Özge Özbek Akıman ile Amiri Baraka’nın izinde bellek, eylem, dönüşüm 

Röportaj: Meltem Demiraran

Haziran pek kolay bir ay olmamıştı. İçsel bir karışıklığın gölgesinde geçti. Hava sıcak, kalbim kırık, düşüncelerim dağınık… Deli divane bir hâlde çalışıyordum. Kendimi herkesten ve her şeyden soyutluyordum. 14 Haziran’da şu notu almışım: “Felt like not being home. Is it the loss of memory, or is it something I lost? Knew something was not right, but what was it?” (Kendimi evimde hissetmedim. Bu bir bellek kaybı mı, yoksa kaybettiğim bir şey mi? Bir şeylerin yolunda gitmediğini biliyordum, ama neydi?) 

Bu not, yıllardır süregelen bellek sorunumla ilgili miydi? Yoksa okuduğum, izlediğim bir şey hakkındaki bir not muydu? Hiçbir fikrim yok. 14 Haziran’a dair emin olduğum tek şey, They Cloned Tyrone’u izlediğim. Aslında bu not ve bellek meselesinin filmle de bir ilgisi var ama sürprizleri bozmuyorum bu sefer. 

Filmin sonunda, yazıların aktığı sırada Amiri Baraka’nın “Somebody Blew Up America” performansına çoktan ışınlanmıştı zihnim. Ertesi gün ise Özge Özbek Akıman’ın Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu çevirisine denk gelmiştim. Kitap, Özge Özbek Akıman’ın, Baraka’nın S.O.S şiirlerinden derlediği ve çevirdiği, Ketebe Yayınları’ndan çıkan bir şiir seçkisi. 

Bugün (9 Ocak 2024) Amiri Baraka’nın 10. ölüm yıl dönümü. Beyazların hâkim olduğu bir toplumda Siyah Amerikalıların deneyimlerini ve bastırılmış öfkelerini titizlikle sunan kışkırtıcı sözlerin sahibi şair / yazar / aktivist Amiri Baraka, hayatı boyunca pek çok suçlamaya ve sansüre maruz kalmış biri. 

Baraka, Newark’ta doğup Newark’ta ölmüş. 50’lerin başında Rutgers Üniversitesi’ne ve Howard Üniversitesi’ne (Siyahların Harvard’ı) gittikten sonra ABD Hava Kuvvetleri’nde görev yapmış ancak üç yılın ardından komünist bağlantıları olduğu şüphesi ile (o zamanlar Marksist bir yönü olmamasına rağmen) terhis edilmiş. 

Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimine devam etmiş. 1958’de Beat yazarlarının işlerini yayımlayan şiir dergisi Yugen’i kurmuş. 1961’de ilk büyük şiir koleksiyonu olan Preface to a Twenty Volume Suicide Note’u çıkarmış. 

Amiri Baraka ile bölüme girdikten sonra tanışmıştım, benim için anlaması güç bir karakterdi başlarda. Ayrı dönemlerde yazdığı iki şiiri yan yana koyduğunuzda bambaşka iki insanın kaleminden çıktığını düşünebileceğiniz kadar farklılaşabiliyordu. Ancak yine de özünde haksızlıklarla, sistemin kendisiyle bir derdi ve bu merkez üzerinden yaşadığı kişisel bir yolculuğu olduğu da aşikârdı. 

“Somebody Blow Up America”, her okuduğumda veya dinlediğimde zaman zaman gözlerimi dolduran, zaman zaman özgürleştiren, zaman zaman içimdeki ateşi harlayan bir performans. Baraka’nın kendine ve dünyaya karşı yer yer acımasız fakat dönüşüme ve gelişime açık yaklaşımını kendime epeyce yakın hissediyorum. 

Ocak pek kolay bir ay olmuyor. Kendi içinde bir dönüm noktası. Hava soğuk, kalbim hâlâ kırık, düşüncelerim biraz daha derli toplu. Hâlâ çok çalışıyorum ama sevdiğim insanlarla bir aradayım. Evde hissediyorum, yani keyfim yerinde diyebiliriz.

