Güvenilmez belleğin sonsuz kurgusu: Vigdis Hjorth ve Dilek Başak ile konuştuk

Röportaj: Meltem Demiraran

Bazı yazarlar yaşamın sınırlarını kurgunun dönüştürücü gücüyle kesiştirip içtenlikle yankı uyandıran anlatılar yaratır. Vigdis Hjorth, kişisel ve kültürel unsurları ustalıkla dokuyarak, aynı esnada hem evrensel hem de Norveç’e ait bir anlatı kuruyor. Aile ilişkileri, kimlik arayışı, cinsiyet rolleri ve toplumsal meselelere odaklanan Hjorth, 15. İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında İstanbul’u ziyaret etti. Yazar ve ilk baskısı 2021’de Siren Yayınları etiketiyle yayımlanan Miras romanının çevirmeni Dilek Başak ile bellek, hayal gücü ve gerçeğin kesişimine dair konuştuk. 

Bu sohbetle korkusuzca kendi deneyimlerinin derinliklerine inen, bunları kurgularının yapı taşı olarak kullanan bir yazarın ve onun anlatılarını Türkçeye çevirmenin zorluklarını açığa çıkaran bir çevirmenin zihnine dair bir öngörü elde etmeniz mümkün.


Hiçbir şeyin hakikat olmadığı bir dünyada, gerçek olduğunu düşünmeye devam ettiğimiz bir gerçeklikle başa çıkmak zorunda kalırız, bu konuda ortak bir kanıya varamasak bile. – Vigdis Hjorth

İlk yazarlık yıllarından yolculuğun üzerinde kalıcı etkisi olan unutulmaz bir anekdotu veya bir tavsiyeyi paylaşabilir misin?

Vigdis Hjorth: Çok çok erken yaşlarda yazmaya başladım. İlk kitabımı yirmi iki, yirmi üç yaşlarındayken yazdım. Bir çocuk kitabıydı. Çocuklar için yazdığım ikinci romanım ise 10 yaşımda, dördüncü sınıfa giderken yaşadığım talihsiz aşkımı anlatıyordu. Adı ise Jørgen + Anne er sant (Totally True Love). Kitap çok satmıştı, çok popüler bir kitaptı. Bu nedenle Norveç’te, 10 yaşındaki çocukların neredeyse tamamı kitabımı okumuştu. Ancak bu durum benim için çok garipti. Ben yalnızca talihsiz aşk hikâyemi anlatmıştım. Sonra anladım ki hayatta sizi üzen şeylerden para kazanabilirsiniz. O zamandan beri de öyle yapıyorum!

Ustalıkla gezindiğin bir alan olan otobiyografik kurgu, bellek ile kurgu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırırken bu dengeyi beceriyle nasıl sağladığını merak ediyoruz. Gerçek yaşam deneyimlerinden yararlanmak ve okuyuculara dokunan bir metin yaratmak arasındaki hassas dengeyi nasıl kuruyorsun? Ve bir hikâyeyi aktarmak için kurgunun ne kadar faydalı bir araç olduğunu düşünüyorsun?

