Erdemli yalanlar: The Holdovers

Yazı: Zeynep Naz Günsal

Bu yılı geç, Home Alone serisinden beri geçmiş 30’u aşkın yılın tek gerekli ve önemli Noel dramedisi olduğu iddiasının arkasında uzun süre duracağım The Holdovers; kadrosunda Paul Giamatti, son birkaç yılda komedi yapımlarında parlamayı sürdürmüş Da’Vine Joy Randolph, sektöre bu ilk rolüyle henüz adım atmış Dominic Sessa’yı buluşturuyor. Hicivli sinemacı Alexander Payne’in yönettiği yapım, lapa lapa karlı ortamına tezat biçimde prömiyerini ağustos sonu 50. Telluride Film Festival’da yaptı. An itibarıyla vizyonda ve “yılın en iyileri” listelerinin birçoğunda üst sıralarda yerini almış durumda. 

*Bu yazı, henüz The Holdovers filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Zaman dilimi ve mekân

Aralık 1970, Vietnam Savaşı’nın son evreleri, Noel tatili. Yaklaşık 30 günlük bir zaman dilimini kapsıyor. Boston, New England’daki prestijli yatılı okul Barton Akademisi’ndeyiz. Bir ara kaçıp şehir merkezini gezmeye, True Blood’ın Charlene’i, cânım Carrie Preston’ın canlandırdığı öğretmen / yarı zamanlı garson Lydia Crane’in evindeki kutlamaya da çıkıyoruz. 

Konu nedir?

Gıcık ve katı tarih öğretmeni Paul Hunham, Noel tatilinde gidecek yeri olmayan talebelere kendisinin de mezunu olduğu Barton Akademisi’nde bakıcılık yapma görevini üstlenmek zorunda kalmıştır. Oğlunu savaşta yeni yitirmiş kafeterya şefi Mary Lamb, annesi ile üvey babası yılbaşında onsuz balayı yapmaya sevk olmuş isyankâr öğrenci Angus Tully de kampüsün tutsaklarındandır. Tüm diğer öğrenciler kurtulup bu koca okulda birbirleriyle baş başa kalan üç insan bu iki hafta içinde birbirlerini çeşitli yönlerden kurtaracak, birbirlerine geçici süreliğine yeni birer aile olacaklardır. 

İzlemeden önce bilinmesi gerekenler

*On yıllarca birlikte dirsek çürüttüğü senarist Jim Taylor ile kaleme aldığı Citizen Ruth (1996), Election (1999) About Schmidt (2002), Sideways (2004) gibi güzelim filmlerden sonra – düpedüz fiyasko ilan etmeye gönlüm el vermese de- kariyeri nezdinde pek de iftihar edilemeyecek bir ân olan Downsizing (2017) yönetmenin son filmiydi. 

*Payne’in bu seferki yaratıcı partneri David Hemingson, senaryoyu -yönetmenin direktifiyle- hem Fransız sinemacı Marcel Pagnol’un klasiğin klasiği Merlusse (1935) filminden hem de kendi yatılı deneyimlerinden esinlenerek yazmış.

*Barton Akademisi’ni çekerken kullanılan Massachusetts’teki beş okuldan biri olan Deerfield Akademisi aynı zamanda Dominic Sessa’nın okulu; Payne de kendisini buradaki yaklaşık 800 erkek öğrencinin arasından seçmiş. 

İlk intiba

Payne yazmakta ve ekrana aktarmakta duyarlı, içgörülü ve ustalıklı olabildiği kadar işlediği ailesel/ilişkisel işlevsizlikler, kronik depresyon, yalnızlık gibi meseleleri kocaman bir kucaklayıp sonrasında çabasızca tiye alan bir biçimde ele alabilen biri oldu hep. Giamatti’yle bundan önceki tek projeleri Sideways’in yanı sıra – The Descendants (2011) Nebraska (2013) gibi işleriyle fonksiyonu zor ama nihayetinde gerekli ve verimli yakınlıklar betimlemişti. The Holdovers ise bunlar gibi kalbi devasa bir film olması bir yana aşırı komik. Doğalından ve doğrudan, çığır açmayan ama belli yerleriyle net sesli güldüren bir mizah hâkim öyküye. 

