Doğaçlamaya övgü: Mornings for Sale No. 2

Yazı: İlayda Güler

Ozan Tekin’in fikriyle hayata geçen görsel – işitsel performans serisi Mornings for Sale / Satılık Sabahlar’ın, bu kez Berke Can Özcan ve Tuğçe Kep katkılarıyla biçimlenmiş ikinci bölümü yayında. Performans, İstanbul sakinlerinin, gece gündüz döngüsünü pek farkında olmadan deneyimlediği varsayımına dayanarak, şehirde günün ilk saatlerinin nabzını tutuyor.


Zaman dilimi ve mekân

30 Nisan 2023, İstanbul. Saat 05.40 ile 06.34 arasında, Pangaltı’da bir otobüs durağından Beyoğlu’nda bir otoparka uzanan bir yürüyüşe tanık oluyoruz. Görüntülere eşlik eden müzik ise 20 Mayıs 2023’te alınmış kaydı sayesinde Köln’den sesleniyor.

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

*Mornings for Sale’ın yine Pangaltı’da bir otobüs durağına bakan, sabit kamerayla kaydedilmiş ve müzik performansı kargART’ta gerçekleşmiş ilk bölümü 2016’ya tarihleniyor. İlgililer, Ozan Tekin’in o dönem Cem Kayıran’ın sorularını yanıtladığı röportaja da göz atabilir.

*İkinci bölümün görsel performansından sorumlu video sanatçısı ve yönetmen Tuğçe Kep, yerli müzik sahnesiyle yakın temaslar kuran biri. Bugüne dek Nilipek., Brek, Tuğçe Şenoğul, Rinxlaya, Güneş Özgeç, Kaptan Kadavra, Derya Yıldırım & Grup Şimşek, Selin Baycan, ELZ AND THE CULT gibi isimlerin kliplerini çekti. YouTube üzerinden, gündemi kendine has üslubuyla değerlendirdiği Ayıp Zamanın İzinde isimli bir program yayımladı. Berlin’in Türkçe komedi kolektifi Kurulu Düzen Stand Up’ın bir parçası  aynı zamanda. İşlerini buradan inceleyebilirsiniz.

*Mornings for Sale No. 2’da Ozan Tekin’in doğaçlama partneri olan besteci, davulcu, prodüktör ve çalgı yapımcısı Berke Can Özcan’ın yürüyüşle arası iyi. Öyle ki Norveçli trompet ustası Arve Henriksen ve Brooklynli bariton saksafoncu Jonah Parzen-Johnson’ın katkılarıyla Likya Yolu’nun sonik haritasını çıkardığı Twin Rocks adlı, 2023 tarihli bir albümü bile var. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın Taşıdıklarımız başlıklı performansında da Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan’la birlikte harikalar yaratmakta.

*Ozan Tekin, yakın zamanda Türker Süer’in, başrollerini Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman’ın paylaştığı ilk uzun metrajı Gecenin Kıyısı için müzik besteledi. Birlikte çalıştığı Hauschka’nın (Volker Bertelmann) Conclave, The Day of the Jackal, Dune: Prophecy gibi yapımlar için hazırladığı müziklerin prodüksiyonlarında yer aldı. Köln, İstanbul ve Adana’yı kapsayan bir tersine göç hikâyesi anlattığı 2022 çıkışlı solo piyano albümü Anarya ise kentlerle kuvvetli bağlar kurduğunun bir başka göstergesi. Koleksiyona detaylı bir bakış için Duygudurum’una uğrayabilirsiniz.

İlk intiba

Mornings for Sale’ın tasarımı, alışılagelmiş “film müziği”yle arasında gevşek bir bağ kursa da ondan epey farklı. Burada, hayatta bir kez yaşanabilecek bir zamanın duygusu, hayatta bir kez çalınabilecek bir dinletiyle hikâyeleşiyor. Bir kafa kamerası, sabahın körü diye tabir edilen o geçiş vaktinde olan biteni belgeliyor. Şafak sökerken pek çok kişi evinde uykusunda. Yolları ise uzun bir geceyi bitirenler ya da işine ulaşmak üzere güne erkenden başlayanlar tutuyor; dükkânlarla dolu caddelerde henüz yalnızca tekel bayileri ve fırınların ışıkları yanıyor. Birinde tekinsizlik, diğerinde huzur bulunabilen sokakları adımlayan Tuğçe Kep; bir kavgayı gözetliyor, atıl bir binanın içinden görünen ağacı fotoğraflıyor, kendisine laf atanları savuşturuyor, göz alıcı kapı süslemelerine dikkat kesiliyor. Kayıt günü kolektif doğaçlama için ilk defa buluşan Ozan Tekin ve Berke Can Özcan’ın müziği, İstanbul söz konusu olduğunda mutlaka rastlayıp, ziyadesiyle sıkıldığımız oryantalist tınılarla örülmüyor; deneyime odaklı, özgün, heyecanlı bir işitsel manzara sunuyor.

