Tabiat(ın)la tanışmak: The Animal Kingdom

Yazı: Zeynep Naz Günsal - İllüstrasyon: Sadi Güran

*Bu yazı, The Animal Kingdom’ı henüz izlememişler için bazı sürprizleri bozabilir.

76. Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” kategorisinde seyre sunulan, türlerarasılığı ve alt metni ile izleyicisinin algı ve beklentilerini en harika biçimde alaşağı eden Le Régne Animal / The Animal Kingdom, insanları sebebi tam da anlaşılmayan bir biçimde insan – hayvan hibriti varlıklara dönüştüren bir pandemiyi konu ediyor. Émile’in annesi ve François’nın eşi olan Lana da bu mutasyona yakalanmış kişilerden biri. Onun yanında olmaya çalışırken birbiriyle cebelleşen baba-oğul, Emile’in de dönüşmeye başlamasıyla ilişkilerinde başka bir kademeye geçiyor. Winter Boy (2022) ile dikkat çekmiş Paul Kircher ve Fransa’nın duayen aktörlerinden Romain Duris, bu rollerdeki hem bireysel hem de beraber performanslarıyla -deyimin her iki anlamıyla- göz dolduruyor. Adéle Exarchopoulos ise iyi niyetli ve alttan alta “love interest”imsi jandarma Julia’ya hayat veriyor.

Yönetmen Thomas Cailley’nin nevzuhur senarist Pauline Munier’in orijinal fikrinden çıkışla, onunla birlikte yazdığı yapım, Cailley’nin söylediğine göre kendisinin ilk uzun metrajı Les Combattants / Love at First Fight’ın (2014) da bir nevi önsözü niteliğinde. Öyküdeki karakterlerin tasarımında Blue Pills, Sandcastle gibi çizgi romanların yazarı Frederik Peeters’la beraber çalışan Cailley, kimi gerekli yerlerde VFX’ten faydalanırken, aslında yapımı bu teknolojiye çok kaptırmayıp pratik efektlere de ağırlık vermiş. Filmin görüntü yönetmeni ise kardeşi David Cailley.

Tanıtımından distopik bir tür body horror filmi izlenimi verse de esasında ekolojik duyarlılıkta varoluşsal bir büyüme hikâyesi bu. Hastalığın nedenine nasılına, olası tedavilerine odaklanmayıp; doğrudan bir bilim kurgu ürünü olarak değil, büyülü gerçekçi bir hikâye gibi yaşıyoruz The Animal Kingdom’ı. Tıpkı dönüşümünün az bir kısmını gözlemlediğimiz Émile gibi film de yavaşça mutasyona uğrayarak karamsarlığını, kıyamet sonrası enerjisini dağıtıp, coşkun bir özgürleşme masalına dönüşüyor. Paul Kircher bu durumu “bir yumurtanın çatlaması gibi” sözleriyle tanımlamış.

Krizde bir sistem

Resmedilen kimi antropomorfik varlıklar -özellikle hibritlerin kaçtığı arazide Émile’le gezindiğimiz sahnede- H.G. Wells romanı The Island of Dr. Moreau’yu anımsatıyor. Sonrasında akan ordu saldırısı sekansı da direkt Planet of The Apes serisini tınlatıyor. Dr. Moreau’nun kendini sürdüğü adadaki bedbaht deneklerden oluşan “Beast Folk”, tabi olduğu despot yasalardan gelişen “Are we men? We are not men.” sloganı ve bunun açmazı… Paris’ten Garonde’a hibrit hastaları sevkederken kazaya giren araçtaki canlıların kaçtığı ormanda yarattıkları sessiz sakin halk, kitabın ve 1977 veya 1996’ya tarihlenen film uyarlamalarının aksine, tehlikeli ucubeler kisvesinde deneyimlenmiyor. Bir iki adet jump-scare dışında acımak ve karakter tasarımlarının sihrine hayret etmek arasında gezinip, daha çok da merakla bakıyoruz onlara. 

Ülke salgınla mücadele edebilmeye ve birtakım çözümler üretebilmeye henüz başlamış iken bu canlılara onları anlamak, rehabilite ve tedavi edebilmek gayesiyle yaklaşsa da sistemin bunu yapabilmesi, kendini onlardan daha üstün konumlandırdığı bir düzene bağlı. Paris’te hibritlere ayrılmış tesislerden birinde kalan Lana için ziyaret edilen ilgili, nazik Profesör Valérie ve temsil ettiği yapı, bu yeni canlılara bir tür hiyerarşiyi ister istemez empoze etmekten, onları iyileştireyim derken bastırıp mahpus etmekten kaçamıyor. İnsan ve hayvan arasındaki çizginin her mutasyonla gittikçe daha da silikleşmesi, The Animal Kingdom evrenine mensup enfekte olmuş olmamış her karakterin perspektifini bulandıran, mutasyon aşamasındakilerin insanlığının, bunu tamamlamış olanların da yaşam hakkının unutulmasına neden oluyor.

