Bugün de aynı dün: Umut Subaşı ve Sanki Her Şey Biraz Felaket
Röportaj: İlayda Güler, Merdan Çaba Geçer
Bir jenerasyonun hâletiruhiyesini ortaya seren Sanki Her Şey Biraz Felaket, “Kaçış yok.” diyor dört baş karakteri üzerinden. Birbirine pek benzemeyen, bir o kadar da herkes gibi hissettiren Zeynep, Ayşe, Mehmet ve Ali’nin ortak bir zeminde buluştuğu faktör, 20’lerini bu ülkede tecrübe ediyor olmaları. Bu da iç karartan gündemden, gelecek kaygısından, yalnızlık ve tatminsizlikten saklanamamak demek… Gençlerin hikâyelerinden ritmik bir müdahaleyle koparıp, bir İstanbul sahilinin güncesini takip ettiriyor film ancak orada da “Bugün de aynı dün.” diye başlayan dış ses rahat vermiyor. Neyse ki anlatıya bolca serpiştirilmiş kara mizah sosu hep orada. Hem meselenin ağırlığını -seyirci nezdinde- hafifleten hem de içsel sorgulamaları belirli bir mesafeden yaptırabilen türden…
Prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde gerçekleştirmesinin ardından çeşitli yerli festivallerde ilgiyle karşılanan Sanki Her Şey Biraz Felaket, an itibarıyla MUBI üzerinden erişime açık. Kısa film çalışmalarıyla da tanınan yazar ve yönetmen Umut Subaşı ile ilk uzun metrajını ve ardındakilerini konuştuk. Seyirciyle kurmak istediği ilişki biçimi, mizah – jenerasyon bağlantısı ve çözümü karakterlerde aramak; konu başlıklarımız arasında…
“Milyonlarca şeyin arasından anlatmayı seçtiğin şeyler ve onu anlatma şeklin seni tanımlıyor aslında.”
İlayda Güler: Hem çok tatlı bir mizahla kıkırdatıyor hem de renklere, mekânlara, diyaloglara sinmiş o derin karanlığın buhranını hissettiriyorsun filmin tamamında. Öyle ki seyirci reaksiyonu çok çeşitli. Sanki bir spektrum çiziyorsun da izleyen, orada kendi yerine yerleşiyor gibi. Bu tonu nasıl buldun?
Seyirciye alan bırakmak, sevdiğim ve önemli bir şey benim için. O yüzden izleyicilerin birbirlerinden farklı duygu ve düşüncelerle filmden ayrılması beni memnun ediyor. Tonu belirlerken, hayli depresif olan genel meseleyi daha farklı bir yerden anlatmak istemem yol gösterici oldu. Bunun yanında, yıllardır üstüne düşündüğüm ve çalıştığım bir şey aslında.
Merdan Çaba Geçer: Filmden bir replik, ülkeyle ilişkili mutsuzlukların, bir çeşit tutsaklık psikolojisine tekabül edişi hakkında: “Gökyüzüne bakmayı seviyorum çünkü bana nerede olduğumu unutturuyor.” Sıkışmışlık hissine duyduğun ilginin kökleri nerelere iniyor?
Zeynep’in bu cümlesine karşılık Ayşe, “Ben daha çok hatırlıyorum. Buradayım, hâlâ aynı yerdeyim diye.” diyor. Farklı bir bakış açısı ama aynı şeyi söylemek istiyorlar belki de… Sıkışmışlık hissine ilgi duymaktan ziyade bu hissi deneyimleme hâlindeyim. Bu çok boyutlu bir şey bence; istediğini istediğin gibi ifade edemiyor olmak da var içinde, kaldırıma park etmiş araba yüzünden yolunu değiştirmek de söylediğin şeyler de.
İ.G.: Türkiye’nin mutsuz gençlerini Türk Marşı’nın neşesiyle anlatan, umutsuzluk hakkında denemese de bolca umutsuzluk barındıran bir film çeken Umut adında bir yönetmen… Kendi adın, geçmişin ve bugünün üzerinden nasıl bir bağ kuruyorsun filminle?
