Aristokrasinin bulaştığı şeyler: The Gentlemen

Yazı: Meltem Demiraran

Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) ve Snatch’in (2000) ardından bu kez The Gentlemen (2019) da diziye uyarlandı. Guy Ritchie denince çeliği bile kesecek diyalogların, hınzır sırıtışların, ihtişamlı takım elbiselerin ve etrafta uçuşan kurşunların bizi beklediğine emin oluveriyoruz. Fikrimce hak ettiği ilgiyi göremeyen Wrath of Man (2021) ve The Gentlemen’in (2019) ardından dizinin alacağı tepkiler de merak konusu. 

Guy Ritchie’nin David Caffrey, Eran Creevy ve Nima Nourizadeh ile birlikte yönettiği The Gentlemen (2024) Netflix’te. Dizinin oyuncu kadrosunda ise Theo James, Kaya Scodelario, Daniel Ings, Vinnie Jones ve Joely Richardson yer alıyor. 

*Bu yazı, henüz The Gentlemen dizisini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân 

Günümüz İngiltere’sindeyiz. Uğrak noktalarımız ise saraylar, kenevir seraları, ikinci el araba satış noktaları, boks ringleri ve lüks hapishaneler…

Konu nedir?

Aristokratların ünvanlarını gösterişli şapkalar gibi taşıdığı ve gangsterlerin kenevir işini âdeta bir limonata tezgahı gibi yönettiği bir İngiltere burası. Bir ordu kaptanıyken babasının ölümünün ardından ailesinin finansal sorunlarını çözmeye çalışan Eddie Horniman kendisini kazara bir suç dükü olarak buluyor. Yürüyen bir felaket olan kardeşi Freddie ve Glass ailesinin ise çatışmalar ve ihanetler ile başa çıkmaya çalışan Eddie için işleri kolaylaştırmaya hiç niyeti yok.

İzlemeden önce bilmemiz gerekenler

Guy Ritchie’nin The Gentlemen (2019) filmi, modern ve küreselleşmiş bir 21. yüzyıl Britanya suç anlatısı. Ritchie’nin yükselişini başlatan Lock Stock ve Snatch gibi yalnızca Doğu Londra’nın çalışan sınıfının yeraltı dünyasına sert bir bakış sunmak yerine; The Gentlemen (2019) küresel suç, skandal ve güç oyunlarını gözler önüne seren kültürel bir dönme dolap. Ancak dizi için aynı şeyi söylememiz pek mümkün değil. Daha çok aristokrasinin bulaştığı şeylerle ilgiliyiz. Sekiz bölümlük sezon bir prequel veya sequel değil. Yani ne Matthew McConaughey ne de Colin Farrell ve müthiş eşofmanları var karede. Ancak filmde olduğu gibi pek çok The Godfather (1972) referansı serpiştirilmiş diziye.

İlk intiba?

Dizi Eddie’nin karizmasını fosforlu kalemle çizerek yapıyor açılışını. Peşine ise avını uzaktan izleyip sözde bir yardım eli uzatmak üzere cenazeye arzı endam eden Susie Glass’ı görüyoruz. Horniman ailesinin içinde bulunduğu karmaşık finansal durumdan haberdar olur olmaz da işler karışmaya başlıyor. Freddie’nin “beyazlar” ile desteklenmiş kostümlü tavuk dansı, Jimmy’nin saflığı, Bobby Glass’ın posta güvercinleri, yeşil Lamborghini, Mercy’nin vahşeti derken olanlar oluyor. 

Hikâye anlatımı, aksiyon sahneleri ve ani zoomları ile tam bir Guy Ritchie işi izliyoruz. Kimi öngörülebilir öğeler olmasına rağmen, dizi eğlenceli bir anlatı sunuyor bence. Eddie ve Susie arasındaki dinamikler ise oldukça keyifli diyebilirim.

Karakterlere dair neler söyleyebilirsin? 

Eddie ve Susie’nin dinamiğinin bu kadar iyi olmasının veya ortak bir paydada buluşabilmelerinin sebebi bir ihtimalle ailelerinin onlara yüklediği sorumluluklar olabilir. Her ikisi de dayanıklı, değişen koşullara uyum sağlayabilen, sorumluluk sahibi, strateji kurmayı bilen, kurnaz, çözüm odaklı ve ailelerine sadık olarak tasvir ediliyor. Üstelik her ikisinin de canının her istediğini yapan birer kardeşi var. Nasıl Freddie, Eddie’nin başının belası ise Jack de Susie’nin başının belası diyebiliriz. 

