Bir atmosfer filmi yaratmak: Selcen Ergun ile Kar ve Ayı üzerine

Röportaj: Esin Çalışkan

Dünya prömiyerini 47. Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapan Kar ve Ayı, yönetmen Selcen Ergun’un doğayı hikâyesinin baş unsuru hâline getiren güçlü rejisi ve atmosfer yaratmadaki maharetiyle övgüyle anılmış; 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde hem En İyi İlk Film hem de başrol oyuncusu Merve Dizdar’la En İyi Kadın Oyuncu ödülüne uzanmıştı. Psikolojik gerilim unsurları taşıyan film, karla kaplı bir kasabaya zorunlu hizmet göreviyle gelen hemşire Aslı’nın odağında âdeta bir fanusu andıran bu yerdeki çıkmazları, erk ilişkileriyle sır ortaklıklarını tehditkâr olduğu kadar savunmasız bir hayvana yakınlaşarak sunuyor.

Kar ve Ayı oyuncu kadrosunda Merve Dizdar’ın yanı sıra Saygın Soysal, Asiye Dinçsoy, Erkan Bektaş, Derya Pınar Ak, Onur Gürçay, Muttalip Müjdeci gibi isimler bulunuyor. Kamerasını daha tanıdık, daha renkli sokaklarda gezdirdiği Karşılaşma ve Güneşli Bir Gün gibi kısa filmleri de olan Selcen Ergun ile 8 Eylül’de vizyona giren ilk uzun metrajının yarı karanlık masalsı yüzünden yaratım sürecine, pek çok konuyu konuştuk.

Selcen Ergun

İlk olarak merak ettiğim şey, filmin kışla kurduğu ilişki. Kar ve Ayı’nın atmosfer kurma becerisi çok güçlü, özellikle açılış sahnesiyle birlikte o soğuğu, kışı hissediyoruz. Zira filmin karakterleriyle tanışmak için de iyi bir başlangıç; hiçbiri sıcaklık ya da güven yaymıyor, daha çok bir tekinsizlik içindeler. Bu, filmin atmosferini kurmak ilk başta aldığınız bir karar mıydı? 

Ben atmosferik filmleri çok seviyorum. Kısa filmlerimde de senaryolar hep atmosferleri ile beraber canlanmıştı yazım aşamalarında. Kar ve Ayı’nın daha ilk tretmanında bile filmin dünyası ve atmosferine dair birçok done vardı. Bu biraz da benim hikâyeleri düşünme biçimimle ilgili. Sahneler genelde rengi, kokusu, sesi ile bir bütün hâlinde canlanıyor yazarken, ardından onun verdiği duygu karakterleri ve olayları da şekillendiriyor. Kar ve Ayı özelinde, bu hikâyeyi toplumsal gerçekçi bir kasaba filmi değil de tamamen masalsı bir atmosferde, metaforlarla dolu karanlık bir masal olarak hayal ettim. Ortak yazarım Yeşim Aslan’la birlikte yola çıktığımız noktalardan biri buydu. Filmin ilk ânından itibaren güçlü bir atmosferinin olması gerektiği konusunda hemfikirdik. Sonrasında görüntü yönetmeni Florent Herry ve ses tasarımını beraber yaptığımız Cenker Kökten ile de sıkça bunun üzerine kafa yorduk. Kendi küçük evrenlerinde çatışmalar yaşayan insanları anlatırken tüm bunların dışında, hayvanları ile, tüm canlıları ile doğayı da filmin tüm ana karakterleri gibi bir karaktere dönüştürme niyetiyle yaklaştık hikâyeye. 

Peki böyle bir film yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Çekim süreci nasıl gitti? Üstelik pandemi dönemiyle kesişti diye biliyorum.

