Kâğıt üzerinde çok iyiyiz: The Curse 9. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie ortaklığı The Curse, yarattığı heyecan dalgasını boşa çıkarmıyor. Dizinin “Down and Dirty” isimli 8. bölümüne burada göz atmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 9. bölüm “Young Hearts” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk dokuz The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 9: “Young Hearts”

Vuf! O neydi öyle? Oldukça yoğun ve gergin bir bölümdü. Sondan bir önceki olduğunu düşünürsek bu da beklenen bir şey olmalı tabii. Emma Stone’dan eleştirilerim için af dilemiştim daha önce. Başlarda biraz uyum sorunu yaşar gibiyken yavaş yavaş olaya sağlam dâhil olmuştu. Bu bölümde de harika bir Nathan Fielder ile iyi iş çıkarıyorlar. Özellikle çekimlerde kamera karşısındaki sahte cilveleşmeleri bayağı iç gıcıklayıcıydı. Stone ile Fielder’ı oyunculuk açısından karşılaştırmak biraz abes geliyor kulağa, biliyorum. Biri Oscar ödüllü bir A-liste Hollywood yıldızı, diğeri “garip” komedilerle adını yeni yeni anaakıma duyuran bir isim. The Curse dizisinin yazarı olarak da Fielder tabii ki kendi güçlü yanlarını, potansiyelini bilerek yazıyor ister istemez. Fielder’ın bir önceki işi The Rehearsal’daki kadın karakterlerinin minimal oyunculuk yaklaşımı burada işlemezdi. Kısaca Stone’un karakteri yeni bir deneyim oldu herkes için. Baskı en çok ondaydı. Bu bölümle bunun altından hakkıyla kalkabildiğini gösterdi.

Bölümün son sekansı muazzamdı hakikaten. Ama oraya gelmeden başka güzel anlar da vardı. Öncelikle müzik için John Medeski’ye tekrar teşekkür etmeli. 9 bölümdür ortama kattığı kasvet ve gerilim her zaman yerli yerindeydi. Çok iyi iş çıkarıyor. Ayrıca bowling sahnesinde Rod Stewart’tan “Young Turks”ü çalmak kimin fikriyse onu da kutlamalı. Yine kamera işçiliği de üst seviyedeydi. Bölümün yönetmeni Fielder’ı öveceğiz burada. Özellikle televizyon yapımcısıyla olan yemek sahnesini müthiş dar kadrajla ama bu sayede o kadar etkili kotarışı, ne bileyim Cannes’da yarışan herhangi bir film kalitesindeydi. Her ne kadar Asher’ın eli kolu sahnede bir tık fazla oynamış olsa da. Whitney’nin Cara Durand’ı spa’da çalışırken bulduğu sekansın da bahsini geçirmeli. Cara’nın “hayatını yeniden gözden geçirdiğini” söylemesine verdiği tepki, nahoş ortama mimikleriyle kattığı tat; Stone’un en güçlü performanslarından birinin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Whitney’nin bölüm başındaki ikiyüzlülüğünün samimiyeti de ayrı bir keyifti. Bölümün Haneke-vari introsunu da es geçmeyeyim. Asher’ın da yerinde deyişiyle o “stupid fucking” lanet konusuna da değinilmeyince bölümün ritmi de çok iyi oldu. Birkaç bölümdür diziye adını vermesine rağmen “lanet” ile ilgili olay örgüsünün dizinin en zayıf yanı olduğundan dem vurmaktaydım. Bu bölüm sanki bunu onayladı.

Kanımca karakteri “gerçekçi bir bürokrat” tadında olan Asher’ın gittikçe dara düştüğü ve patlamaya hazır bir bomba olduğundan bahsetmiştik geçtiğimiz bölümlerde. Bu kez yine klas bir ters köşe yaparak kendini soktuğu cendereye daha da sıkıca girdi. Whitney onu uzaklaştırdıkça artık çok da gizli olmayan(!) mazoşist bakış açısı iyice çıktı ortaya. Bowling salonunda iş arkadaşına koyduğu postadan aldığı zevk onun için pek de hayırlı olmadı sanki. O şairane bölüm sonu tiyatrosunda kapıdan çıktıktan sonra ne düşündü, niye geri geldi bilemiyoruz (ya da biliyoruz) ama iplerini biraz daha gevşetti ya da bu hastalıklı bir kontrol amaçlı gizli ajandasının bir parçasıydı. Whitney’nin Asher’dan ayrılmamasının nedeni olan televizyon programı için yaptıkları çekimlerin, ayrılmalarının nedeni olması güzel yaratılmış bir paradoks. Daha önce de yazmıştım ama herkes ilişkilerini (sadece evlilik, sevgililik olarak değil yakın arkadaş, eş dost akraba da olabilir) böyle müziklerle, cutlarla bezenmiş bir reality şov programı olarak izlese, insanlık olarak hâlimiz niceydi kim bilir. 

Son olarak da bir parantez açmak isterim: Son dönemin bir başka komedi şaheseri I Think You Should Leave with Tim Robinson’ın ilk sezon 3. bölümünün ilk skeci (zincirleme isim tamlaması için üç defa!) burada Whit ve Ash’in yaşadığı sorunun arşa değen bir absürtlükle işlenmiş hâli gibi. Hatta başlamışken devamını da izleyin derim. Zira tüm bölüm efsane kategorisinde olmalı, müzede saklanmalı.

The Curse’e referans olarak ne verebiliriz bilemiyorum. İzlediğim hiçbir şeye benzemiyor açıkçası. Evet, Curb Your Enthusiasm gibi yapımlardan bir takım ipuçları bulabiliriz ama sonrasında gelişen şey bambaşka. Asher’ın durumları kabulleniş biçiminden doğan öyle bir gerilim ve kinetik enerji var ki son bölümde, benzetmemi mazur görün, bir tüfek alıp herkesi indirse şaşırmayacağım. Umarım öyle bir bitiriş olmaz tabii, hiç sanmıyorum zaten. Çok şaşırtıcı, düşündürücü ve eğlenceli bir yolculuğun son ayağına gidiyoruz. Tanrı hepimizi korusun.