Suni olanı daha da yapaylaştırmak: Tarık Töre ve “Aşağılama”

Röportaj: Cem Kayıran

Pilevneli Galeri’nin iki katına yayılan yeni sergisi Aşağılama ile, sanatsal pratiklerini ve kullandığı materyalleri yeniliyor Tarık Töre. Ziyaretçinin içine girebildiği, parçası olup şekillendirebildiği bir deneyim yaşatan “Çöp Atabilirsiniz” adlı işinde parkta geçen bir gün simülasyonunu galeriye sığdırırken; alt katta konumlanan resimlerinde de bu yapaylıkla ilişki kuruyor.

Tarık Töre ile sergisinin mesele ettiği başlıkları, ilk kez bir mekân dönüştürme deneyimini ve üretim aşamasına dair yeni yönelimlerini konuştuk. Aşağılama, 6 Nisan’a kadar Pilevneli Galeri’de görülebilir.


Serginin ismi Aşağılama’yı ilk duyduğumda “Çok iddialı değil mi?” diye düşünmüştüm. Bir ünlem çaktırıyor kafada. İşler ortaya çıkmadan önce bu isim aklında mıydı? 

Bu sefer biraz daha “geldiği gibi” bir pratik benimsedim. İşlerde de genelde sezgisel hareket ediyorum, yine öyle oldu. Bir duygudan yola çıktı ve oturdu bence. Sanat eserlerine yazılmış metinler olarak bakmamaya çalışıyorum. Çok daha plastik düşünüyorum bu konuda. 

Muğlak ve içinde bulunduğumuz çağa uygun olduğunu düşünüyorum. Yapaylık ve sahtelik içermesi bakımından, medeniyetin kendisini doğadan ayırma çabasına dikkat çekmek istedim. İnsanların, kendilerini hayatın getirdiği gerçeklerden savunmak için kurduğu bazı dünyalar var. Yepyeni bir yere evrilip kendisine yeni şeyler yaratıyor ki varoluşsal sancıyı yaşamadan güvenli bir alan oluştursun. Bu unsur doğa şartlarından başlayıp, ilerleme ile gitgide daha varoluşsal ve psikolojik sancıya yöneldi, şimdi ise kendi düşüncelerimiz hâline geldi. İnsanların kendini hakikatten koparması, küçük bir hâle sokması, her şeyde bir eğlence araması bir aşağılama gibi geliyor. İnsanın kendisini gerçekten uzak tutmasının zararlı bir yönü olduğunu düşünüyorum. İsmin temel sebebi bu.

Sergideki resimlerinde de mekânı dönüştürdüğün işinde de “dışarı çık” çağrısı yapan bir havası var. 

Kesinlikle öyle. Dışa dönük bir konu park. Aklımıza gelen duygular genel olarak pozitif; dolaşmaya, dinlenmeye varsa çocuklarımızı ya da evcil hayvanlarımızı götürdüğümüz, açık hava da şehirden biraz olsun uzakmaya çalıştığımız sınırları ve birçok kuralı önceden belli olan bir çerçeve. 

Park kendi başına yapay bir kurgu, medeniyetin insandan aldığını suni bir şekilde kent yaşamı içinde geri verme temelli. Şu anki batı kültüründe dünyanın en önemli parkları şehir içindeki en değerli arsalara yapılıyor ve ülkeler bununla bir mesaj vermiş oluyor. Şehrin ortasındaki en değerli yeri ranta dönüştürmüyor, ancak bu sebeplede etrafı ve şehri çok daha değerli hâle getiriyorlar. Akla ilk gelen örneklerden biri, New York’taki Central Park, hepimize neden bahsetmek istediğimi kolayca anlatır diye düşünüyorum. Buradan hareketle amacım yapaylığın her geçen gün daha kabul edilir olduğu bir zamanda bir dış mekânı, iç mekâna alıp izleyicinin hâlihazırda alışık olduğu suni bir yapıyı daha da yapaylaştırarak bu yeni ortama nasıl yaklaşacağını gözlemlemek ve ilerisi için bir projeksiyon oluşturmaktı.