Film yapmak zaten çok güç. Ben bir yönetmenin “Çok kolay oldu bu film!” dediğini hiç duymadım. İlk filmini yaparken buna bambaşka zorluklar da ekleniyor. Yakın zamanda katıldığım bir söyleşinin başlığı “Dalgaları Aşmak”tı. Gerçekten bir dalgayı aşıyorsunuz, peşinden başka bir dalga geliyor. Tabii ki ilk dalga filmi yaratma sancısı, peşinden sonuna kadar gitmeyi göze aldığın fikre inanma ve ardından onu hayata geçirecek fonları bulma süresi. Sonraki dalga çekimlerdi. Bu filmi çekmek için gerçekten filmde anlatıldığı gibi bitmek bilmeyen bir kar gerekiyordu. Filmin temalarından biri olan insanın doğaya nasıl davrandığını, kendisine neleri hak gördüğünü sorgularken bizim de karşımıza pratikte tam da bunun somut sonuçları çıktı. İklim değişikliğinin de katkısı ile önceki yıllarda çok kar alan bölgelerde karın giderek azaldığını gördük. Ve o sene çekim süresince kar yağışını mümkün olduğu kadar yakalayabilmek için çok yüksek dağ köylerine gitmemiz gerekti. Bu tabii ki beraberinde birçok zorluğu da getirdi ekip için. Eksi 20 derece soğukta çalışmak, bazen sabah kar fırtınası yüzünden otelden çıkamamak, bazen güneşin 17.00’de battığı bir dönemde sabah 07.00 yerine ancak öğlen 12.00’de çekime başlayabilmek gibi. Hiç kolay değildi ama çok iyi bir teknik ekibimiz vardı, oyuncular da çok çalışkan ve dirayetlilerdi. Hep beraber zor savaşlar vere vere ama tadını da çıkarmaya çalışarak bitirdik çekimi Şubat 2020’de.

Sonra ben kolumun altına çekim kayıtlarını almış, “Bunda sonra her şey çok daha kolay olacak” deyip, önceden planlandığı gibi kurgu için Hamburg’a gidecek uçağa binerken Türkiye’deki ilk COVID-19 vakası haberini aldım. Hamburg’ta Çiçek Kahraman’la birlikte montaja başladık ve 3. günde şöyle bir sabaha uyandık: Son kurtarma uçuşları yapılıyor ve Türkiye’ye yeniden uçuşlar ne zaman olacak belli değil. Artık hızlıca bir karar vermek gerekiyordu, “Geri mi dönüyoruz, daha başında olduğumuz kurguya devam mı ediyoruz?”. Ama ben zihnimdeki filmi artık karşımda somut bir şekilde de görmek istiyordum ve devam etme kararı aldım. Hamburg’daki ikinci ayımızda artık filmin kaba kurgusu sona yaklaşmıştı ama hâlâ uçuşlar yapılmıyordu. Bir sonraki uçuş 103 gün sonra oldu. Sonrası da büyük bir belirsizlik içinde geçti tabii. Festivallerin yapılmadığı ya da sadece çevrimiçi yapıldığı bir dönemde Kar ve Ayı gibi atmosferik, özellikle sinemada izlenmesi gereken, sesiyle, dünyasıyla insanları sarmasını istediğimiz bir filmi, “Tekrar sinemalarda bir araya gelip film izleyebilecek miyiz?” düşüncelerini görmezden gelerek bitirdik. O yüzden uzun bir yolculuktu benim için Kar ve Ayı. 2017’de ilk tohumları atıldı diyebilirim, 2020 başında tam pandemi öncesi çektik, sonra post prodüksiyonda bir dönem festivallerin yeniden fiziki şekilde yapılabilmesini sakinlikle beklememiz gerekti 2022 ortasına kadar. Şimdi de festival yolculuğu hâlâ devam ederken vizyona giriyoruz. Türkiye’deki ve dünya prömiyerini yaptığımız Toronto’daki ilk gösterimler hep dolu dolu geçti, diğer festival gösterimleri de. Bundan dolayı çok mutluyum. Şimdi daha geniş kitlelerle buluşmak da ayrıca keyifli olacak. 


“Nefes nefese koşturmak yerine bazen seyircinin kendisini Aslı’nın yerine koyup sorgulaması için de durup dinleniyor film.