Freddie ve Jack’in karakterleri ilk bakışta derinliksiz görünse de aslında epey potansiyel taşıyor. Her ikisinin de başına buyruk hâlleri dizinin olay örgüsünü çeşitlendirmek konusunda oldukça etkili. 

Jimmy’nin saflıklarının da olay örgüsü için bir itki yarattığını söyleyebiliriz ancak Jack ve Freddie’ye kıyasla aldığı ekran süresine rağmen yalnızca Jimmy’nin anlatının içindeki iyi bir hikâye anlatıcı ve komedi unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Derinleşmeye pek gebe durmayan bir karakter ne yazık ki. Tamasina için de aynı şeyi söylemek mümkün.

Öte yandan Geoff, Lady Sabrina ve Charlotte üçlüsünün her birinin arasındaki ilişki ve denge nereye varacağını merak ettiriyor.

En çok neyi sevdin?

Vinnie Jones’u. Bu elbette çok kişisel bir yorum ancak yağ gibi akan oyunculuğuyla Vinnie Jones’u Horniman ailesinin bahçıvanı Geoff olarak görmek inanılmaz keyifliydi. Geoff bir tutkal gibi Horniman ailesi için. Sıradan bir “sert adam” olmaktan çok içgörüsüyle etrafına bilgelik saçan, hem insanlara hem hayvanlara karşı korumacı biri.

Diyalogların ve ses tasarımının da oldukça tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Diyaloglar oldukça açık ve net. Bu netlik, hikâye boyunca kurgusal noktaların, karakter etkileşimlerinin ve tematik unsurların geçirgenliğine olanak tanıyor şüphesiz. Anlatının devamlılığı için hayati önem taşırken dudağımızın kenarını da kıvırmayı ihmal etmiyor. Ses tasarımı ise izleyicileri dizinin farklı mekânlarına taşıyarak zengin ve etkileyici bir atmosfer yaratıyor bence. 

Halstead Manor’ın gösterişli iç mekânlarından Londra’nın suç dolu sokaklarına varana dek arka plandaki ve atmosferik sesler her sahnenin ruhunu ve tonunu belirliyor.

En az neyi sevdin?

Filme kıyasla gerçek dünyaya dair çok daha az eleştiri taşıdığı kesin dizinin. Stereotipleştirmelerin keskinliği ve etnik temsillerin azlığı ise başka bir olumsuzluk olarak görüldü. Aşırı derecede tanıdık temalar üzerinden gidiyoruz, bu da doğru bana kalırsa. Guy Ritchie’nin elinden çıkan bir şeyler izleyip keyif almak istiyorsak başvurmak için oldukça doğru bir adres fakat kesinlikle bir çığır açmıyor.

Ancak tempo sorunlarıyla ilgili yapılan yorumlara pek katılmıyorum. Bence gayet iyi bir temposu var dizinin, son iki bölümde de oldukça iyi toparlanıyor her şey. Üstelik ikinci sezona dair merak edilen şeyler de var. Eddie ve Susie’nin devraldıkları kenevir işini nasıl devam ettireceği, Geoff ve Charlotte’un arasındaki dinamiğin nasıl gelişeceği, Freddie ve Jack’in başlara başka ne işler açacağı ve Uncle Stan ile Bobby Glass’ın hapishanenin keyfini daha ne denli çıkarabileceği gibi.

Bunu seven şunları da sever

Elbette Snatch (2000). Ve tabii ki In Bruges (2008), Seven Psychopaths (2012) ve Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017). Yani Martin McDonagh’nın ta kendisi. Belki Layer Cake (2004) ve Peaky Blinders (2013-2022).

Yazara / yönetmene bir soru soracak olsan ne olurdu?

Snatch ile gönlümüzde kurduğunuz tahtı yaş 60’a varmadan daha orijinal bir senaryo ile arşa vurdurmayı düşünmez miydiniz sevgili Guy Stuart Ritchie?