Onat Kutlar ve Türk Sinemateki: Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri üzerine

Yazı: Esin Çalışkan

42. İstanbul Film Festivali kapsamında, Fransız Kültür Merkezi’nde dünya prömiyerini gerçekleştiren Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar; 1960’lar Türkiye’sinde “sanat sineması” anlayışının yükselmesine aracılık eden; cesurca, nice meşakkatle yaratılan Türk Sinemateki’nin hikâyesini Onat Kutlar’ı merkeze alarak anlatıyor. Yaratıcı kadroda ilk uzun metrajıyla yönetmen Önder Esmer olsa da filmin; yapımcı Matthias Kyska ve kurgucu Tuvana Simin Günay ile birlikte üçlü bir ortaklığın ürünü olduğunu söylüyor ekip.

1970’lerde, kurucuları arasında yer aldığı Sinematek Derneği’ni ve Yeni Sinema Dergisi’ni yöneten, ilk öyküsü Volan Kayışı itibarıyla hep ama hep içimizde bir yerde duran gizli evlerin kapı deliklerine yeni anahtarlar bulup, ağzı açılmış bir şişenin cinleri gibi etrafa saçan Onat Kutlar; yarattığı ve düzenleme kurulunda yer aldığı koca bir mazi başta olmak üzere İstanbul Film Festivali ve İKSV için de yeri doldurulamaz isimlerden biri. Hâliyle mevsubahis filmi, kalbimize her gün yeni bir tedirginliğin konduğu Beyoğlu’nda, ona eşlikçi tuhaf, derin, yakıcı hislenimlerle izlemek, herkese olduğu gibi ilk Sinematek’e de kollarını şefkatle açan bu semtin büyüsünü ortaya sererken; filmin anlatıdaki bazı boşluklarını kapatmaya muktedir olacağını düşünüyor gibi.

Film, 1956-1960 yılları arasında özgürlük isteğiyle çıkan a Dergisi’nin; nasıl bir avuç genci bir araya getirerek hem günlük hayatın hem de edebiyatın üstüne bir kara bulut gibi yayılmış siyasi iktidar mekanizmaları ve “gerçekçilik” akımına karşı geldiğini anlatarak başlıyor. Bunu belgesel sineması adına iyi bilindik bir yöntemle yapıyor; anlatıcılarıyla, kronolojik bir hikâye örüyor. Cevat Çapan, Atilla Dorsay, Filiz Kutlar, Ali Özgentürk, Vecdi Sayar, Ömer Pekmez gibi isimlerin öncülüğünde aktarılan hikâye; Adnan Özyalçıner’in anekdotları ile başlarken, kamera ilk andan itibaren kendisi gibi Onat Kutlar’ın yakını olmuş tanıklıklara uzattığı sabit çekim röportajlarla belgesel dilini kuruyor. 

Anlatıcılar, niyeti belli olan ama yaydığı dalları nereye kökleyeceği konusunda kafası karışık hissettiren bir reji tercihinin içinde süzülürken; bizler, Onat Kutlar’ın 1960’ların başında felsefe eğitimi için gittiği Paris’te, Fransız Sinematek’ini keşfetmesi ile nasıl gönlünü yazıdan sinemaya kaptırdığını ve Sinematek Derneği’ni Türkiye’ye taşıdığını yavaşça, anlık kıkırdamalarla, dikkatli gözlerle dinliyoruz. Yaklaşık 75 dakikalık bir sürenin içinde dönemin siyasi konjonktürüne eşlikçi video, görsel yahut mekâna imli başkaca görüntülerin, arşiv yetersizliği nedeniyle hayli az kullanıldığı belirtildiğinden, bunun bir tercih olmadığı anlaşılıyor elbet ancak filmin mevcut hâlinde, belgeselin izleyicinin içine gireceği “derinlikte” bir his evreni yaratma konusunda alternatif bir sosa ihtiyaç duyduğunu da söylemek mümkün. 

Yazmaya devam etseydi ilk romanı olacak Kül’ü, Paris’te nedensizce yakan, tozlarını çatılardan savuran Onat Kutlar’ı; Sinematek Derneği’nin kurulduğu yıllarda, Türkiye sinemasında kamplaşmanın doruğa çıktığı bir dönemden, tek bir bağlam üzerinden izliyoruz. Bu da filmi bir belgeselden çok, bir docu-serinin giriş bölümü mahiyetine taşıyor. Nitekim, filmden kalan en güçlü duygu şu: Maddi kaygılarla daha çok ticari filmlerin çekildiği bir dönemde, kendini Yeşilçam’a karşı konumlanmış bulan, oysa Rusya’dan Polonya sinemasına varan farklı dünyaların hikâyelerine, her türlü imkânsızlık içinde, derinlerde yatan kültürel değişim misyonuyla Sinematek’te alan açan; neşeli, sağduyulu ve öngörülü biri yazar/düşünür Onat Kutlar. Dostlarının her kelimesinden anlaşılacağı üzere. Bir tartışma ve araştırma alanı olarak, 1980 darbesine kadar entelektüel bir neslin ve sinema eleştirmenlerinin evi gibi olmuş bir mekân da nice anının esintisiyle doluyor Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri’nde.