Film yolu kimselerin uğramadığı kasabalardan birine düşmüş, bir kadının çıkmazlarını takip ediyor. Hikâyesi bir yana, Kar ve Ayı’nın oldukça yenilikçi de bir anlatım metodu var; Hemşire Aslı’nın arabasıyla yolda kaldığı her an, gelecek bir fırtınanın habercisi gibi. Yolculuk filmi kodlarıyla oynadığınızı düşünüyor musunuz? Bu bir tür “yeniden yapmak için yıkmak” mı? 

Çok doğru. Ben gerilim ya da küçük kasaba polisiye türünü çok seviyorum. Yol filmlerini de öyle. Niyetim de tam bu türlerin sınırlarında gezinmek; onların bazı kurallarına, olmazsa olmazlarına dokunup, sonra bu beklentileri ters yüz etmekti. Mesela ortada bir suç varsa genelde o küçük kasaba polisiyesinde suçun peşine düşen güçlü bir dedektif olur, onun hikâyesini izleriz. Ne zaman çözecek diye bekleriz. Kar ve Ayı’da ise yine Aslı gibi dışarıdan gelip buranın koşullarına adapte olamamış, herkesten daha çok üşüyen, aklı sıkça dağılan bir jandarma var, olayı çözmesi beklenen. Bahsettiğin gibi niyet Aslı’yı kasabaya ilk geldiği andan itibaren tekinsiz bir atmosferin içine sokmaktı. Bu tekinsizlik içinde kim dost kim düşman, tehlike nereden gelecek, bu tehlike bahsedildiği gibi doğadan mı, korkusu kendisinden daha büyük olan ayıdan mı yoksa burnunun dibindeki insanlardan mı gelecek, yoksa gerçek tehlike Aslı’nın kendisi mi, gibi soruların etrafında geziniyor film.  

Bir de Kar ve Ayı, Yeşim’le benim ortak dertlerimizden, bu dünyada insan olarak, kadın olarak yaşadıklarımızdan beslendiği için, niyetimiz o gerilimi sürdürmenin yanı sıra seyircinin bizim kafa yorduğumuz bu durumlarla ilgili düşünmesine de alan açmaktı. O yüzden mesela filmde bu janrda çokça kullanılan ve seyirci duygusunu manipüle edip yönlendiren baskın, gerilimli müzikler yok. Onun yerine Aslı’nın duyguları ile bir paralellik içinde dönüşen doğanın sesleri, hayvanların dünyası var. Nefes nefese koşturmak yerine bazen seyircinin kendisini Aslı’nın yerine koyup sorgulaması için de durup dinleniyor film. 

Aile ve devlet kavramına dokunuşları olan kimi sahneler var, zorunlu kamu hizmetini torpille alt etme ya da erkekliğin zorunlu bir görevi addedilen askerlik gibi. Üstelik hangisinin insanı daha çok sınırladığı belirsiz, Aslı’nın ailesi onu koruma niyetiyle sınırlarını ihlal ediyor örneğin. Filmin karakterleri nasıl ortaya çıktı, bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Çok güzel ifade ettin aslında, belki şu denilebilir; sınır ihlalinin de eril tahakkümün de farklı seviyeleri var. Mesela babanın devreye girdiği yer. Aslı’ya sormadan onun tayinini yanlarına aldırmak için planlar yapıyor. Ama Aslı çoğu zaman bunların karşısında çok net duruyor. Anneyse daha başka bir yoldan, psikolojik bir yerden aynı şeyi yapıyor. Geçenlerde “Aslı, Samet’e karşı niye giderek daha ters davranıyor?” gibi bir soru geldi, cevabı tam da bununla ilgili. Samet her ne kadar hepimizin daha rahat empati kurabileceği bir karakter ve benim doğaya karşı, hayvana karşı fikirlerimin bir tür sözcüsü olsa da bu, onun yaptığı bazı şeylerin de sınır ihlali olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Aslı’yla ilişkisini çıkmaza sürükleyen, çatışmaların kaynağı da Aslı’nın psikolojisinden çok Samet’in sınır ihlalleri. Aslı zaten bunu bir sahnede net bir şekilde söylüyor ve bundan sonra da çatışmaları büyüyor. 