V.H.: İşin tüm zorluğu burada yatıyor. Çünkü beni ilgilendiren, gerçeklikten kurguya dönüşüm ve bu da bir tür yolculuk. Gerçeğin karşısında olmak için değil, gerçeğe sadık olmak için birçok seçim yapmalıyım. Çünkü gerçek, yaşamın kendisinden daha gerçek olabilir. Bir kurguyu anlatırken bir öze, bir hakikate sahip olabilirsin. Yani beni ilgilendiren şey dönüşüm. Hâliyle bu, beraberinde açıklaması zor bir çalışma sürecini getiriyor. Çünkü bunun sezgiyle ve anlatmak istediklerimle doğrudan bir ilgisi var. Sanırım asla; eğer hikâye için, ele aldığım tema için gerekli değilse, gerçeklikte olan gerçeklerden söz etmiyorum. Çünkü yaşam dikkat dağıtıcı pek çok şeyle ve ayrıntılarla dolu. Ben ele aldığım ikileme, temaya uygun bir yapı oluşturuyorum. Eğer hayatını anlatan otobiyografik bir kitap yazıyorsan; tüm okul arkadaşlarından, gittiğin her okuldan, üniversiteden, yaptığın tüm işlerden, tüm ailenden, yaşadığın mahalleden ve pek çok diğer şeyden bahsetmeli misin? Saçım hakkında, bu bardak hakkında, her şey hakkında yazmalı mıyım? Bütün hatalarımdan bahsetmeli miyim? Gerçeklik o kadar çok şeyle dolu ki bu, sonu gelmeyen bir hikâye olur. İlk cümleden itibaren pek çok seçim yapıyorsun, yolda pek çok şeyi seçiyorsun. Dolayısıyla yazdıklarım edebi kurgular, yaşamın kendisi değil. Sanırım insanlar bazı şeyleri fark edebildikleri için bunu otobiyografik olarak nitelendiriyor ancak bu, varması kolay bir sonuç. “Aa bu gerçekmiş.” diyebilirsiniz. Hayır! Gerçek çok daha geniş, derin ve sonsuzdur.

Bellek, Miras’ta hem travmanın bir kanıtı hem de öznel ve güvenilmez bir kaynak olarak karşımıza çıkan karmaşık bir tema. Bergljot’un yolculuğunda belleğin önemine dair nasıl bir yaklaşım benimsedin?

V.H.: Kesinlikle! Bunun oldukça iyi bir soru ve gözlem olduğunu düşünüyorum. Belleğine güvenemezsin çünkü anılarını değiştiriyorsun. Belleğin kurgusal. Benim yaşımda olunca, 64 yaşındayım, kim olduğuna dair bir fikrin olduğunu düşünüyorsun. Bir yazar olarak kim olduğuma, bir kız arkadaş olarak kim olduğuma… Neden kız arkadaş diyoruz anlamıyorum, koskoca bir kadınım. Genç kalmak istiyoruz herhalde! Kendi annelik tarzım hakkında ne düşündüğümü, nasıl bir büyükanne olduğumu bildiğimi düşünüyorum. Yaşam öykümü anlattığımda, anlattıklarımla aynı fikirde oluyorum ancak arkadaşlarımın yeni insanlara kendi yaşamlarını anlatışını dinlediğimde, ne kadar çok yalan söylediklerini fark ediyorum. Hakkında asla konuşmadıkları şeyleri ve hakkında konuştukları şeyleri gözlemliyorum. Ve sonra kendime soruyorum: Benim hikâyem güvenilir mi? Ben yalan mı söylüyorum?

Kendine hayat boyu değişebilecek bir yaşam öyküsü anlatırsın. Bu aynı zamanda devam eden bir süreçtir. Anılarımızda çocukluğumuzu sürekli değiştiriyoruz ama yine de emin olabileceğimiz bazı gerçekler var. Anılar ve deneyimler okyanusunda hâlâ emin olabileceğin bazı şeyler var. Çünkü bu şeyler unutulamaz, çünkü hakikatin bu şeylerin içinde var olduğunu deneyimlersin ve bunlarla her zaman başa çıkman gerekir. Dolayısıyla belleğin güvenilmezliğinin fazlasıyla bilincindeyim fakat bu her şeyin kurgu olduğu, hiçbir şeyin gerçek olmadığı anlamına gelmez. Hiçbir şeyin hakikat olmadığı bir dünyada, gerçek olduğunu düşünmeye devam ettiğimiz bir gerçeklikle başa çıkmak zorunda kalırız, bu konuda ortak bir kanıya varamasak bile.

