Hayatın kuytu köşelerinde filizlenenler: Perfect Days

Yazı: Esin Çalışkan

Uzunca denebilecek bir süredir sinema perdesinin karşısında bazen izleyici, bazen hikâye dedektörü ya da bazen sadece yalnızlığı paylaşmanın bir yolunu arayan umutlu kalabalıklar olarak böylesine çaresizce ömür çürüttüğümüz düşünülürse, onun gücünü keşfederken içindeki dünyalarda kaybolma ihtimalimiz hep var(dı). Ama bunu Wim Wenders’in kendi rüya âleminin kapısını araladığı o yerden mucizevi bir doğallıkla içeriye bakıyoruz gibi hissettirip, aynı anda alabildiğine ruhani ve alabildiğine hayata dair olmayı başardığı, bu yılın kimileri için en iyi filmlerinden biri olan Perfect Days kadar iyi yapan bir örnekle yakın tarihte karşılaştığımızı sanmıyorum. 

Bu yazı henüz Perfect Days filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Günlük hayatına dâhil olanların gizemli, tuhaf, meczup gibi pek çok şekilde tanımlayacağı ve bu hâliyle -yalandan kim ölmüş(!)- kimselerin gözüne pek de yabancı gelmeyecek Hirayama, Wenders’in incelikli kamerası aracılığıyla küçük bir odada kendini tanıtıyor izleyicisine. Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu unvanını alan Koji Yakushonun akılalmaz sakinlikteki performansı ve mimikleriyle yüzüne bir tahterevalli yerleştirmiş gibi ışıldayan hatlarının eşsiz birlikteliklerine diyecek tek kelime yok. O, her şafak vakti uyanıyor. Yatak yerine daha çok bir uyku tulumu denilebilecek örtüyü topluyor, çiçeklerini suluyor ve Tokyo Tuvaletleri tulumunu giyiyor. Sonra ceplerini anahtarlarla doldurup, otomattan bir kahve alarak yola çıkıyor. 

Tekrarların göz alıcığının öyküsü

Bu fazla mekanik görünen tekrara rağmen aslında her seferinde uzam, anlam ve mekâna dair başka bir parçanın değiştiği sekansta, kameranın gözüyle birlikte genişleyen koca bir hayatın, tüm olağanlığıyla bir başkasını kıskandıracak kadar kendine özgü ve tam da bu yüzden anlaşılmamaya mahkûm kalmış parçalarına tanıklık etmek epey sarsıcı tınlıyor değil mi? Kötü haber: Eksik söylüyorum. Sanki filmin sihrinin tulumda olduğuna ikna olan ve onu bir seferlik üstüne geçirebilme itkisine engel olamayan izleyiciyle, tahammül ve sabrın sınırında bir oyun oynuyor Wenders, Perfect Days ile. Bu yolla, kendisinin şimdiye kadar yazdığı-yazamadığı, çektiği-çekemediği tüm karakterlerin ve insan doğasına dair adı bin yıldır konulmayı başaramamış, bu yüzden de başka bir ifade formuna her daim muhtaç kalmış hislerin toplandığı, hayatın en pür hâlinin damıtıldığı bir öz yaratıyor. Yani hayatın özü. 

Hirayama sonra ne mi yapıyor, şehri dolaşarak umumi tuvaletleri sessizce ve titizlikle temizliyor. Klozetleri özel malzemelerle dikkatle siliyor, yerleri paspaslıyor, temiz olduklarından emin olmak için her köşesine ayna tutuyor. Bu sırada tuvaletleri kullanmak isteyen biri olursa tüm kibarlığıyla selamlıyor ve gülümseyerek kapıda bekliyor. Sonra işine geri dönüyor. Neredeyse hiç konuşmuyor, öyle ki senaryoya dair yazılı metnin sadece birkaç sayfa sürdüğünden emin gibiyim. Filmin yarattığı harikulade etkileyici atmosferi düşününce ağızları açık bırakacak bir deneme kuşkusuz.

Sonra öğle yemeğini bir parkta yerken hareket eden dalların, gölgelerin, ışık oyunlarının ve kim bilir zihninin kıvrımlarını harekete geçiren başkaca anlık devinimlerin 35 mm’lik fotoğraflarını çekiyor. Bir kısmını banyodan alınca yırtıyor, bir kısmını aylara göre istifliyor. Önce bir işçinin derme çatma kulübesini andıran evi gittikçe içerde Lou Reed, Patti Smith ve Otis Redding gibi “eski” sanatçıların kasetlerinin döndüğü ve kitaplarla enine boyuna genişlediği bir ekosistemi andırıyor. Orası, Hirayama’nın sahiden kendi olabildiği tek nokta. Şimdi yazması bile yeterince kasvetli gelen, evrende koca bir nokta olduğunu hatırlatan bu dünyanın gerçekliğini, aynı toprağa izini bırakmış bir başka insan, bitki yahut his yumağıyla birlikte dayanılır kılan onlarca ihtimalden biri var burda da. Onlarca gibi gelen, bulması bir ömür süren. 

Üstelik hikâyaye Hirayama’nın yeğenini ekleyerek karakterini, orta bloktan itibaren filmin çerçevesi içinde dışarıdan izleten, oyuncaklı senaryo hamleleri kullanıyor Wenders. İnsanın en kişisel zamanlarını bile “tek başına” kılmamak için banyosuna yerleştirdiği dergilerin yahut bir parça bulmacanın varlığının getirdiği rahatlığın o bilindik hissini takip ederek Hiramaya’yla X-O-X oynattığı gizemli bir karakter de yaratıyor bir noktada. Hirayama için ulaşmakla ilgilenmediği, sadece orada olduğu için hayran kaldığı pek çok şey gibi. Zamanın dehşetengiz çekiciliği şimdiki zamanda saklanırken, “next time is next time” (bir dahaki sefere, bir dahaki sefere demektir) diye fısıldıyor o, herkes gibi mutluluktan ağlar ve üzüntüden gülümserken. Filmin sonunda gözlerine iyi bakın.