yandan da dönemin Siyah Nasyonalist oluşumu Black Panther Party’e verdikleri destek nedeniyle ikilinin pek çok kez tutuklandığını ve devlet eliyle zorbalığa uğratıldığını biliyoruz. Ancak bunların hiçbirine yer verilmemiş filmde. Yine geldik mi hiç dile getirilmeyen, üzerine konuşulmayan ve eleştirilmeyen meselelerin aynı olduğu o yere…

Bunu seven şunları da sever 

İzleyeli çok olmadığından, çok da keyif aldığımdan ilk aklıma gelen büyük bir Alman orkestrasının ilk kadın şefinin hikâyesini konu edinen Tár (2022), adından da anlaşılabileceği gibi Mozart’ın hayatını ele alan ancak özelliği kendisini öldürdüğü iddia edilen Salieri tarafından anlatılması olan Milos Forman’ın efsane filmi Amadeus (1984) ve her bölümünden ayrı keyif aldığım New York Senfoni Orkestrası’nın üyelerinin hayatlarına odaklanarak klasik müzik dünyasına komik bir bakış atan Mozart in the Jungle (2014-2018) önerilebilir.