Farklı bölgeler, nesiller ve ülkeler arasında bu canlılara davranma biçimi, onlara nasıl hitap etmeyi seçtiklerine göre bile farklılıklar göstermekte. Émile’in yeni okul arkadaşlarından bazıları onlarla ortak yaşayabilmek, barışçıl olmak gerektiğine inanırken; François’nın restorandaki patronu Jacques ve Garonde ise bu “yaratık”ları neredeyse gördükleri yerde vurabilecek gibiler. Onları “canavar”, “ucube”, birer “hilkat garibesi” gibi algılamakla sınırlılar. Karakterlerden birkaçı hibritleri tanımlarken, bestioles tabirini kullanıyor ki bu Türkçede hem “böcek”, hem de “hata” demek. Fix, Froggy ve bulundukları evreni dolduran diğer karakterler doğal sistemin “bug’ı, doğanın birer arızası gibiler.

Büyüme sancıları, kabullenme aşamaları

Saklamak için yara bantları dolanan tırnaklardan minik minik uç veren pençeler, gittikçe daha da belirginleşen bir omurga ve sırtta biten kürkümsü kıllar… Hemen göze çarpmayan, haftalar süren bu değişimler, An American Werewolf in London (1981) ve daha sonra örnek olduğu nice kurt adam temsilinin yaşadığı transformasyonlara zıt hızda gelişen bir evrim hâlinde burada. Bu bakımdan filmin beklenti ya da gerilim yaratan bir yönü de Émile’in ne zaman, nasıl ve tam olarak neye dönüşeceği. Sonlara doğru artık tırmanabiliyor, gözleri gece bir başka parlıyor, burnu hafif bir genişliyor fakat film bittiği noktada Émile, dönüşümünü tamamlamış olmuyor. Bunun sebebi yönetmen Thomas Cailley’nin bu evrime daha gerçekçi yaklaşma ve Émile’deki birtakım fiziksel farklılıklar kadar davranış ve dürtülerini de ön planda tutma isteği. Paul Kircher, bir kısmını koreograf Stéphanie Chene ile geçirdiği role hazırlık sürecinde tam olarak bu algı değişimine ve keşfine odaklanmış. Dikkatinde, tepkilerinde, doğayı ve dünyayı deneyimleme biçiminde gelişen yeni davranışlar; etrafına bakışı, yeni tikler ve yüz ifadelerine.

Émile’in bir kurda dönüşme süreci -en azından başta- anksiyete ve katıksız bir kontrolsüzlük hissiyle dolu. Değişmenin, kendine yeni, yabancı, belki de yanlış gelen dürtülerle tanışmanın ve bunlara kapılmanın ne kadar doğal ve evrensel bir deneyim olursa olsun daima yapayalnız yaşanan devasa bir psikolojik buhran olduğunu yakından anımsatıyor. Ergenlik kavramına cuk oturan metaforlar sunan benzer filmler arasından Raw (2016) hemen sıyrılan bir örnek. Émile’in annesinin istemsizce sebep olduğu ve filmdeki virüsün bulaşıcı olabileceğine dair yegâne donemiz olan yüz yarası, Raw’un baş kahramanı Justine’in ise annesinden miras kalmış yamyamlığı… Anneden çocuğa aktarılan “vahşi” dürtüler ve bu oluşla edilen mücadele var iki öyküde de. Émile ve Justine’in tabiatlarını başta bastırma ve inkâr etme, sonrasındaysa keşif ve kabul etme süreçleri birbirine neredeyse eş. Justine’in hikâyesi iç yaralayan ve karamsar bir notada bitiyor. Onu nasıl kanlı ve ölüm saçan bir yaşantının beklediğini tahayyül etmek durumunda kaldığı(mız) akıbeti, Émile’in öyküdeki sonundan -ya da başlangıcından- çok farklı. 