Ayrıca yaşadığım geleneksel psikanaliz deneyiminden bahsetmek isterim. Haftada üç veya dört kez gidip o koltuğa yatıyorsun. Çok ama çok ilginç olan şey, geleneksel bir psikanalizde terapisti görmüyor olman. Genellikle diğer psikiyatri biçimlerinde terapisti görürsün, yüzünde ve gözlerinde seni anladığını görebilir, düşüncelerini tahmin edebilirsin. Örneğin terapistin bir erkekse, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde seksapelini kullanabilirsin ve birçok şey yapabilirsin. Peki, kanepeye uzandığında ne oluyor?

Bu bir tür yüzleşmeye mi dönüşüyor?

V.H.: Evet; kendinle ve kendi hikâyenle yüzleşmeye, unutmaya karar verdiğin şeylerle başa çıkmaya… Terapisti görmüyorsun. İşte o zaman ne kadar çok yalan söylediğini fark ediyorsun çünkü hikâyeni her zaman olduğu gibi anlatmaya başlıyorsun. Eğer terapistin tepki vermezse başladığın cümle havada asılı kalıyor ve onu duyuyorsun. Belki de aslında öyle olmadığını anlıyorsun, sadece kendine bu şekilde anlatmışsın çünkü öyle olmasını istemişsin. Yine de herhangi bir tür terapiye gitmek, bir şekilde bellek ile çalışmak anlamına geliyor diye düşünüyorum. Hâliyle birçok insana farklı türlerde terapiye gitmelerini veya okumalarını tavsiye ederim. Okumanın da bir tür terapi olabileceğini düşünüyorum; kurgu veya felsefe, okurken kendinle ilgili mutlaka bir şeyler fark edersin.

Bir yazar olarak okuyucularından aldığın unutulmaz geri dönüşlerden bazıları neler? Seni çok etkileyen bir bağlantı veya içgörü var mı?

V.H.: Farklı türden aile sorunları yaşayan insanlardan gelen birçok mektup aldım ve ilginç olan, Bergjlot’un yaşadıklarını deneyimlememiş olsalar bile onunla ve yaşadıklarıyla özdeşleşebilmeleri oldu. Çünkü her ailede konuşulması istenmeyen şeyler olduğunda ortaya çıkan mekanizmalar benzerdir. Norveç’te yayımlandığında çok sayıda mektup almıştım; sonbahar boyunca mektupları cevaplayamadım, bu yüzden onları biriktirdim. Bir gün bir şişe kırmızı şarapla beraber mektupların başına oturdum ve hepsini cevapladım. Sözlerimi şöyle bitiriyordum: “Güzel sözlerin için teşekkürler, bana kendimi iyi hissettirdi.” Ve okurlardan biri şöyle yanıt verdi: “Sözlerim sana kendini iyi mi hissettirdi? O halde sana sık sık yazacağım.” Ve gerçekten de neredeyse her gün yazıyor. Yazdığı şeyler genellikle “Bugün annemi ziyaret edeceğim çünkü kocası bacağını kırmış.” gibi şeyler!

Dilek Başak: Sanırım biraz çocuksu biri olmalı, çünkü ben de benzer bir şey yaşadım. Oğlum bir buçuk veya iki yaşındaydı. O ve yan dairede oturan arkadaşı evde oynuyorlardı. Arkadaşı yan daireye, evine giderken kapının önünde ayakkabılarını bağlıyordum ve “İstediğinde yine gel.” dedim. O da hemen ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi.

V.H.: Geçen gün bana yazdı. İki haftadır sesi çıkmıyordu, bir psikiyatri inzivasındaymış sanırım. Elektroşok deneyimlediğini ve şimdi inzivadan ayrıldığı için bana tekrar yazabileceğini söyledi. Gerçekten çok ilginç bir durum benim için.

Is Mother Dead yakında Türkiye’de yayımlanacak. Romanda, Johanna sanat ve gerçeklik arasındaki ilişki üzerine kafa yoruyor. Senin sanatta hakikate dair bakış açın nasıl gelişti ve sence hakikatin aktarılmasında sanat nasıl bir rol oynuyor?