Hem evde olma hissinin bir parçasını kendisine borçlu olduğum hem de Amerikan Şiiri, Amerikan Öyküsü, Edebiyat Tarihi ve Afrikalı Amerikalı Kültürü ve Edebiyatı üzerine kendisinden aldığım derslerle ve çeviriye dair aklıma attığı küçük sorularla ufkumu açan canım hocam Dr. Özge Özbek Akıman; kendisiyle Baraka’ya dair konuşmak istediğimi söyleyince beni buyur edip teşekkürle uğurladı.

Bunlar da Özge hocadan öğrenmek istediklerim:

Haziranda They Cloned Tyrone’u izledikten sonra kafam direkt Baraka’ya gitmişti. Filmin ardından “Klonladılar? Kim klonladı? Kim yapıyor klonlamayı?” diye sorarken buldum kendimi. Müthiş politik bir bilim kurgu ama çok da iyi bir dengesi var. Peşine de yine aynı ay çıkan, çevirdiğiniz şiir seçkisini okudum. Amiri Baraka da şiiri politik ve sosyal ideolojilerini ifade etmenin bir aracı olarak görüyor. Şiirinde estetik ve didaktik yönleri nasıl dengeliyor sizce?

Bazı “agitprop” dediğimiz, kör göze parmak şeyler de var ama estetik tarafı çok daha ağır basıyor. Yani son derece gerçekçi bir düzlemden son derece soyut bir düzleme iki dize içerisinde kayabiliyor. Şiir geleneğini çok iyi biliyor, hem batı şiirini hem Siyah kültürünü -sözlü gelenekten alacak olursak-. Zaten Changing Same diye bir makalesi vardır. Bir “ethos”, yani bir öz görür orada. Dolayısıyla hepsi bu sözlü geleneğin çeşitli görünümleridir ona göre. Şiir geleneğinin evriminin son aşaması olarak görür hip hop’u örneğin. Hâliyle bütün bu geleneğe hâkim olduğu için oradan oraya çok rahat atlar. 

Black Dada Nihilimus’ta “Rape the white girls. Rape their fathers.” gibi sert söylemleri olsa da bunu mecazi anlamda okumak gerekiyor. Edebiyat geleneğinin tam ortasında bir şiirdir bu. Archibald Macleish’in Ars Poetica şiirine benzer. Manifesto gibi bir şey. Öte yandan Langston Hughes’un The Negro Artist and the Racial Mountain şiirine bir cevap gibidir. Bir yandan onlara yanıt veriyor yani. Siyah Sanat ve Siyah Modernizm’in bir başka, ileri bir evresi. Nasıl Harlem Rönesansı, Siyah Sanat’ın ilk modernist evresi ise bu da öyle diyelim.

Harlem Rönesansı’nın peşine yazmaya başlayan bir yazar Baraka. Bu rönesansın kültürel ve politik dinamiklerinin Baraka için önemine ve etkisine dair ne söyleyebiliriz?

Ardılı diyebiliriz ama dönem olarak 60’lara denk geldiği için arada II. Dünya Savaşı var. Fakat bu kesintiye rağmen felsefi anlamda kesin bir süreklilik var, haklısın. Bir modernite aslında. Kentsel kültürün bir parçası, o ortamda yeşeren bir şey. Blues kırsaldan daha kentsel bir bağlama geldi. Daha elektriklendi. Daha sekülerleşti; onun bir uzantısı. Onun öbür uzantısı da Sivil Haklar Hareketi’nin, şiddetsiz direnişlerin ve protestoların radikalleştiği dönem. Başka bir noktaya evrildi, giderek derinleşti. Daha komplike hâle geldi, zenginleşti.

Fitili ateşleyen şeylerden biri yani.

