Panic! At The Disco, geçmişle bangır bangır hesaplaşıyor

Tiz notalarda dans eden sesi ve enstrüman becerileriyle bilinen Brendon Urie’nin solo projesi Panic! At The Disco, Fueled by Ramen ve DCD2 Records etiketli yepyeni albümü Viva Las Vengeance’ı yayımladı. Pırıl pırıl vokallere eşlik eden gitar ritimleriyle örülü bir pop rock müzikaliyle karşı karşıyayız; hep yükseklerdeyiz ama bir yandan köklerimizi de hissediyoruz sanki. 

Müziğine çeşitli oyunlar eklemeyi seven Panic! At The Disco, geçtiğimiz mayısta Shut Up and Go to Bed adlı bir web sitesi kurup kullanıcıların e-postalarını, yaşlarını ve uyanmak için tercih ettikleri zamanı girdikleri ama uyanma saatini ne olursa olsun 06.01 gösteren bir ipucu vermişti. 1 Haziran’da da albümle aynı adı taşıyan şarkıyla Viva Las Vengeance’ın yolda olduğu müjdelenmişti. 

Her albümünde sound’unu değiştiren müzisyen, 2018’e tarihlenen bir önceki işi Pray for the Wicked’de elektro pop çizgisindeyken, yeni koleksiyonda pop rock sularına kapılmış. 12 şarkılık karanlık bir operayı andıran albüm, rock’ın en afili dönemine duyulan özlemi hatırlatıyor. Brendon Urie ise bu nostaljik dokunuşu, “17 yıl önce ve şimdi kim olduğuma, daha önce sahip olmadığım bir sevgiyle bakış” sözleriyle anlatıyor.

Koleksiyonun prodüktörlüğünü Urie ile beraber, hem rock hem pop kategorilerinde Grammy adaylıkları olan Jake Sinclair ve etkileyici kompozisyonların yaratıcısı Mike Viola üstleniyor. 

Özgürleşme telaşından filizlenen melodiler

İlk şarkı “Viva Las Vengeance”ın sözleriyle hem müziğinin geçmişini hem de kendi gençliğini irdeleyen Urie’nin tek bir isteği var: “Diva olmak istemiyorum, sadece özgür olmak istiyorum”. Müziğinin kaybettiklerine odaklanıyor; eski bir âşık gibi neye tutkuyla bağlandığını kendisine hatırlatıyor. Albümün temel çizgisi de bu özgürleşme telaşından filizleniyor. Brendan Walter yönetmenliğinde çekilen “Viva Las Vengeance” klibinde, Panic! At The Disco canlı performansı esnasında bir anda her şeyin sarpa sardığı bir 90’lar talk show’undayız. Tıpkı Urie’nin yaşadığı ikilemler gibi biz de tüm bunların, onun sadece zihninde yaşanıp yaşanmadığına dair tereddütte kalıyoruz. 

“Middle Of A Breakup” ile Panic! At The Disco’nun 70’lerde ünlü olduğuna neredeyse ikna oluyoruz. Kader gibi iradeyi kıymetsizleştiren söylemlerden nefret ettiğini vurguluyor şarkıda. Özellikle koro kısımları biraz Queen’i andırıyor; telefonumuzdaki müzik uygulamalarından tozlu plaklara ışınlanıyoruz sanki. Şarkının yine Brendan Walter yönetmenliğinde çekilen klibinde ise bir dönem filmindeyiz. Klasik bir romantik film senaryosu, bir rock müzikaliyle kompoze edilmiş gibi. 

Müziğin yarattığı kolektif gücün bir temsili

“Don’t Let The Light Go Out”, ter içinde kaldığımız bir konserde gibi hissettiren bir gitar solosuyla başlıyor. Albümün ortalarına gelmeden, ihtiyacımız olan bir uyanış sekansı gibi çünkü koleksiyonun geri kalanı boyunca yüksek rock temposu devam edecek. “God Killed Rock And Roll”, bu apar topar akıştaki tek mola. Rock’ın cenaze töreninde konuşma yapma sırası Panic! At The Disco’da. Kimseyi eleştirmeden ya da suçlamadan, kendi özlemine ve hüznüne eğiliyor aslında. Koleksiyonu noktalayan parça “Do It To Death”te ise rock enerjisinden uzaklaşıp klasik tınılı yaylılar eşliğinde “Shut up and go to bed” (Çeneni kapa ve uykuya git) dizelerini dinliyoruz ve kocaman bir hikâyenin sonuna geliyoruz böylece. 

Viva Las Vengeance, baştan sona kendi stiline sadık bir iş. Urie’nin gençlik odasındaki posterlere baka baka ilerlediğimiz küçük bir gezinti gibi. Agresif bir nostalji güzellemesinden ziyade nelerden ilham aldığımızı, aslında müzik sayesinde nasıl kolektif bir güç yaratabileceğimizi hatırlatan bir mektup; parmak ucuyla raftan çıkardığımız plağın tozunu alan bir nefes gibi. İlk şarkıda, vaatlerle dolu bir şehirde hiçbir şeyin doğru gelmediğini söyleyen Panic! At The Disco, Viva Las Vengeance ile doğru hissetmek zorunda olmadığımızı anlatıyor belki de. 

Yazı: Seray Soylu