V.H.: Biraz Picasso’dan bahsetmek istiyorum. Çoğu ressam kendini pek sözel olarak ifade etmemiştir ama Picasso etmiş. Gertrude Stein’ın bir portresini çizdiğinde, portrenin Gertrude Stein’a benzemediğine dair bir eleştiri alınca şöyle demiş: “Benzeyecek.”. Bu, sanat ve hakikat ilişkisine dair müthiş bir örnek. Gertrude Stein giderek portreye daha çok benzeyecek çünkü portre gerçeklikten daha gerçek. Atölyesini ararlarken bir subay; İspanya, Franco’nun emriyle Alman uçakları tarafından bombalandıktan sonra resmettiği Guernica’ya bakmış ve Picasso’ya “Bunu sen mi yaptın?” diye sormuş. Picasso şöyle yanıtlamış: “Hayır, sen yaptın!” Bu müthiş bir cevap. Örneğin, Miras’ı ele alırsak ve kitap böyleyse bu yalnızca benim sorumluluğum değil, ailemin de sorumluluğudur. Eğer onlar bu şekilde davranmasaydı, kitap da böyle olmazdı. Yani birçok insan, bir kitabın nasıl olduğundan sorumlu olabilir. Vereceğim son örnek ise bence en iyisi. Meseleyi naif bir yerden ele alan, hayal gücü, gerçeklik ve sanat arasındaki ilişkinin basitliğini vurgulayan bir örnek. Picasso kübist bir üslupla resmetmeye başladığında, burjuvaların bir kısmını epey şaşırtmış. Karısının bir portresi var biliyorsun; ağzının yerinde gözü, gözünün yerinde ağzı var. Bir seferinde, tren istasyonunda bir adam Picasso’nun yanına gelmiş ve ona karısının pasaport fotoğrafını gösterip “İşte karımın portresi böyle olmalı.” demiş. Picasso da “Bu biraz küçük ve biraz düz değil mi?” diye sormuş. Eğer yalnızca gerçeği yazacak ve sanata dönüştüreceksek, hayal gücümüz neden var?

D.B.: Bu arada geçenlerde bir yerde son romanın yayımlandıktan sonra ülkeden ayrıldığını okudum.

V.H.: Gençken bir çocuk yazarı olarak bulunduğum edebi çevrelerde birçok yazarın oturup eleştirmenler hakkında konuştuğunu, tepkiler hakkında şikayet ettiğini duyardım. Bütün bunlarla ilgili çok fazla kaygı duymamalıyım, bir mesafem olmalı. Sanırım yurt dışına gitme alışkanlığım bundan kaynaklanıyor. Aksi takdirde kendimi gazeteleri okurken bulur, ben merkezci bir hâle gelirim. Karadağ’da veya İstanbul’da olduğumda Norveç gazetelerini düşünmüyorum; uzaklaşınca aklımı dağıtmak kolay oluyor.


Bir romanı iyi yapan şey veya çevirmenin işini daha kolay hâle getiren şey yazarın temposudur. Tempoyu sevdiyseniz, o metni çevirmek çok kolaydır. – Dilek Başak

Özellikle kadın ve kendini ikili cinsiyet sistemi üzerinden tanımlamayan yazarlarla ilişkilendirildiğinde, cinsiyetin edebiyatta evrilen rolü hakkındaki gözlemlerinden ve deneyimlerinden bahsedebilir misin?