Ve orada da kalmıyor. 60’ların sonunda, 70’lerde yeni bir faz. 80’lerde, 90’larda yepyeni bir faz. Bir damıtılmış düşünce durumu var Baraka’nın. Gitgide damıtıyor düşüncelerini olaylara göre.

Baraka’nın Beat’lerden epeyce etkilendiğini, sonrasında ise Siyah nasyonalist bir şaire dönüştüğünü biliyoruz. Pound ve Olson gibi şairler çok etkilemiş Baraka’yı. Beat’lere yakınlığı veya LeRoi Jones dönemine dair ne söyleyebiliriz Baraka için?

Pound birazcık tartışmalı bir karakter, estetik açıdan çok çığır açıcı. Öte yandan bazı çok önemli kör noktaları var. Efe Murad, Kantolar’ı çevirdi geçenlerde. Sonunda da 70-80 sayfalık, güzel bir değerlendirmesi var. Orada da estetik açıdan gerçekten ufuk açıcı olduğunu görüyoruz Pound’un. 

Pound dediğin zaman yalnızca şiir de değil; estetik felsefe de giriyor bunun içine. Şiir tarihi de giriyor, şiirin alt türleri de giriyor. Şiirin kendi içindeki bölgesel ve genel olarak evrimi de giriyor. Derya deniz o anlamda. Dolayısıyla yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Kültür üzerine çok düşünüyor Ezra Pound, Guide to Kulchur var malum. Kültür anlayışı açısından Baraka beslendi oradan şüphesiz, beslenmedi diyemeyiz. Irkçılıkları var Pound’un; ona da tabii bir şey diyemiyoruz, düzeltemiyoruz. 

Olson’ın şiirlerinden birinde LeRoi Jones olarak isminin geçtiğini görüyoruz Baraka’nın. Aslında ikisi arasında, uzaktan da olsa, güzel bir diyalog vardır. 2014’te, ölmesine çok yakın bir dönemde yazdığı bir makalesi var Baraka’nın Olson üzerine. Olson and Sun Ra diye. Benim için çok özel bir makale. 

Baraka’nın otobiyografisinde kendini bu kadar rahatlıkla eleştirmesi çok ilginç gelmişti bana. Kendini dönüştürmesi ilginç bir durum. Bu dönemin peşine Baraka’nın adını LeRoi Jones’tan İmamu Amiri Baraka’ya değiştirdiğini görüyoruz. Bu evrim, 60’ların siyasi ve kültürel atmosferinde nasıl şekillendi ve Baraka’nın kararlarını etkileyen faktörler nelerdi? 

Siyah nasyonalist dönemin ateşi içerisinde dünya kadar insan öldürülüyor. Fikirlerinden çok etkilendiği insanlar. Malcolm X öldürülüyor, ondan sonra başlıyor işte o dönüşüm. “Ben gidiyorum buradan, daha da gelmem.” edasıyla Greenwich Village’dan ayrılıyor. Orada bir kopuş yaşıyor ama sonra zaman geçtikçe, olgunlaştıkça, tortu çöktükçe eski arkadaşlarıyla dostlukları devam ediyor. O nedenle topyekün bir kopuş değil aslında.

Bir küsme, bir kalp kırıklığı var sanki.

Tabii, tabii var ama Baraka ile ilgili öğrendiğim bir şey varsa o da şu: Her şey bir dönüşüm içinde. Tek bir ânına baktığın zaman çoğu şeyi kaçırıyorsun. Çok militan ve sert bir ses var ama öte yandan da onun ardında bir yerde, çok lirik ve şefkatli bir adam da var. Çeviri süreci de bu düşüncemi pekiştirdi baya.

Özellikle Siyahların Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak İslamiyete yönelmesinin altında yatan dinamikleri ve bu süreçte Malcolm X ile Nation of Islam gibi figürlerin ve oluşumların oynadığı kritik rolü açıklayabilir misiniz? 

