Umudun imkânsız yörüngesi: The African Desperate

Yazı: Zelal Buldan

Feminizm, kimlik arayışı, ırkçılık ve Siyah kültürüne odaklı projeler ile adını duyuran Martine Syms, son işi The African Desperate ile bugüne dek anlattıklarının altını bir kez daha çiziyor. MUBI kataloğunda izlenebilecek filmin senaryosunda Martine Syms’e Rocket Caleshu eşlik ederken başrolde ise Diamond Stingily’i izliyoruz. 

Bu yazı, henüz The African Desperate filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

İzlemeden önce bilmeniz gerekenler

Martine Syms’i daha yakından tanımak isteyenler için: MUBI üzerinden The African Desperate dışında iki kısa filmine erişmek mümkün.

Bu iki filme kısaca değinmek gerekirse:

2020 yapımı She Mad: Bitch Zone; yaşadığı body shaming ve ırkçılığı rağmen Vogue kapağında yer alan ilk Siyah mankenin önderliğinde, bir kişisel gelişim kampında toplanan genç kadınların oynadıkları bir oyun ile kontrolden çıkışlarını anlatıyor. 

2021 yapımı Soliloquy ise; yedi dakikalık bir eleştirel monoloğu bir Sims karakteri eşliğinde gerçeklik ile sanal dünya arasında gidip gelerek izleyiciye sunuyor.

Konu nedir?

New York’ta Güzel Sanatlar / Heykel üzerine yüksek lisans yapan Palace’ın okulda son günüdür. Palace, ertesi sabah Chicago’daki aile evine dönecektir. Gitmeyi de kalmayı da becerememek üzerine 24 saatlik bir kayboluşu izlerken, sanatın sahte dünyasının derinliklerine ineriz.

Tek bir sahne üzerinden filmin derdini anlatırsak

Film, Palace’ın mezuniyet projesini jüriye sunması ile başlıyor. Palace’ın eserinin ismi: Umudun İmkansız Yörüngesi.

Jürideki hocaları tarafından Palace’a tezi, kariyer planı, geçmiş yaşamı hakkında pek çok soru soruluyor. Palace da bu soruların bir kısmının projesiyle bağlantısını kavrayamıyor. Sorular doğup büyüdüğü yerleri sorgulamaya varınca Palace’ın üzerindeki baskı artıyor; bir soruya “Şu an ırkçılık yapıyorsun.” diye yanıt veriyo. Karşısındakinden geri adım görmeyince de kendini ve derdini anlatmaya devam ediyor.

Jüri kararını açıkladığında, Palace mezun olduğunu öğreniyor. Yüzündeki ifade ise mutluluktan çok umutsuz bir tebessüm. Film boyunca bu gülümsemenin eşliğinde umudun imkânsız yörüngesinde dolanıyoruz. 

Karakterlere dair

Kimseye boyun eğmeyen, lafını esirgemeyen, kendi ayakları üstünde duran bir profil çizen Palace karakteri; kırılganlıklarını, yere düşüşlerini yakınlarından gizlediği gibi seyirciden de gizliyor. Kendisiyle baş başa kaldığı anlarda dahi elimize güçsüzlük adına bir koz vermiyor. Yardım almaya kapalı. Karşılaştığı her soruna, yanında taşıdığı başucu kitabından verecek bir alıntısı var. Bu aşamada çokça film, kitap önerisinde de bulunuyor izleyiciye. The African Desperate ilerledikçe, zaman geçtikçe kırılganlıklarını, hassasiyetlerini yavaş yavaş tanıyoruz Palace’ın. Bazen bir bakış ile bazen ise umutsuz tebessümünün takibi ile… 

Gittiği mezuniyet partisinde uyuşturucunun etkisiyle ilk kez yere düştüğünü gördüğümüzde bile güçsüzlüğünü saklıyor bizden. Aylardır bir adım atmasını beklediği adamın ona yardım etmesi, kendisini arabaya taşıması onun için bir hakaret niteliğinde. “Beni yolun ortasında öylece bıraksaydın da kendim kalkardım.” diyor. İzleyici olarak inanıyor ve onaylıyoruz; Palace kendi başına kalkabilir.

Diğer karakterler hakkında konuşmak için ise Palace bize çok fazla söz hakkı tanımıyor. Hiçbir zaman tam anlamıyla hayatına dâhil etmediği arkadaşları hakkında bilgi edinsek de üzerine konuşacak derinliğe erişemiyoruz. Palace’ın yalnız yürüdüğü yolunda diğer karakterler sadece belli kalıpların temsilleri olarak kalıyor. O, “Bu benim hikayem.” dercesine kendisine odaklıyor bizi. 

En çok nesini sevdim?

The African Desperate; Palace’ın zihnindeki imgelerin gerçekliğe yansıtılışı, ruh hâline göre değişen renk tonları ve filmin geneline yayılan ışık oyunları ile oldukça özgün ve ilgi çekici. Hikâyeye karşı merakın söndüğü yerde sinematografinin gücü devreye giriyor. 

Nasıl hissettirdi?

Filmin hissiyatını politik mesajlardan ziyade her sahnenin içine özenle yerleştirilmiş yalnızlık duygusu kontrol ediyor diyebilirim. Palace’ın eve dönüş treninde tek başına taşımaya çalıştığı bavullar yoğun bir yalnızlık rüzgârı savurur nitelikte. 

Filmin etkisi de tam da böyle: 
Rüzgârdan kaçmak veya rüzgâra teslim olmak arasında bir yerde… 
Gitmek ve kalmak arasındaki belirsizlikte…