V.H.: Sanırım edebiyat, bu tür sorunları tartışmak için en iyi yerlerden biri. Çünkü bir roman iyiyse çok şey açıklayabilir. Bir kadın veya bir erkek olarak kendi bedenine dair memnuniyetsizliğinden bahseden birinin deneyimini anlamaya çalışabilir, bunu hissedebiliriz. Norveç’te bu konuları ele alan çok fazla roman yazılmamış fakat yazılıyor. Hollandalı yazar Marieke Lucas Rijneveld’ın The Discomfort of Evening adlı romanını okudum. Kendini ikili cinsiyet sisteminin dışında tanımlayan birini konu alıyor. Hislerini iyi ifade edebildiğini hissettim. Romanı, bu konuyu ele alan bir gazete makalesinden daha iyi anlayabildim. Bu yüzden edebiyat, yaygın olarak açıklanmayan deneyimlerden bahsetmek için çok iyi bir alan. Bu aynı zamanda farklı yerlere, farklı toplumlara, farklı aile yapılarına dair metinleri okuma nedenlerimizden biri. Örneğin benim için Afrika’dan, Türkiye’den ve Latin Amerika’dan romanlar okumak, kendi yaşamadığım deneyimleri edinmeme ve Norveç’ten başka bir yerde insan olmanın ne anlama geldiğini biraz daha anlamama yardımcı oluyor. Bu yüzden edebiyat keşfetmek, araştırmak ve açıklamak için çok iyi bir alan.

Hem Norveç’te hem de uluslararası alanda takdir ettiğin ve daha fazla tanınmayı hak ettiğini düşündüğün çağdaş yazarlar var mı? Okuma tercihlerin anlatılarını nasıl etkiliyor?

V.H.: Marieke Lucas Lijneveld onlardan biri. Çok iyi yazan pek çok genç kadın yazarımız var; metinlerinin çevrilip çevrilmediğinden emin değilim. Kjersti Annesdatter Skomsvold, Maria Kjos Fonn, Ingvils Rishøi, Amalie Kasin Lerstang,Karoline Brændjord (şair), Lotte Elstad…

Hem Norveç’te hem de diğer toplumlarda genç olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek elbette çok ilginç. Ancak ben kendim, özellikle uzun süre yaşamış insanlar hakkında yazılmış metinleri okumayı seviyorum çünkü yaşlı bir hanımım. Örneğin Herta Müller, çağdaş bir yazar ancak ana karakterin erkek olduğu The Hunger Angel, kendi annesinin deneyimlerini içeriyor. Oldukça ilginç bir roman çünkü II. Dünya Savaşı’nda Romanya, Hitler’in yanında yer almış ancak savaşı kaybettikten sonra, Sovyetler Birliği’nin egemenliği altına girmiş. Romanya’da Alman kökenli büyük bir azınlık varmış. Aslında hep varlarmış ancak kimse bu azınlığı önemsememiş savaş kaybedilene dek. Bu nedenle bu azınlık, köylerin tamamı, Sovyetler Birliği için Ukrayna’ya gönderilmiş. Öldürülmek veya yok edilmek için değil çünkü onları iş gücü olarak kullanmaya ihtiyaçları varmış. 17 yaşına ulaşmış her erkek ve kadın beş veya altı yıl boyunca çok ağır şartlarda çalışmak zorunda kalmış. Herta Müller’in annesi de onlardan biriymiş. Ve kamptaki günlerinden hiç bahsetmezmiş. Birisi mevzuyu biraz açacak olursa bütünüyle bir sessizlik olur ve çıt bile çıkmazmış. Eğer bu deneyimi yaşamış olan insanların sonrasında bir arada olmalarının iyi bir şey olduğunu düşünüyorsan, bu kesinlikle doğru değil. Çünkü kafaları bitli bir halde; bir parça ekmek için, yalnızca hayatta kalmak için uğraşıyorlarmış. Bu insanlar birbirlerini bütünüyle cinsiyetsiz olarak görüyor, birbirlerinden utanıyormuş. 