Nation of Islam özellikle hapishanelerdeki mahkûmların dönüşümü ve ıslahı konusunda gayet başarılı oldu. İnsanları suç ve uyuşturucu dünyasının içinden kurtardı kısmen. Malcolm X, bunun en güzel örneklerinden biri. Ama sonuçta Malcolm X de örgütün içinde hoşuna gitmeyen, tasvip etmediği, etik bulmadığı şeylerle karşılaştıkça oradan uzaklaştı. 

Bir başka nedeni de şuydu: Nation of Islam’ın söyleminin merkezinde daima din vardı. Ancak Malcolm X için bu tartışma daha siyasi özgürlükçü bir tartışmaydı. Hacca da Nation of Islam’dan ayrıldıktan sonra kendisi gitti aslında. Hac onu biraz daha hümanist bir noktaya çekti diyebiliriz. Tersine bir ırkçılıktan ziyade “Bu bir insan hakları mücadelesidir.” dediği yere geldi. “Internationalism” dedikleri işte. Sadece ABD ile de sınırlı değil. Bu bir insan hakları hadisesi. Şu anda Küresel Güney – Küresel Kuzey veya Birinci Dünya Ülkeleri – Üçüncü Dünya Ülkeleri şeklinde bahsediliyor. 

Sömürgecilik tarihine kadar gidip, konuyu çok daha bütüncül bir yaklaşımla ele almaya başlıyor. Nation of Islam’ın pek de böyle bir vizyonu yoktu. Çok daha sığ ve dar bir bakıştı bence. The Dead Are Arising: The Life of Malcolm X’teydi sanırım, Nation of Islam ve Klu Klux Klan gizli bir görüşme yapıyor.

Falan! Nasıl ya?

Evet ya. Nefret anlamında buluştukları bir nokta var aslında yani demek ki. Fakat Malcolm X’in hoşuna gitmeyen, parçası olmak istemeyeceğini düşündüğü bir hareket bu. Bunu fark ediyor ve ayrılıyor. 

Baraka’nın İmamu sıfatını alması da bu dönemde oluyor. Ancak kısa bir süre bu sıfatı kullandığı dönem. Önsözde de bu konuda özellikle bir not düştüm. Çünkü Baraka’yı özellikle “İmamu” sıfatı sebebiyle sevenler de var. Seküler biri aslında Baraka. Bir spiritüelliği var fakat daha kişisel bir şey bu. Kesinlikle kurumsallaşmış, ruhban sınıfının var olduğu veya ibadetin regüle edildiği bir din anlayışı değil. Çok daha kişisel, çok daha kapsayıcı bir şey. Afrika spiritüelitesini de kapsar, mistikleri de kapsar, sufileri de kapsar.

Çok daha karmaşık ve bir arayışın getirdiği dönemsel bir şey aslında.

Evet, felsefi bir derinliği vardır. Şu anda din diye çok daha yüzeysel olgulardan bahsediyoruz. Bütün o olan biteni, süreci okuyoruz aslında. Gerçekler kesinlikle çok daha karmaşık. Siyahların mücadelesi dediğin zaman birbiriyle asla bağdaşmayacak çeşitli kesimler giriyor işin içine. Malcolm X’in çok önce, 63’te bahsettiği şey sınıf çatışması. Ondan önce Langston Hughes da bahsediyor bundan. 

Bir orta sınıf var, yukarı toplumsal hareketlilik var. Ekonomik anlamda rahatlayıp bazı olanaklara erişebilen ve bir nevi Amerikan rüyasını başarmış olan veya o yolda giden, buna inanan bir ekonomik sınıf. Bir de bundan asla yararlanamayacak, sistemin kısır döngüsü içinde sıkışmış ve orada okuyamamış, kronik yoksulluğa hapsedilmiş, yolu ya mezara ya da hapishaneye giden insanlar var. Bu çok açık bir tartışma aslında; akademisyenler de hâlâ tartışıyor bunu. Bu ırksallaştırma, zemin olarak gerçekten ırkçılıktan mı başlar yoksa bu bir ekonomik mücadele midir? Irkçılığa karşı mücadelenin daha kapsayıcı bir unsuru mudur? Hangisi daha temeldir? 