Bir diğer karşılaştırma ise Justine ve ablası Alexia’nın ilişkisiyle Émile ve The Animal Kingdom’ın bir nevi süper kahramanı -de facto maskesinden de ötürü- Fix arasında gelişen arkadaşlık arasında işliyor. Aynı Justine’e nasıl avlandığını gösteren Alexia gibi, daha dolaylı bir biçimde de olsa, Émile’in belki de dönüşümünü saklaması değil de keşfetmesi gerektiğini, “böyle bir hayatın da olabileceğini” ona gösteren kişi Fix. Filmin açılış sahnesinde zorla tutulduğu ambulanstan kaçarken tanıştığımız bu karakter, kurumlarda tedavi uğruna süründüğü bir yaşantıyla barışmaktansa tanımadığı bir ormanda kendisine tümüyle bilinmez bir hayata hazır ve nazır. Émile’in kendisine getirdiği balıkla gönülsüzce de olsa ona güvenebileceğini görüp yardımını kabul ederken; ona bu hayata iyisiyle kötüsüyle, bir şekilde uyumlanabileceğini gösteren, çektiği tüm çileye rağmen öykü içinde çok ideal bir figür. Émile’in, ve bukalemunlaşmış Froggy’nin -devasa kanatları yüzünden de belki- bir nevi koruyucu meleği. Émile de onunki. 

Korumak ne zaman bastırmak, pes etmek ne zaman azat etmek?

Émile’in deneyimi kadar, François’nın babalık ve iki farklı şekilde yaşadığı kaybı kabullenme sürecinde geçirdiği evrim de çok önemli. Eşinin göreceli kaybını hâlâ kabullenememiş, onu bulma çabasına ısrarla sıkı sıkı tutunan François, Émile’e danışmadan aileyi aniden bir sahil kasabasına taşıyor. Her gördüğü yaratığa “Lana olabilir mi?” diye bakıyor, onun kimi kıyafetlerini bahçelerinde bir yerlere asıyor belki koku alıp aileye geri döner diye. Bu kayıpla barışamaması nedeniyle yaptığı şeyler hem kendine hem de Émile’e kastetmeden çektirdiği bir çile. Lana gibi Émile’in de mutasyon aşamasında olduğunu öğrenmesi ise ikisinin ilişkisindeki krizlere bir başka katman ekliyor. 

Başta kızdığı tek şey Émile’in bunu ondan saklamış, ona bu kadar uzun süre yalan söylemiş olması. Hâlbuki Lana dönüşürken de ona yardım etmiş, o Émile’e saldırana kadar beraber yaşamışlar dönüşüm sürecini. Sakinleştiriciler, stres azaltıcı bitkisel çözümler… Émile’in ağzından öğrendiğimize göre iş Lana’yı yatağa bağlamaya gelmiş bir noktada.Tüm bunlar onun durumla baş etme, normalliği koruma çabası içinde olsa da Lana’yı aşırı baskılamış şeyler mutlaka. Onu da yitirmesin diye Émile’in belki de çoktan tabiatı oluvermiş fiziksel değişikliklerini, davranışlarını denetlemek zorunda hissediyor François. Émile, başta babasının yardıma hevesinden mutlu olup onun direktiflerine uyum sağlasa da -François’nın ona tüy dökücü krem kullanmayı öğrettiği sahne baya gülümsetici bu arada- doğanın çağrısına karşı gelemiyor ne yapsa. 

Tek ebeveyn olmanın koşullarını, koruma kaygısıyla çocuğunu bastırma, ardından durumla ve evladın tabiatıyla barışma hâlini tüm samimiyetiyle tasvir eden bir naçizane yapım da Mamoru Hosoda animasyonu Wolf Children (2012). İki yarı kurt çocuğun dul annesi Hana, oğlu Ame bir kurt olarak yaşamını sürdürmeye karar verdiğinde; onun bu tarafını her ne kadar şimdiye kadar idare etmiş, hatta kucaklamış olsa da eşini bu yüzden kaybetmiş. Ame’yle bu konuyu ilk kez konuştukları yağmurlu sahne, Émile Yaz Dönümü Festivali’ne geç ve tırnaklarını kesmemiş vaziyette gelince François ile aralarında çıkan kavgayla birbirlerine yakın. 10 yaşındaki Ame gecenin köründe dağdan eve dönüp onu eğitmiş tilki Sensei’nin yerine geçeceğini söylediğinde, Hana onun buna hazır olmadığını iletmek isterken “Sen bir kurt değilsin!” diyecek gibi oluyor; utançtan cümleyi tamamına erdiremese bile bu, aralarında büyük bir yarık açıyor. Aynı şekilde Émile ve François arasında zikredilen “Seni bulurlarsa yapayalnız olursun. Anladın mı?” ve “Asıl sen yapayalnız olursun.” lafları herkes için can acıtıcı. 