Müller bu konunun üzerine gitmiş, bu deneyimi yaşamış ve hâlâ hayatta olan insanlar hakkında büyük bir araştırma yapmış. Kitabın bütün o karmaşa ile ilgili büyük bir tarih romanı olduğunu düşünebilirsin ancak bir sahne vardı. Kampta olması gereken biri kendi adını çıkarıp, engelli biri olan Katie’nin adını ekliyor. Katie’nin uzun bir saç örgüsü var. Katie ile ne yapacaklarını bilmiyorlar çünkü hiçbir şey yapamıyor. Onu bir yere nöbetçi olarak koyuyorlar ancak nöbet tutması gereken yerde üç gece üst üste uyuyakalıyor. Ceza olarak örgüsünü kesiyorlar. O ise epey sulu bir lahana çorbası yerken örgüsünü bir ekmek gibi kullanarak çorbaya batırıyor. Bunu gören kamptaki diğer kadınlar, Katie’nin örgüsünü alıp ateşe atıyor. Bu sahneden hemen önce ise bir karınca yuvasının üstüne oturuyor; elini içine sokuyor, ellerinde yürüyen karıncaları ve bir de köpek dışkısını yiyordu. Nöbetçi Katie’yi asla unutmam. Ayrıca kampta çokça toz kaldırarak çimento işi yapıyorlar. Müller, bunu nasıl sabahtan akşama dek yaptıklarını anlatıyor. Yaptıkları bir sanat, hayatta kalmanın bir yolu!

Bertolt Brecht’in metinlerine olan düşkünlüğünden sıkça bahsediyorsun. İşleri yaklaşımını nasıl şekillendiriyor ve edebiyatın hem yapısal hem de bireysel düzeyde değişime ilham verebileceğine inanıyor musun?

V.H.: Evet! Buna inanmak zorundayım. Deneyimim, her şeyi değiştirdiği yönünde. Ukrayna’da yaşanan Rus işgali konusunda NATO’nun iyi bir iş çıkardığını düşünmüyorum. Her zaman NATO’ya karşı olmuşumdur ama yine de bu konuya girmeyeceğim. İşgal yaşandığı sırada Brecht okuyordum; Brecht, o dönem Stalin’i kastederek şöyle diyor: “Tanrı olan kişi aptallaşır.” Tek bir cümlenin yeniden nasıl anlam kazandığına bak! Brecht I. Dünya Savaşı’nı deneyimledi. Hitler iktidara geldiğinde infaz edilecekler listesinde birinciydi. Bir metninde bir askere, generaline şunu sorduruyor: “Senin fikirlerin yaşayacak diye benim bedenim yok olmak zorunda mı?” 

Milattan önce 700 yılında yaşamış Çinli bir şair var, Du Fu. Bertolt Brecht, şiirlerini çevirdiği için Du Fu’yu okuma fırsatı buldum. Bir şiirinde komşusunun bahçesinden sebze çalan dul bir kadından bahsediyor. Şiirde komşuya hitaben şöyle deniyor: “Senden bu kadar korkmamalı, üstelik çitlerin çok yüksek.” Bakış açısındaki değişikliğe bak. Edebiyat bu işte! Ve son bir alıntı daha yapacağım. 1937’de Hitler emeklilik maaşlarını düşürdüğünde, Brecht bir şiir yazıyor. “Ben yaşlı bir kadınım, emeklilik maaşları düşürüldüğünde her gün gittiğim dükkânlara gitmeyi bıraktım. Sonra bir gün dükkânlara yeniden gitmeye karar verdim, her zamankinden ne eksik ne de fazla bir şey aldım. Yarım bir ekmek, bir domates ve bir lahana. Ücreti ödemek için cüzdanımı açtım. Cüzdanımda bunu ödeyecek para olmadığını söyledim. Kafamı sallayarak dükkândan ayrılışımı herkes gördü. Eğer bir şeyleri karşılayamayan bizler, yiyeceklerin satıldığı yerlerde görünmezsek, bir şeye ihtiyacımız olmadığını düşünürler.” İşte bu yaşlı kadının yaptığı şey devrimsel bir şey. Sistemi tümüyle değiştiremeyebiliriz ancak yaptığımız küçük şeylerle, düşüncelerimizle, davranışlarımızla belki biraz olsun değiştirebiliriz. Brecht korkunç bir mekanizmayı anlatsa da bana umut veriyor.

Şu anda ne üzerinde çalışıyorsun?

