Mümkünse tek başınıza gidin: Peru

Bu yazıya “Ah canım kutsal vadim” diyerek başlamak uygun olur sanıyorum çünkü bana en büyük deneyimi, kutsal geometrisi, şelaleleri, seremonileri, şifası, doğası ile beni vorteks gibi içine çeken Pisac yaşattı. Öyle insanlarla tanıştım ki Peru’ya gelirken en çok görmek istediğim Gocta şelalesi planlarımı, rezervasyonlarımı iptal edip kaldığım kutsal vadide beni neredeyse evlat deyip bağrına basan Oregonlu bir aile bile edindim diyebilirim! 

Yazı ve fotoğraf: Merve Atılgan

Son yıllarda yaptığım geziler genelde tek başıma kendimi uzak ve bilinmedik topraklara atmanın dayanılmaz cazibesine kapılmam ile hayat buluyor. Herhalde adrenalin bağımlılığı böyle bir şey, bilemiyorum. Peru’yu anlatsam da en fazla yüzde onunu belki kelimelere dökebilirim çünkü söz konusu ülke gidip de deneyimlenmesi gereken müthiş bir coğrafya. Düşünün ki dünyayı küçültmüş, bütün bereketi ile buraya sığdırmışlar. Kendisi de bitkileri kadar psikedelik ve dost canlısı insanlara sahip nam-ı diğer Keçua (ya da Keçuva) halkının ve Amazon kabilelerinin evi. İspanyollar zamanında burayı katolikleştirmiş olsa da özellikle dağlarda ve Amazon’da eski şamanik inançlar güçlü bir şekilde varlığını korumakta ve gelenekler sürdürülmekte -ki bu insanların kendi geleneklerini koruma çabası her kültürün örnek alması gereken bir durum. Ayahuasca ve San Pedro şifa seremonileri hem kutsal vadi hem de Amazon’da aktif bir şekilde sürdürülmekte olup burayı alternatif ve daha dost canlısı bir turizm ile de beslemekte. 

Peru deyince akla And Dağları’nda şans eseri İspanyolların keşfedip tahrip edemediği ve korunmuş olarak kalan büyülü Machu Picchu geliyor tabii. Burası dünyanın en güçlü enerji noktalarından da biri sayılıyor. (Popülerliği boşuna değil.) Buraya gitmek için isterseniz çoğu insanın tercih ettiği günübirlik tren yolunu seçebilir ya da benim gibi kendi kendine “challenge” üretenlerdenseniz birkaç günlük trekking ile de gidebilirsiniz. Bir ülkeyi gezip tanımanın en güzel yolu fiziksel ve mental kuvvetiniz yerindeyse bütün o güzellikleri yürüyerek tanımaktır bence. Tercih ettiğim rota, daha pahalı ve bol merdivenli 3 günlük “Inca Trail” yerine 5 günlük ve daha güzel doğa manzaralarının olduğu ve trekking konusunda az da olsa deneyiminiz olması gereken Salkantay rotasıydı. 3.350 metrede Challacancha’dan başlayıp, ikinci gün en yüksek nokta olan Salkantay geçidinden geçip (karlı ve sisli orta dünya havası aldığınız yollardan sonra), bir anda kendinizi yukarı Amazon veya bulut ormanın içinde bulduğunuz fantastik yerlerin ardından, beşinci gün Machu Picchu’ya ulaşarak bitirdiğiniz bir yürüyüş rotası. Peru’da 4.000 çeşit patatesin yetiştiğini öğrendiğim, ilk defa Kolombiya’da insan kaçırmak için kullanılan Floripondio isimli çiçeği gördüğüm, Amazon’da gece karanlığında yolda kaldığım, sinek kuşlarının arada etrafınızda dolaştığı sabahın dört buçuğunda coca çayı ile uyandırldığınız bir yolculuk düşünün…

Gezdiğim diğer yerler buraların yanında daha ‘normal’ kalmakla beraber onlardan bahsetmezsem de haksızlık olur tabii. Peru’ya indiğinizde ilk ayak bastığınız şehir olan Lima, (sokak sanatı ve duvar resimleri ile biraz da Kadıköy – Moda’ya benzeyen) sanatkâr ruhlu bölgesi Barranco ve muazzam okyanus kıyısı ile büyük şehirlerin en kendine has olanlarından biri. Öte yandan Peru’nun sevgili beyaz şehri Arequipa Uv ışınları, kaktüsleri ve aktif volkanı ile sanki İspanya’nın güneyindeymişsiniz havası yaratan bir şehir resmen. Ayrıca San Pedro kaktüslerinin çoğu burada yetişiyor ve benim gibi kaktüs sevdalısı kişiler gelince çıldırabilirler keza bina boyu kaktüsler mevcut! Cusco ise 3.400 metre yükseklikte ilk defa And Dağları’nın havasını soluduğum, İnka kültürünü hissettiğim yer oldu benim için. Biraz fazla turistik fakat çok da keyifli bir şehir. 

Değişmek ve dönüşmek isteyen, Amazon’u içine çekmeye cesareti olan herkesi er ya da geç kendine çekecektir bu güzel memleket. Bir de mümkünse tek başınıza gidin, kendinizi daha yakından tanırsınız!