En çok neyi sevdin?

Hem görsel hem işitsel katmanıyla tüm süresi boyunca canlı tutmasını; iki değil 20 bölüm olsa izlerim. Gün doğarken titreşen tehlike çanlarının yankısından kaosun göbeğindeki gürültüye ve feraha çıkmanın sükûnetine doğru akmayı; hepsini duyarak, hiç dağılmadan. Ritim, yürüme eylemi için çok belirleyici bir unsur; Berke Can Özcan’ın yer yer adımlara senkronlanıp, yer yer atmosferi dönüştüren kırılmalar yapmasını, Ozan Tekin’in de bu oyuna hızla adapte olmasını sevdim. Canlı performans izlemeye bayılan biri olarak Köln görüntülerinin, iki müzisyenin beden dillleriyle girdikleri diyaloğu takip etmeye izin vermesi seyir zevkimi yükseltti. Tuğçe Kep karşılaştığı kedilere selam verdikçe gülümsediğimi de söylemeden geçemeyeceğim; nihayetinde bu da bir İstanbul gerçeğidir.

En az neyi sevdin?

Günün henüz aydınlanmadığı ilk dakikalarda kaygılandım biraz. Yani kız kardeşlikten, aman Tuğçe’ye bir şey olmasın diye. Seçilen saat itibarıyla kamerayı kullanan öznenin cinsiyeti de yolculuğa bir katman ekliyor. Oysa ki buna hiç gerek yok ancak içinde yaşadığımız koşullara kayıtsız kalmak da mümkün değil. Hâliyle o kimlikten kopmak için biraz zamana ihtiyacım oldu; bunun gibi birkaç kafa karıştırıcı düşünceyle daha barışmak için de. Sonra sevmediğim şeyin performansla ilgisi olmadığını anladım. Patriyarkayı, mizojiniyi sevmiyorum. Güvensizlik hissettiren hiçbir şeyi sevmiyorum. Bunlara inatla kafa tutan direnişimizi seviyorum.

En çok hangi sahneye yükseldin?

Bütün o uyaran kalabalığının 40. dakikasında uzaktan turuncu bir ışık beliriyor; kısacık bir tüneli aydınlatan tek bir renk, bir sıcaklık iması, zihne üşüşen sinematik çağrışımlar… Mekânsal atmosferin duygu durumumuz üzerinde ne kadar etkili olduğunu bir kez daha fark ettiren o saniyelerle eş zamanlı olarak müzik melodikleşiyor, şarkı formuna yakınlaşıyor, hafif soundtrackleşiyor. Bir orada, bir de final sekansında yükseldim. İnsan, kentin en önemli bileşenlerinden biri; onun ölçeğinden izlediğimiz bu yolun sonundaki “Sana bir tepeden baktım aziz İstanbul”-vari sahne, insan sesi isterdi dolayısıyla. Oradaki müziğin hem sabah ezanı hem bir “Seni yeneceğim!” haykırışı gibi gelip hem de gayet kendi hâlinde olduğu o anlarda asılı kalmamı sağlamasından çok hoşlandım. Karşımda duran günün devamındaki belirsizlik rahatsız etmedi; anlatı ne yumuşak, ne güzel bitti.

Bunu seven şunu da sever

Alan kayıtlarından beslenen ya da gürültüyü kurcalayan çok geniş bir müzik külliyatı var elbet. Yakın geçmişten bir örnek olarak Chicagolu çellist ve ses sanatçısı Lia Kohl’un, bestelerini; araba kornaları, cızırtılı tenis kortu ışıkları, bipleyen market kasaları gibi kentsel unsurların sesleriyle kurguladığı Normal Sounds albümü verilebilir. Seyircisini kâh inşaat iskelesine dolanarak flüt çalan birinin sokak konseriyle kâh peluş ayıcıklara ayrılmış bir restoran masasıyla karşılaştırarak New York’un zamanını belgeleyen, Nathan Fielder katkılı HBO yapımı How to with John Wilson ise henüz kendisiyle tanışmamış gündelik hayat meraklılarını mutlu edecektir. Bu da tam noktalarken gönlümden kopuverdi: Şenay’ın “Kent yaşamı acı bir çığlıktır. İlk kez sizi saran bir şaşkınlıktır.” dediği 1980 çıkışlı synth şelalesi.