Zaten bir süre sonra orada çalışırken unuttuğumuz eşyaların bazıları kendiliğinden işin bir parçası hâline geldi. “Ne bıraksan oturuyor” gibi bir hissim oldu. Açarsam, herhangi bir şeyi yere bıraktığın zaman, yerleştirmenin bir parçası hâline döndüğünü görmek doğru bir şekilde çalıştığına ikna olmamı da sağladı.

Evet, benim de elimde pet şişe su vardı, aynı şekilde “bıraksam durur” diye düşünmüştüm. Zaman içerisinde sence burası ne kadar dönüşecek? İnsanlar ne kadar cesaret bulacak yere bir şeyler atmaya?

Yavaş yavaş birikiyor sanki. Şöyle bir şey var yalnız, ben işin adını “Çöp Atabilirsiniz” olarak koydum. İnsanlar parka değil; bir sergi mekânına geldiği için genelde ceplerinde taşıdığı çöpler fiş, peçete, yenmiş çikolatanın jelatini falan oluyor. Yani ortamın bir peçeteliğe dönüşme ihtimali var. Biraz daha bir şeylerin unutulduğu bir yer aslında. Birden çok katmanı olduğunu düşünüyorum işin. Bir sahne var temelde: Birileri gelmiş, oturmuş, belki bir şeyler yemiş olabilirler. Başka bir köşede başka insanlar gelmiş, kalmış gibi bir alt hikâyesi de var. Öyle okumak istersen. Ama insanlar ziyaret ettikçe bu hikâye de değişecek. “Hayatınızda artık bırakmak istediğiniz, unutmak istediğiniz şeyleri buraya bırakabilirsiniz” gibi bir paylaşım yapacağım sanırım.

Buradan da sesleniyoruz…

Buradan da sesleniyorum arkadaşlar: Evinizde ya da odanızda olup artık görmek istemediğiniz şeylerin hepsini götürüp oraya bırakabilirsiniz. Çok mutlu olurum. Daha plastik bir dünya var çünkü.

Senin için çok kişisel bir eşya var mı mekâna bıraktıkların arasında?

Evet, var. Unutmak istediğim bir şeyler var ama çok da fazla değil. “Bu benim canım, bir tanem” diyerek bir yere gizlediğim eşyalar yok yani. Dışarıdaki bir duyguyla yaklaştığım için çok fazla bağlantı kurmak yerine daha hafif olsun istedim.

İşte ses olmaması da dikkat çekici. Sanki ziyaretçiye doldurması için boşluklar bırakan bir tavır var. “Sen ne duyuyorsan o” fikrine yönlendiriyor. 

Ses konusu bana da çok soruluyor, ben de tam olarak bu cevabı veriyorum. Ben ne kadar bir şey koymazsam, o kadar açık olacak gibi de geldi. Belki bomboş gözüküyor insanlara. Benim hayalimde olanla veya benim gerçekliğimle başka insanların gerçekliği ne kadar kesişiyor, bilemiyorum. Kendi dünyamı yansıtacak şekilde kararlar alıyorum.

Resimlerinde de bunu hissettim. Köşe bucak detayla doldurduğun, çok fazla fazla çizdiğin resimlerine kıyasla yine boşluklar bırakan işler var. İfadendeki değişim sürecini sen nasıl deneyimliyorsun? Bir tercih olarak mı buraya yöneldin?