V.H.: Şu anda bir roman yazıyorum. Odaklandığım konu ise içme deneyimim. Çok fazla içiyorum ve bu konu benim için çetrefilli bir aşk hikâyesi gibi. Bazen çok mutlu, bazen ise endişeli oluyorum. Bu nedenle çok malzemem var ancak çok dürüst olmam gerekiyor, zorluğu da bu.

Vigdis Hjorth ve Dilek Başak

Romanı Türkçe’ye çevirirken karşılaştığın zorluklar nelerdi?

D.B.: Romanın kendisini çevirirken zorlandığımı hissetmedim. Başlangıçta beni biraz rahatsız eden tekrarlar vardı, nereye gidiyor diye düşünüyordum ama daha sonra yazarın kurgu oluşturmak için çok etkili bir yöntem kullandığını fark ettim. Yaşadığım esas zorluk, başlık ve epigraftı.

Žižek’ten bir alıntıydı değil mi?

D.B.: Evet. Oldukça alengirli bir epigraftı ve iyi çevirmem gereken bir şeydi. Çünkü bir kitapta okuduğunuz ilk şey epigraftır. Kitabı okuyup ne anlama geldiğini görmek istedim. Sonra o yardımcı oldu. Başlık konusuna gelince, “katılım ve çevre” anlamına gelen teknik bir terim içeriyor. Bu sosyoloji veya psikolojide kullanılan bir terim. Bu yüzden birebir çevirirseniz kulağa biraz soğuk geliyor. Kurgu olmayan bir metinde yalnızca gerçekler ilgimizi çekiyor. Ancak kurgu okurken yavaş okuyoruz, kelimelere ve kelimelerin yardımıyla önümüzde oluşturulan resimlere odaklanıyoruz ve karakterlerle bireysel bir ilişki kurmaya başlıyoruz. Bu, kurgu olmayan bir metinde yapamayacağımız bir şeydir. Metinle aramızda eleştirel bir mesafe vardır. Bu yüzden onu doğrudan “Katılım ve Çevre” olarak çevirirseniz, çok soğuk gelir ve bu çift anlamı kaybedersiniz. Çünkü biz, devraldığımız ilişkileri, acıları ve travmaları konuşuyoruz. Zorlandığım kısım buydu, bunun haricinde tempoyu çok sevdim. Bir romanı iyi yapan şey veya çevirmenin işini daha kolay hâle getiren şey yazarın temposudur. Tempoyu sevdiyseniz, o metni çevirmek çok kolaydır. Bazen metne çok dalıp çevirmeyi unuttuğum da oldu. Üstüne bir yirmi sayfa daha okuyup geri döndüğüm bile oldu. Vigdis’in kurgu yaratma şekli benim için çok heyecan vericiydi.

V.H.: Teşekkür ederim. Yalnızca şunu eklemek istiyorum. İbsen’in biyografisini yazmış olan Norveçli biri bana Ibsen’in Žižek’ten önce, “bir şey yapmalıysak,” örneğin değişikliklere karşı savaşmalıysak, “bunu yapmak istemeliyiz” dediğini söyledi. Sanırım Žižek, Ibsen’den etkilenmiş. Bu bahsettiğimiz şey aslında Ibsen’in oyunlarındaki pek çok karakterde bulunur. Bir şeyler yapmak zorundadırlar; bazıları bir karar verir, bazıları yapmak istemez, bazıları “Yapmalıyım.” der ve bu perspektif değişikliğidir. Oldukça ilginç.

D.B.: Yani hem ana karakter hem de baba için bunu söyleyebiliriz mi demek istiyorsun?

V.H.: Ailesiyle kalmaması gerektiğini söylediğinde ve üstüne bu seçimi yapmak zorunda kaldığında, bunu yapmak istemeye odaklanıyor. Kendisini yapması gerekeni yapmak istemeye ikna ediyor. Bu, herkes için her daim bir mücadele aslında çünkü yapmamız gereken pek çok şey vardır ve yapmamız gereken şeyi yapmak istiyorsak, işler kolaylaşır. Ancak çok çalışmayı istemek zordur.