Derin bir nefes, yola devam: Postane Günlükleri

Yazı: Korcan Derinsu

Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un, bir aile travmasının izini süren Miras romanı geçtiğimiz sene çokça konuşulmuştu. Türkçede yayımlanacak sıradaki Hjorth kitabı merakla beklenirken Postane Günlükleri, yine Dilek Başak çevirisi ve Siren Yayınları etiketiyle yerini aldı. İlgilileri, Meltem Demiraran’ın “Güvenilmez belleğin sonsuz kurgusu: Vigdis Hjorth ve Dilek Başak ile konuştuk” başlıklı röportajına göz atabilir. 

Ne hakkında? Hikâye ne? 

Ellinor 35 yaşında, Oslo’da bir iletişim ajansında çalışan; arada görüştüğü ailesi ve erkek arkadaşıyla dışarıdan bakınca mutlu bir hayatı var gibi görünen bir kadındır. Oysa içten içe adını koyamadığı bir huzursuzluk ve sıkıntıyla mücadele etmektedir. Bir gün ofis arkadaşlarından birinin “gidişi”yle onun baktığı işi devralmak zorunda kalır. Bu iş, AB tarafından dayatılan posta reformuna karşı, işlerini kaybetmek istemeyen posta işçileri sendikasının iletişimini yapmaktır. Başta bildik yöntemlerle işe başlayan Ellinor, zamanla mektupların, hikâyelerin ve başka hayatların gücünü keşfedecektir.

Zaman dilimi ve mekân 

2011, Norveç.

Okumadan önce bilmemiz gerekenler 

Romanın çıkış noktası, Soren Kierkegaard’ın hayatın tekrarlardan ibaret olduğunu anlattığı Tekerrür adlı eseri. 

Postane Günlükleri, yazar Vigdis Hjorth’un Türkçedeki ikinci kitabı. Bir aileyi anlatan ilk kitabı Miras, oldukça olumlu eleştiriler almış ve hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Miras, başarılı bir roman olmakla birlikte kimi okuyucular için içerik olarak ağır bulunan bir romandı da. 

Vigdis Hjorth’un 2020’de yayımlanan, anne-çocuk ilişkisine odaklanan ve Uluslararası Booker Ödülü’nün uzun listesine kalan romanı Is Mother Dead’in çevirisini beklerken, Postane Günlükleri sürpriz oldu açıkçası. 

Postane Günlükleri, Norveç’te önemsenen bir ödül olan Norveç Eleştirmenler Birliği Edebiyat Ödülü’nün de 2012 yılındaki sahibi. Ödülün 2021’deki sahibinin 2023 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Jon Fosse olduğunu, önceki kazananlar arasında Per Petterson, Dag Solstad ve Roy Jacobsen gibi yazarlar bulunduğunu da hatırlatmakta fayda var. 

Kitaba dair en çok neyi sevdin?

Yazarın bakışını sanırım. Miras’ta da burada da gerek karakterlerine gerekse başkalarına karşı şefkatle bakmaya çalışıyor Vigdis Hjorth. O şefkatin de yolu bir yerde umuda çıkıyor. Dönem dönem herkes kendini nasıl yalnız ve sıkışmış hissediyorsa, Vigdis Hjorth elini omzumuza koyup “Takma, bu da geçer; bak, yalnız değilsin.” diyor âdeta.

En az neyi sevdin?

Finalini kesinlikle. Bu kadar Hollywod-vari bir final olmasa da yazarın aynı etkiyi yaratabileceğini düşünüyorum. Bir de her şey gereğinden fazla olağan akışında. Yazar şaşırtmanın peşinde değil ama insan bir şey de arıyor. Aslında bu biraz Miras’ın etkisi. Miras’ı okumamış olsam, Postane Günlükleri’ni daha çok beğenirdim.  

Yazıma dair neler söyleyebilirsin? 

Anlatım da dil de son derece sade ve akıcı. Aslında ciddi bir varoluş krizini anlatsa da bu tercihler sayesinde akıp gidiyor, başladığınız gibi bitirebiliyorsunuz tüm romanı. Bu sadelik zaman zaman düz gelip, yavanlığa göz kırpıyor mu? Kırpmıyor diyemem.

Kısa sürede sürüklenerek mi okudun? Yoksa biraz sürünerek mi? 

Üç dört saatte, hiç dağılmadan okudum. Dediğim gibi düz bir akışı olsa da merak ettiriyor illa.

Çok etkilendiğin / dönüp tekrar okuduğun bölüm(ler) oldu mu? 

Kitaptaki iki mektubu da (Helga Brun’a yazılan mektup + Ellinor’un Stein’a yazdığı mektup) iki kez okudum. Özellikle Helga’ya yazılan mektup çok etkileyici. Küçük ama görkemli bir şey anlatıyor, kitabın yapmaya çalıştığının mikro örneği tam.

Kitap, modunu nasıl etkiledi? 

Okuyucusunu iyi hissettiren bir kitap Postane Günlükleri. Kendimizi, başkalarını anlama ve derin bir nefes alıp yola devam etme üstüne. Kitabı bitirdiğimde “Evet ya, her şey o kadar da kötü değil, biraz kötü.” dedim. 

Okurken hiç Google’ladığın şeyler oldu mu? 

Kitabın ana omurgasında olan Posta Reformu gerçek mi diye araştırdım; gerçekmiş. Hatta posta servisi konusunda ilk büyük dijitalleşme adımı atan ülkelerden biri Norveçmiş.

Kitabın ismi hakkında ne düşünüyorsun?

Kitabın orijinal isminde (Leve Posthornet!) de İngilizce çevirisinde (Long Live the Post Horn!) de Soren Kierkegaard’ın okuyucuyu açılışta karşılayan metnine doğrudan referans var. Türkçe çevirisinde ise daha farklı bir tercih var ama yine de romanın ruhuna uyduğunu düşünüyorum.

Bu kitabı seven şunları da sever 

Yazarın Türkçedeki diğer kitabı Miras’ı herkese tavsiye ederim öncelikle. Bu kitaptan farklı olsa da çok güçlü bir roman kesinlikle. Yine Norveçli yazarlar olan Erlend Loe’nin benzer varoluş krizlerini ele alan Naif. Süper romanı ve Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet ile T. Singer romanları ilk aklıma gelenler.

Yazara bir soru soracak olsan bu soru ne olurdu?

Gerek Dag Solstad gerek Erlend Loe gerekse kendisi Türkiye’de oldukça seviliyor. Norveç ve Türkiye’nin birçok açıdan oldukça zıt olduklarını düşünürsek, bu durumu neye bağlıyor ve şaşırıyor mu? Ben şaşırıyorum.