Film yapmak benim için öykü, karakter, estetikten önce anlatmak istediğim şeyle, kendimi ifade etmekle ilgili. Hikâye anlatıcılığı çok önemli bir şey değil benim adıma. Bu, filmi bana daha da yakınlaştırıyor; kişisel bir şeye dönüştürüyor gibi hissediyorum. Milyonlarca şeyin arasından anlatmayı seçtiğin şeyler ve onu anlatma şeklin seni tanımlıyor aslında. Bir arkadaşım filmi izledikten sonra “Senin gibi bir film bu işte.” demişti. İyi bir şey sanırım bu. Beni hiç tanımayan biri bu filmi izleyince benimle ilgili epey fikir sahibi olabilir gibi geliyor.
İ.G.: Karakterlerin sayısı ve cinsiyetinden filmin başlığındaki kelimelerin ifade ettiklerine, anlatıdaki duygu akışına kadar, kullandığın unsurlar hep bir denge içinde. Denge, senin sinemanda neye tekabül ediyor?
Benim sinemamda bir şeye tekabül edip etmediğini söylemek için sanırım erken ama bu film için hayli önemli olduğunu söyleyebilirim. Bu biraz filmin yapısı ve seyirciyle karakterler arasında kurmak istediğim ilişkiyle ilgili. Daha doğrusu bu ilişkiyi istediğim şekilde sağlamak için kullandığım önemli bir unsurdu diyebilirim.
“…bu gençlerin mutsuzluğunun nedenleriyle ilgili düşünme fırsatı yaratmak, politik açıdan daha işlevli bana kalırsa.”
M.Ç.G.: Film için seçtiğin ton ve mizah formuyla, anlattığın kuşağın parçası oluşun arasında bir ilişki kurmak mümkün mü sence? Bu kuşağın ironi ve mizahı bir politik ifade aracı olarak kullanış biçimi, Gezi Parkı eylemlerinin öne çıkan niteliklerinden biriydi örneğin.
Elbette. Bu mizahi durum hem bu neslin gösterdiği refleks hem de benim hayata karşı şahsi yaklaşımımın benzer olmasından dolayı filmin önemli bir parçası. Filmdeki birçok tercihte olduğu gibi burada da biçimin içerik üzerinden şekillenmesi söz konusu.
İ.G.: “Film izlemeyi sevmiyorum. Duygularımın manipüle edilmesinden hoşlanmıyorum.” diyen Ayşe’yle sohbet etsen ona bu konuda ne derdin? Bir yönetmen olarak seyirciyle kurmak istediğin ilişkiye, onunla aranda belirlediğin sınırlara dair neler söylersin?
“Sevebileceğin bir film biliyorum.” derdim. Ben seyirciyi aptal yerine koymak istemiyorum. Onlara güveniyorum. Bazen canlarını sıkacağını, alıştıkları izleme deneyimini son derece rahatsız edeceğini bildiğim şeyleri yapmaktan imtina etmiyorum. Seyirciye rağmen, seyirci için film yapıyorum aslında. Bazı izleyicilerin bunu zevklerine hakaret olarak algılayıp filmi hemen reddettiğini de söylemem lazım. Alışılmış sinema duvarında delikler açabilmek için bunu göze aldım açıkçası. Bu film özelinde, seyirciyle karakterler arasında bir mesafe olsun istedim. Ama bu mesafeyi yaratırken karakterlerden de kopmamaya çalıştım. Dolayısıyla birçok seyirci her şeye rağmen onlarla bir bağ kurabildi, bu da bence filmin alametifarikası oldu.
M.Ç.G.: Sanki Her Şey Biraz Felaket bir çıkış yolu işaret etmekle ilgilenmeyen filmlerden; ne problemlerini çözemeyen karakterlerine ne de onlarla özdeşlik kuran seyircine…. Nihayetinde edilgen konumda kalışı göstermenin, hatta bundan beslenmenin politik açıdan işlevsel bir tarafı var mı sence?