Resimlerde kesinlikle öyle bir durum söz konusu. Kutu kutu olan resimler var, kareler ve boşluklarla dolu. Biraz potansiyeline bırakmak istiyorum artık. Bakalım nereye gidecek. Çok çalışıyoruz, o yüzden bir şeylerin değişmesi kaçınılmaz. Oturmuş bir tarzım var, genelde insanlar beni büyük kâğıtlara çok fazla şey çizdiğim işlerle tanıyor. Ben de her seferinde bir şeyleri çeşitlendirmek istiyorum. Daha eğlenceli bir meslek aslında bu. Risk almak iyi oluyor bence, kendi pratiğim açısından da. 

Üzerinde stickerlar olan küçük resimler de yine plastikle ilgili. Tamamen malzeme odaklı.

Mesela bir şarkıda duyulan seslerin ne anlama geldiği hiç merak edilmez. “Orada la majör basarken ne demek istedin?” diye bir soru yok. Ama görsel sanatlarda bu yaşanıyor. Bazı sanatçılar da anlatmayı seviyor. Pratik için önemli olabilir belki ama bence öyle bir şey yok. Nasıl müzikte sound’u seviyorsun, onun sana hissettirdiklerini seviyorsun; resim de bir plastik sanatı. Oyuncular için de derler ya “bu kızın plastiği, oğlanın plastiği çok iyi” diye. Dış görünüşü demek bu. Tamamen gördüklerinle ilgili bir şey ve okumaları da onun üstünden yapılmalı bence. Malzemenin kalınlığı, tabakası, ne kadar zamanda yapıldığı gibi şeyler resmin üzerinde gördüğüne dair birçok şey anlatır sana. Hızlı bir şekilde düşünmeden mi yapılmış yoksa uzun uzun kararlar mı verilmiş, onu anlatır. Sanatçının değişimlerini görürsün. Ben de onlarla ilgileniyorum. 

Bence mesela bir resmin üzerine sticker yapıştırmanın, en amiyane tabirle, hiç oluru yok. Seksi bir şey de değil kesinlikle. Neden yaptım ben bunu peki? İlki, Kadıköy’le çok alakası var. 15 yaşındayken bile görüp sevmeyeceğin tişörtler, Dragon Ball bardağı falan satan dükkânlar var ya. Bir kitsch kavramı da var tabii ama ülkemizdeki kitsch kavramının içine onlar girmiyor. Onlar sadece “kötü”. Stickerlar hakkında da aynı şeyi hissediyorum. Kötü bence. Birileri eskiden kitsch olandan bir şeyler yaptıysa, onlar da öyle gözüküyordu muhtemelen. Zaman içinde estetik hâle geldi. Ben de onların estetiğini kullanmak istedim.

İkincisi de malzemeyle ilgili. Orada kullanılan boya, bir noktadan sonra plastiğe dönüşüyor. Dört figürü gördüğümüz stickerlar da plastikle birleşip resmin bir parçası oluyor. Stickerlıklarından çıkıp resim içinde fayda sağlayan birer elemana dönüştüler. Öyle olunca da heyecanlandım açıkçası. Bu iki malzeme birlikte kullanılmış ve bir şeye dönüşebilmiş mi, ben ona baktım, ondan keyif aldım.

Küçük resimler ve “Çöp Atabilirsiniz” çok benzer duygular uyandırıyor bana kalırsa.

Bu da gayet bilinçli bir şekilde çıktı. Bazı resimleri çimlerin içine gömmeyi de düşündüm ama yukarıda hiç atraksiyona girmemek istedim. Kendimden beklenmeyecek bir şekilde! Normalde çok şakalı şeyleri seviyorum ama bu sefer elimden geldiğince az tutmaya çalıştım.