Daha soldan bakanlar, ırkçılık bu ekonomik sistemin, eşitsizliğin bir aracıdır diyor. Sırf renk bazında bakmak çok eksikler bırakacaktır bu tartışmada ve mücadelede. Ben de kişisel olarak o tarafa daha yakınım. Biraz daha sol politikaların Siyah – beyaz her renkten halkın mücadelesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Şu anda gelinen noktada, Black Lives Matter meselesine de aynı eleştiri yöneltiliyor. Burada da sınıf bilinci biraz eksik gibilerinden.

Statista Araştırma Departmanı geçtiğimiz 3 Kasım’da bir araştırma yayımladı, ABD’de 2017’den 2023’e dek polis tarafından vurularak öldürülen insanların ırksal dağılımına odaklanıyor. Başka “araçlar” veya “boğulmalar” dâhil değil tabii, yalnızca silahla vurulan 707 sivil varmış. 320 tanesinin hangi ırka mensup olduğunu bilmiyoruz, geri kalanların ise 124’ü Siyah, 150 küsürü ise beyaz. Bunun da neresinden tutmak lazım bilmiyorum tam ama…

Irkçılık yok değil, var ama nasıl; hangi mekanizmanın eşlikçisi? Şimdi şey geldi aklıma ya, benim söylediğime karşı olabilecek bir şey. Onu da söyleyelim: Henry Louis Gates Jr., Ivy League profesörü kendisi. Kendi evine girmeye çalıştığı sırada, anahtarı ve kimliği yanında değil gibi bir durum var. Bakınır ve ne yapacağını bilemez bir hâlde. Bir polis görüyor kendisini ve hikâyenin sonunda gözaltına alınma durumu var. Obama döneminde oluyor bu arada hadise. Sonra olayın üstüne Obama kendisini Beyaz Saray’a davet etmişti, bir bira içip “tatlı”ya bağlamışlardı meseleyi. Çok ironik, acı-komik bir durum.

Aslında o bahsettiğimiz yukarı toplumsal hareketliliğin içindeki, beyazlara oldukça entegre olmuş birinin bile bu durumu yaşıyor olmasıyla karşı karşıyayız. 

Polis tarafından vurulan sivillerin çoğunluğu Siyah olmasa da hapishane popülasyonlarının çoğunluğunun Siyah olması realitesi var. Paralel de mevzular, sistematik bir öğütücü var orada. 

Bir yandan şöyle de bir şey: 70’lerde Baraka’nın bu dönüşümleri savrulma olarak ele alınabilir olsa da bence yine de istikrarlı bir merkezi var. Bir pergel gibi. Bir bacak bir yerlere doğru kayıyor olsa da diğer bacak sabit. 70’lerde Newark’a dönüyor. Kendi memleketi. İki nesil önce Güney’den, Büyük Göç dediğimiz dönemde, dedesi Kuzey’e Newark’a geliyor. 

Newark da en belalı getto. Siyah nüfusun yoğun olduğu, suç oranının çok yüksek olduğu ve bela anlamında parmakla gösterilen bir yer. Oraya dönüyor. Mücadelesini orada başlatıyor. Tamam, önce bir Greenwich Village’dan Harlem’e dönüyor. Harlem’den de kendi toprağına dönüyor, mecazen diyelim. Bunu da seçkide de yer alan, Yerlinin Dönüşü şiiri ile anlatıyor. Bir dönüm noktası bu aynı zamanda.

Küçük küçük şeylerle başlıyor mücadele, çocukları eğitmek gibi. Alternatif bir durum yaşanıyor orada. Sanatçı arkadaşları, müzisyen arkadaşları geliyor Newark’a. Birlikte halkı eğitiyorlar, kültürel anlamda. Tabii yalnızca Newark’ta değil, ülke çapında olan bir şey bu aslında. Müfredatın değişmesi, sundukları talepler vesaire gibi, bu da onun bir parçası. Newark’ta gettoları düzeltmek için bir barınma projesi tasarlıyor. Bir yandan şairin vizyonunu görüyoruz burada çok net. Bir takdir etmek lazım. Yalnızca oturup şiir yazmıyor, bir yaşam alanı vizyonu var.