Bana göre filmlerin -hatta genel olarak eserlerin diyelim- reçete olma, bir çıkış yolu işaret etme gibi görevleri yoktur. Bunu yapan filmler elbette olacak; kötünün ne kadar kötü, bizden olanın ne kadar iyi olduğunu gösterip alkışını alacak. Belki zaman zaman seyircinin böyle filmlere ihtiyacı da vardır bilmiyorum ama ben bu filmde böyle bir şeyle ilgilenmedim. Film bir çıkış yolu işaret etmek yerine seyirciyi sorgulamaya itmeye çalışıyor. Bunu da göze sokmadan yapmaya niyetlendiği için yadırganıyor. Bütün söyleşi boyunca konuştuğumuz estetik ve teknik tercihlerin amacı aslında anlatmak istediğim ve seyirciye sorgulatmak istediğim şeyle ilgili. Seyirciyle karakterler arasında hava olsun diye bir mesafe yok; seyircinin karakterlerin derdine ortak olup ya da onların hâliyle alay edip, olan biten üzerine düşünmesi engellenmesin diye var. Seyirciye bir buçuk saatin sonunda bir çözüm ya da uçucu bir rahatlama sağlamaktansa bu gençlerin mutsuzluğunun nedenleriyle ilgili düşünme fırsatı yaratmak, politik açıdan da daha işlevli bana kalırsa.
M.Ç.G.: Karakterlerin sürekli ağlayan, şikayet eden fakat sorun çözemeyen hâlleri üzerinden, bir bebek olarak imgelendiklerini düşünen yorumlar mevcut. Katılır mısın? Pek de yetişkin hissedemediği, hatta belki yetişkin olamadığı söylenebilecek bir nesle aitler.
Buna katılmıyorum. Ağlamak bu karakterler için çok kişisel ve yalnız başına gerçekleştirdikleri bir eylem. Karakterler başkalarının yanındayken hiç ağlamıyor, dolayısıyla bir şikayet hâli söz konusu değil. Bir aradalarken tam tersi davranıyorlar hatta yer yer. Sorun çözememe hâline gelirsek, bence olan biten tam olarak bu aslında. Karakterler problemlerle ilgili majör bir aksiyon almıyorlar, küçük adımlar atıyorlar en fazla. Birçoğumuz gibi… Kendileriyle ya da toplumla ilgili rahatsız oldukları kaç tane şeyle ilgili aktif bir çözüm çabası içinde insanlar? Hayat böyleyken, filmde karakterlerden çözüm beklemek bana mantıklı gelmiyor. Yetişkin hissedememe hâli tespitine katılıyorum.
İ.G.: Sanki Her Şey Biraz Felaket’in zamanını tanımladığı konusunda hemfikiriz; yıllar sonra “Gençliğiniz nasıldı?” diye soran birine bu filmi gönül rahatlığıyla önereceğiz. Muhtemelen geçmedi, bitmedi ama yazdığın karakterler gibi değilsin artık; seni sıkıştıran o hisle ilgili bir ifade alanı yarattın ve bu görüldü. İzini karakterlerinde de gördüğümüz yalnız hissetmekle ilgili deneyimini dönüştürdü mü bu, anlaşılmak biraz olsun iyi geldi mi?
Elbette olan bitenle ilgili, kendi jenerasyonumla ilgili, dünyanın en pahalı kendini ifade etme aracı olan sinema vasıtasıyla bir şeyler söyleyebilme imkânı bulduğum için şanslı hissediyorum. Bunu hiçbir şeye bağlı kalmadan tam olarak istediğim gibi yapıp dünyanın çok farklı yerlerinde bir sürü kişiyle paylaşabildiğim için de içim biraz rahat doğrusu. Bahsettiğin şekilde karşılık bulduysa da mutlu olurum ama hâlâ birçok açıdan “bugün de aynı dün” benim için.
M.Ç.G.: Sırada ne var? Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var ve Sanki Her Şey Biraz Felaket sonrası, onların keskin stilinin izlerini takip eden bir proje mi bekliyor bizleri?
Muhtemelen evet. Şu an proje diyebileceğim bir aşamada değil aklımdakiler ama hayata geçerse 2023’te düşünmeye başlamıştım diye anlatırım ileride.