İşin bir parçası olan video da ilgi çekici. Odaya ilk girdiğimde üzerime yavaş yavaş koşan köpekle uzun süre göz göze kaldım. Başka bir seferinde yağmurlu bir havaya denk geldim. Bir günü temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

Videoda köpek, güneşin doğuşu, bulutlar, fıskiye ve saat var; parkta bir günü anlatıyor. Yazın, özellikle boş yerlerde zamanın geçmeme hissi vardır ya… “Her şey sabit” dersin, bir ağırlık vardır. O yüzden yavaş sekanslar. İnsanlar akışı ve farklılığı yavaş yavaş yaşasın istedim. Günümüzdeki çoğu sanat pratiğine ters bu anlamda. Ağır, içeri girdiğinde hemen bir şey bulamıyorsun. Gözlerinin hemen kolay alışabildiği bir şey değil. Fırsatı olanların, orada bir beş-on dakika oturmasını, atıyorum telefonlarından yapacakları bir şey varsa onu yapmalarını ve sonra esere bakmaya dönmesini isterim. O şekilde daha çok şey bulacaklarını düşünüyorum. Kendi kafamda bir ritim var, günün ritmi. Ona uyum sağlamasına çalıştım. Kendi iç saatime göre kurdum diyeyim.

Teknik olarak Mark Hale yardım etti bana videoda. Çok da güzel çalıştık, ne kadar teşekkür etsem az. Kenara not aldığım bazı şeyler vardı; kurulanan bir köpek olmalı, yalanan kediler olabilir, bulutlar geçsin, park – bahçe ortamına dair basit şeyler. Bulduğumuz görseller arasından da Türkiye’de görebileceğimiz şeyleri seçelim istedim. 

Serginin açılmasına bir hafta kala konuştuğumuzda, her şeye sıfırdan başladığını söylemiştin.  Bu sil-baştan kararını nasıl aldın?

Mağara Modern isimli ilk fikir yalnız bir insanın yaşadığı bir oda kurma fikriydi. Kurgulayacağım evdeki malzemeler, kullanıma yönelik olmayan şeyler olacaktı. Çamaşır suları, köpek maması konserveleri, printer, faks, kutular, pet şişeler, şişme yatak falan olacaktı. Biraz insanın bilinçaltı psişesi gibi. Bir pencere olacak ve video orada oynayacaktı. Bir de cep telefonu olacaktı, o telefona her gün reels atacaktım, shitpost gibi. Ziyaretçiler okuyacak, belki interaktif olacaktı ama asıl manası zamansız bir yerde olması. Her şey aynı yerde, aynı zamanda oluyor; o da şimdi gibi bir fikir. Sanki hakkaten oradaki kişiye mesaj atıyormuşum, o da kendimin gelecekteki versiyonlarımdan biriymiş gibi bir zincir kurma fikri vardı.

Kulağa çok iyi geliyor, bu rafa mı kalktı tamamen?

Şimdilik rafa kalktı. Galerinin alt katını buna dönüştürmek çok iyi olacaktı ama alan büyüktü ve iki günümüz vardı kurmak için. İstediğim tadı alamayacağımı düşündüm açıkçası. İleride bir gün belki olur. Mekân yapma işini de çok sevdim. İlk defa yaptığım bir şey. 

Malzeme değiştirmekten ne kadar farklıymış peki?

Aynı şey. Bilmediğin bir şeyi yapmak daha kolay. Dışarıyı içeri alıp tamamen sahte bir şey yaratmak çok keyifliydi. Direkt orada çalışman gerekiyor olması biraz stresli bir şey. Üç gün sonra sergin olacak ama daha bir şey yapmamışsın, aklında sadece bir fikir olarak duruyor. 

Şu an en çok istediğim şey beni bir müzeye çağırsınlar, ben oraya bir bahçe yapıp üzerine çöp atayım. Öyle bir fetişim oluştu sergi sonrası. Birden fazla insanla bunu yapmak da istiyorum. Bu sergiyi kurarken bana Çağla (Ulusoy) ve Ali (Elmacı) yardım etti. Kendi aramızda bir ahenk yakaladık. Benzerini yeniden yapmayı çok isterim, müzelerle veya kamusal alanlarda izleyici ile buluşmak bu konuda ilerideki hayallerimden.

Fotoğraf: Berk Çakmakçı