Eylem var.

Evet. Bu hayata geçirilecek bir tasarı, Kawaida Towers projenin adı. “İnsanlara düzgün yaşayacak bir yer verince, neden insanlar bu kadar suça bulaşsın, hayattan uzaklaşsın ya da uyuşturucunun kucağına bu kadar çabuk düşsün?” diye düşünüyor. James Baldwin’de de bunu görürüz aslında, dönemin yazarlarından malum. O dönemde de yavaş yavaş Siyah valiler, belediye başkanları seçiliyor bu arada. Kenneth Gibson, dönemin Siyah valisi, tıkıyor projenin önünü.

Sistemin adamı tam.

Yoz bir adam, tam bir “corrupted politician” ve orada şunun farkına varıyor Baraka: Renk önemli değil. “Siyasetine bakarım bu adamın.” diyor. Bu da bir dönüm noktası, nasyonalizmden uzaklaşıp daha sınıfsal bir mücadeleyi benimsediği nokta.

The Roots’un “Something in the Way of Things” adlı şarkısında rastgeliyoruz Baraka’ya. Bu iş birliği, Baraka’nın hip hop ile ilişkisini, türün evriminde bir öncüden aktif bir katılımcıya geçişini ve yeni jenerasyonla bağlantısını gözler önüne seriyor sizin de önsözde söylediğiniz gibi. Buna ek olarak, Baraka’nın New York Art Quartet’in “Black Dada Nihilismus” performansındaki katılımı da var. Baraka, ABD’deki Siyah deneyimin tarihini Siyah müzikteki değişimlere yansıdığı şekliyle de ele aldı aslında. Blues People adlı etnomüzikolojik işinde Siyah müziğin Siyahların sosyal, politik ve duygusal yaşamlarını ortaya koyuşuna dair bir argüman da sunmuştu. 

“Bu bağlamın ürünüdür.” diyor. “Bu bağlamı göz ardı ederek, tarihselliğini göz ardı ederek yaklaşamazsın buna.” diyor. Bu budur. Şu anda geldiği noktayı da yine bağlamsal düşünmek gerekiyor. Son derece ticarileşmiş rap sanatçıları da var. Kliplerde son derece klişe Siyah tasvirleri, kadınları seks objesine indirgeyen bir kültür gibi lanse eden bir tarafı da var işin. O ucunu da görüyoruz ancak Baraka’nın yöntemiyle gidecek olursak, “Ne oldu da buraya gelindi?” diye sormak gerek.

Çok popülerleşti ve aslında güzel de bir şey başarıldı. ABD’nin müziği dendiği zaman cevap bu. ABD’nin klasik müziği de popüler müziği de Siyahların müzikteki imzası. Bastıkları kalıbı reddetmek asla mümkün değil. 

Dışarıya satıldığı durumlarda da bir yozlaşma var gibi, Türkiye de dâhil olmak üzere diğer ülkelerdeki caz sahnesi de biraz enteresan. 

Cazın ABD dışındaki hâli, gülünesi ve ironik bir duruma geldi hakikaten. Ticarileştirilmesi ile ilgili ya da pazarlanma biçimleriyle ilgili. Bu konuda başka problemler de var. Öyle bir hâle gelindi ki bir albümü eline almıyorsun bile. Spotify’dan liste dinliyorsun, parçalar dinliyorsun, oradan oraya atlıyorsun. Üretenin bütünsel sunumuna erişemiyorsun. Belki konserine gidebilirsen… Ancak buna erişim yollarını biliyor olmak önemli bence. Entelektüel yolculuğun bana öğrettiği şeylerden biri de bu. 