Kar ve Ayı’nın kalıp dışı olma nedenlerinden biri de gizem-suç türüne yaklaşımı: İnsan yerine varlığı belirsiz bir hayvanın takibi ya da akıbeti ve yine bir şekilde çözümün ona bağlanması. Hayvan-insan, ekoloji-kent gibi ikilikleri türe böyle yakın konumlamak size ne ifade ediyor? Filme nasıl bir katman eklemeyi arzuladınız?  

Kar ve Ayı’yı bir psikolojik gerilim filmi olarak düşünsek bile, bahsettiğin tema filmin esas hikâyesi kadar önemliydi. Film iki kanaldan besleniyor: Bir tanesi dünya üzerinde birçok kadının yaşadığı tekinsizlik, güvensizlik hissi, mesleki otoritesinin erkek bir meslektaşına göre sürekli sorgulanması ve onun karşısında hepimizin tekrar tekrar vazgeçmeden, düşüp yeniden kalkıp ısrarla gösterdiği cesaretli, umut dolu tavır. Diğeri isa biz insanların kendimizi, doğaya ve onun tüm canlılarına karşı nasıl üstün konumlandırdığımız, kendimizi nasıl dünyanın merkezi olarak görmeye ısrarla devam ettiğimiz. Bu iki kaynağın da iç içe olduğunu ve aynı temelden beslendiğini düşünüyorum. Benim için ayı insanların korkusunun yarattığı bir düşman, onların bir araya gelmesini de sağlıyor aslında. Ayının korkusu, endişesi kendisinden daha büyük filmde. O ayının insanların zihinlerinde kurdukları “büyük düşman” olmadığını da anlıyoruz adım adım. Bağımsız film yapmanın keyifli taraflarından biri de türlerin sınırlarında gezinebilme özgürlüğü.


Ben Ankara’da büyüdüm ama babaannemin yanında, yine böyle doğa ile ilişkisi güçlü bir kasabada çok fazla zaman geçirme şansım da oldu. Tam da Kar ve Ayı’da olduğu gibi bir evin dört duvarı arasında bir araya gelen her yaştan kadının konuştuklarını hep merakla dinledim.

Sinematografi de oldukça büyüleyici. Florent Herry’nin görüntü yönetimi filmi başka bir noktaya taşıyor. Kamera kasaba üzerinde dışarıdan, oldukça ağır hareket ediyor; seyirciye alan açan bir yönetmenlik tarzınız var. Herry ile çalışmak nasıl bir deneyimdi, özellikle konuştuğunuz bir şeyler var mıydı?

Florent’la uzun zamandır tanışıyoruz, birlikte çalıştığımız başka işler de oldu. Bu projeye de erken aşamada dâhil oldu. Birkaç temel nokta üzerine kafa yorduk başından beri. İlki bir atmosfer filmi yaratmaktı. O kasabanın Türkiye’deki belli bir kasaba değil de zamansız, mekânsız, karanlık ama masalsı bir kasaba olmasıydı. Kar ve Ayı kasabada geçiyor, evet ama derdi kasaba ve kasaba insanı ile değil. Aslı’nı deneyimi; benim, Yeşim’in ve çevremde her yaştan, dünya üzerinde farklı coğrafyadan birçok kadının deneyimleri. Bu kasaba tüm bu deneyimlerin daha görünür olmasına olanak tanıyan bir mikrokozmos. Bu dünya üzerinde birçok yeri düşündürebilecek masalsı kasabaya filmin başından itibaren seyirciyi davet edebilecek güçlü bir atmosfer gerekiyordu. Florent ile yine üzerine sıkça konuştuğumuz bir diğer nokta da doğayı -karı, kışı, hayvanları ile- diğer karakterler gibi bir karaktere nasıl dönüştürebileceğimizdi, daha önce de bahsettiğim gibi. Doğanın, Aslı’nın çatışmaları ve duygu durumuna paralel şekilde değişip dönüşmesi, hiddetlenip sakinleşmesi… Florent de çok güçlü bir iş ortaya çıkardı tüm bu konuştuklarımız üzerinden. Çekim mekânlarının tekinsiz, sonsuzluğun içinde hapsolma hissini destekleyen taraflarını yansıtmaya, kadrajı, rengi bu yönde kullanmaya niyet ettik hep. Aslında film çoğunlukla açık mekânlarda geçiyor. Beyazlık, sonsuzluk içinde hapsolmuşluk hissi hakim. Bu kıştan sığınılan iç mekânlarda ise buna tezat olan güçlü sıcak tonlarda bir renk dünyası var. Ama o iç mekânla da tekinsizlik hissi sürüyor.