Bir ebeveynin çocuğu adına tutunduğu ideali, kendi isteğini ve buna bağladığı huzurunu onun özgürlüğü adına bırakması fikri The Animal Kingdom’ın son sahnesini tek elden tanımlayan hissiyat. Hayal ediyorum ki yapmayı göze alması en zor, fedakar ve erdemli şey. Hızlı gelişen bir kaçırma sahnesinden sonra oğlunu otoritelerden kurtaran François, kasaba sınırında Émile’in araba kapısını açıp “Git.” diyor önce. Émile bundan emin olamadığı zaman “Kaç!” diye bağıran babanın çocuğuyla belki de son kez vedalaşırken aralarında akan endişe, üzüntü, korku, asıl da heyecan… Romain Duris’nin gözlerinden bizimkilere dolan yaşlar ve Émile’in haykırarak ormanın derinliklerine doğru coşkuyla, âdeta ışık hızıyla koşmasıyla hissettirdiklerini doruğa taşıyıp, tam burada bırakıyor anlatmayı film ki zaten bundan ötesine öyküde sıfır ihtiyaç var.

Farklının buhranı ve kendini yaratan dünya

İzlerken zihnime not ettiğim -herhalde biraz fazla sinir olduğum için-, Émile’in yeni okulundaki sinir beden eğitimi öğretmeninin, çocukcağız bilmeden derse eşofmansız gelmiş, sonra da bir anlığına dikilip kendiyle n’apacağını bilememişken diğer öğrencilerden “ortamdaki hatayı bulmalarını” isteyip, hepsine “Hata Marindaze!” -Émile’in soyadı- dedirttiği sahne oldu. 

Yönetmen Thomas Cailley’nin merceğinden mültecilere, LGBTİ+ bireylere ve “farklı” addedilen herkese karşı her geçen gün artan sağcı antipatiyi filmdeki canlılara karşı alınan tavırla paralel görmek hiç zor değil elbette. Patron Jacques’ın çevrede serbest hibritlerin işini azaltmasından hayıflanırken sarf ettiği “İnsanlar korkuyor. Günümüzün hastalığı korku.” repliği, The Animal Kingdom’ın bütün mesajını özetleyen nitelikte. Benzerlikler üzerine inşa ettiğimiz toplumlarda, yaşadığımız dünyayı farklılıktan, farklı olmaktan korkarak anlamlandırmaya çalışmak gittikçe anlamsızlaşan bir zihniyet. Herkesin dışlanmak, hor görülmek korkusunun itkisiyle birtakım oluşlara uyumlanarak toplumu ve “normal”i yarattığı nosyonu esasında çok klişe. Yine de her hatırlandığında yaşattığı şey devasa bir kırılma. Hemen ardından çektirdiği de öfke, tutku ve umut dolu bir “H***ktir!” 

“Critter” fenomeni insandan hayvana geri dönen bir yetki devri mi yoksa daha yüksek bir gücün, salt doğa söz konusu olduğunda zaten hep baki olmuş esasi bir gerçeği -her varlığın doğa huzurunda ve nezdinde eşit olduğu gibi- yok saymayı imkânsız kılmak için mevcut düzene olan müdahalesi mi? Seni sertçe insanlığına dışarıdan bakmaya yönlendiren ve bunu o kimlikten soyutlanmış bir hâlde görme durumunda bırakan bir fenomen. Bu hem egoyu tümüyle öldüren hem de doğa ve dünyayı algılama dağarcığının skalasını milyon kez genişleten bir konsept. 

Émile’in hayvansal dürtüleri artık bastırılamayacak hâle geldiğinde yaşadığı bir kriz de bunun dıştan içeri değil, içten dışarı türeyen bir dönüşüm olması. İnsan olmak kavramı bunun tam tersi yönünde gelişen bir oluş. Virüse yakalananlar sadece hayvanlaşmıyorlar; adım adım insan olmayı, buna dair temel alışkanlıkları da unutuyorlar. Konuşmak, okumak yazmak, bisiklete binmek, çatal bıçak kullanmak gibi eylemler anlaşılamaz davranışlara dönüşüyor. Bunun düşündürdüğü de insanlığın tabi olan değil uyumlanılan; dil, davranış, edep adap derken, eğitimi kademe kademe genişleyerek devam eden bir süreç oluşu. Aynı şekilde kimliğini keşfetmek, onu tanımlamak da öyle. 
İnsan ve hayvan arasında bir alt üst ilişkisinin, hatta “insan vs hayvan” gibi bir ayrımın aslında olmadığını, hepimizin tek bir krallığın tebaası olduğumuzu vurgulayan bir öykü The Animal Kingdom. İki türe ait vücutların böylesine iç içe geçmiş biçimde sunulması başka ne anlatmak isteyebilir ki?