Benim erişimimi kontrol eden nedir? Neye erişmem engelleniyor? Ne ben talep etmeden önüme koyuluyor? Erişmek istediğim, o uzak şeye hangi yollardan erişirim ve oradan ne öğrenebilirim? Böyle bakmak lazım. Bu entelektüel bir mücadele, son derece de gerekli bir mücadele. Çünkü eninde sonunda işaret ettiği, insan deneyimi. Benim için önemli olan şey deneyim. İzlediğim yol da böyle. Uzun süredir Siyahların mücadelesini okuyorum, dersini açıyoruz. Bu deneyimlerin bana düşündürdükleri, üniversite bünyesindeki faaliyetim ve etki alanım; hikâye bunun üzerinden devam ediyor yani. 

Çaylak bir meslektaşınız ve öğrenciniz olarak Birileri Amerika’yı Havaya Uçurdu’nun varlığı bana çok iyi geldi. İlk kez çevriliyor, bir de ince bir kitap gibi duruyor ama yoğun bir seçki aslında. Epey şiir var.

Benim limitlerim diyeyim, eksikliğim diyeyim; bazı şiirlerin çevrilebileceğine ikna olmadım. Çok ses üzerinden giden şiirlerdi. Daha önce sanırım telifi alınmamış ve Bütün Şiirleri başlığıyla yapılmış bir çeviri var. Ancak tartışmalı, şiirlerinin tümü olamayacak kadar ince zaten. 

“Enthusiasm” takdire şayan ama.

Aynen. Şapka çıkarıyorum bu “enthusiasm”e ancak bazı şeylerin de yöntemini bilmek, usulüne uygun şekilde yapmak gerek. Yayın çünkü bu. 

Genel olarak Siyah Amerika tarihine, kültürüne, edebiyatına ve sanatına dair daha çok ve kritik bilgileri edinmek isteyenlere neleri okumalarını önerirsiniz? Nereden başlayacağını bilmek, iyi çevirileri saptamak bir mesele malum.

James Baldwin’in çoğu metni çevrildi. Orası güzel bir başlangıç noktası. Hem 60’lara hem de kendinden öncekilere bakar o. Bundan Sonrası Ateş var. Ben Senin Zencin Değilim var, Sevin Okyay’ın çevirisi. Henry James’ten de çok etkilendiği söylenir Baldwin’in ki bence de doğrudur bu. Bell Hooks’un kitapları çevriliyor galiba, Siyah feminist yazarların denk geldikleri metinlerini okumak iyi olabilir. Richard Wright, Ralph EllisonGörülmeyen Adam basıldı. Eminim iyi çevrilmiştir. Bunlar iyi başlangıçlar olur.

Bir sonraki çeviriniz ne olur? Çeviriyor musunuz bir şey, yoksa bir gün şunu çevirmeyi isterim dediğiniz bir şeyler var mı?

Bir iki arkadaşımla Anne Waldman çevirmeye soyunduk ama o da zor, performans üzerinden gittiği için. Onun dışında Etel Adnan çevirmek isterim. Lübnanlı Amerikalı şair ve ressam. Bazı işleri çevrildi, Arap Kıyameti çevrildi. Sitt Marie-Rose var. Bir novella ama şiir gibi yoğun, o da YKY’den çıktı.

Zaman / mekân sınırlarını tamamen ortadan kaldırsak ve biriyle sohbet etme şansınız olsa, kimi seçerdiniz?

Yakınlarda metinlerine baktığım insanlar olduğu için aklıma geliyor olabilirler ama John Wieners olabilirdi. Bir de Bob Kauffman. Çok sohbet adamı olmayabilir ama onu izlemek, etrafında olmak, tanıklık etmek isterdim.

Sizi çok etkilemiş, hatırınızda kalan bir kitap?

Sherwood Anderson’dan Winesburg, Ohio. Ne alaka diyeceksin ama Sherwood Anderson, evet. Sonra da burada, bölümde okuduğum şeylerden çok etkilenmiştim. Joseph Conrad’ın Heart of Darkness’ı da aklıma ilk gelenlerden biri.