Tam da iç mekânlar soruma geçiyordum. Filmde mekânlar çok belirleyici ve her birinin ona özgü sahipleri var. Sağlık ocağı, karakol, kasap, Samet’in babadan kalma neredeyse bir sığınağı andıran evi, keza Cemile’nin evi… Bir üst katman olarak bunun da izleyicide yarattığı bir tür yabancılaşma var, karakterlere karşı. Bu sahnelerin izleyicide nasıl tekabül etmesini umdunuz?

Bu mekânlar, insanların gizli duygularını tek başlarına yaşayabildikleri yerler; bir taraftan da onların karakterlerine dair birtakım doneler veriyor tabii ki. Samet’in evini çok az görüyoruz mesela ama orada Samet’in kim olduğuna, ruhuna dair birçok iz var. Hasene Teyze’nin evi mesela onun biraz da şamanist öğelerden de beslenen, doğaya dost “bilge kadın” arketipine denk düşecek bir renk dünyasına ve detaylara sahip. Özellikle kasabadaki kadınların bir araya geldiği ve kendi aralarında ufak direnme alanları oluşturduğu, yardımlaştığı, bilgiyi aktardığı mekânlar da bu evler aynı zamanda. Ben Ankara’da büyüdüm ama babaannemin yanında, yine böyle doğa ile ilişkisi güçlü bir kasabada çok fazla zaman geçirme şansım da oldu. Tam da Kar ve Ayı’da olduğu gibi bir evin dört duvarı arasında bir araya gelen her yaştan kadının konuştuklarını hep merakla dinledim. Kar ve Ayı’nın kadınlarına ayrıca bayılıyorum onu da aklıma gelmişken söyleyeyim!

Yakın gelecekte bizi nasıl projeler bekliyor? Üzerinde çalıştığınız yeni bir hikâye var mı?

Kar ve Ayı’nın post prodüksiyon süreci devam ederken, Berlin’de Medienboard’un Nipkow sanatçı rezidansına kabul edilip birkaç ayımı orada geçirdim. O zaman bir hikâye yazmaya başlamıştım, aslında ilk fikirleri Kar ve Ayı’dan da önceye dayanan bir senaryo. Biraz Kar ve Ayı’nın evreninden, İmre karakterinden beslenen ama bambaşka bir dünyası olan, daha sert bir büyüme ve kendini keşfetme hikâyesi. Kar ve Ayı’yı yazarken ilk başta Aslı, İmre ve Samet üç ana karakter gibi işliyordu. Ama bu her şeyi fazla karmaşık hâle getirdiği için filmin kendi özünden uzaklaşmasına da neden oluyordu. Bu yüzden İmre’nin hikâyesinden bir sürü şeyi alıp rafa kaldırdık. Şimdi o rafa kalkan detayların da yer bulduğu, yine masalsı, daha sert bir hikâye yazıyoruz. Bu senaryo dışında bir taraftan da yönetmen bir arkadaşımla beraber üzerinde çalıştığımız, çok sevdiğim suç-polisiye türünde ama komedisi de eksik olmayan bir mini dizi var.