70’lerin resmen başladığı yılın ve çağın nostajisinin her alan ve anlamda yaşatıldığı filmin sadece estetiği, sanat yönetmenliğiyle değil sahne geçişlerindeki numaralarla -sahneden sahneye ısrarla yaptıkları fade’li kesişlerle- bile veren bir film. Yapay grenler ve ufak çentikler iliştirilmiş karelerle o yılların ilüzyonunu yaratmaya prodüksiyonda büyük bütçe ve heves verilmiş. Nitekim yapım de zaten dönemin bant film estetiğini taklit ederek dijital çekilip, sonra dağıtım aşamasından evvel Kodak filme aktarılıyor. Arada kadraj titriyor; birileri oturup kalkınca mesela. Kimisi açıkça zorlama gelen tüm bu spesifik çabaya rağmen nasılsa doğal ve “dönem film”liği tam da bu yüzden hemen ve etkili biçimde içine alıp atmosferine sarmalayan, dışarıdaki karın loş, soğuk ışığıyla eşleşen “sıcacık” bir dokusu var. 

Film Noel’de olduğumuzu izleyene de üçlümüze de sürekli hatırlatmasına rağmen “Noel filmi” janrının bilindik seçimleriyle yılın bu zamanı etrafında şekillenen içi boş olumlamaları değil; bunların ulaşamayacağı yerlerde edinilen bir bağlar üçgenini aktarıyor. Tam da bu yüzden süper bir Noel filmi. Hayatı sürdürebilmek için bir yerlere gömmesi pratik derin sıkıntılarla yüz yüze getiren ama bunların böyle şartlar nezdindeki kolektif coşku ve mutluluk ortamı gereği yine rafa kaldırılmasını gerektiren sinir bir konsept burada Noel. Aslında can sıkıntısı ve hüzünle kol kola olması hiç işten gelmeyen bu olgu özellikle öykünün çekirdek ailesi söz konusu olduğunda hepten ön planda. 

Depresyon ve genelinde ruh sağlığının, bunların sosyal içerikte gündem yapılmaması caiz olduğu bağlamlarda, hele de bunlara dair unsurların hâlen fazlasıyla bilinmez ve tabu olduğu koşullara bakmak göz açıcı ve kalp kırıcı. Angus’un öldü dediği babasının sanatoryumdaki yürek dağlayan akıbeti ve ikisinin de kullandığı zamanın depresyon ilacı Librium’a Angus’un “düşük enerji için vitamin” deyivermesi gibi detaylar, gelişmiş ve biraz daha insancıl bağlamlarda yardım alabilmenin konforu bir yana; kendimizi patolojize edip tanımlayabilmenin stigma yaratan değil avutan bir yanı olabildiği günümüz algı rahatlığından sert bir şekilde çıkarıyor bence kafaları. 

Paça kurtarma, belki birtakım gerçeklikleri süsleme işlevli ikisinin paylaştığı yalanlar, Angus’un yasaklı olmasına rağmen babasını görmeye gitmesine sonucu okuldan atılması, böylece militer okul Fort Union’a yazdırılıp Curtis gibi şartların zorlamasıyla orduya girmesi tehdidi ortaya çıkınca bambaşka bir bağlama oturuyor. Filmin son yarım saatinde ikisinin de söylediği birer yalan, esasında devasa hakikatler barındıran olgular. Angus’un pederi onun tanıdığı babası değil ki. Onun yerinde gözleri korkudan çıldıran, kafasında akanlardan kaç yıl görmediği oğluna kulak dahi veremeyen bu adam mı Thomas Tully? Paul ise Angus’u kaçmaya çalışırken yakalayıp, sonra ona eşlik etmeye karar vermiyor mu? Şehir merkezine de onun gazıyla gitmediler mi? Kâr gütmek için gerçekliği çarpıtmıyorlar. Bunu ya bir tür şeyleri kendi gerçekliğinde ifade etmek, yüzleşmek ve sıradan hayatlarına devam edebilmek gibi şekillerde yapıyorlar. Ayrıca bu yalanlar aralarındaki sırların, sırlar da gerekli bir güvenin oluşmasına vesile oluyor. Paul’un, Angus’a öykünün başından beri ara ara zikretmesi gerektiği okul mottosu “Barton men don’t lie.”/”Barton erkekleri yalan söylemez.” gülümseten bir ironi seviyesinde bırakıyor kendini. 

Finale kadar aslında Paul’un hangi gözünün tembel olduğunu bilmiyoruz bu arada. “Demin soldaydı şimdi niye sağda? Ben mi takip edemiyorum?” diyebilirsiniz; deyin. Angus öykünün ortalarında hocasının hangi gözüne bakacağını seçemediğini itiraf ediyordu. Ancak Paul, Angus için ona kendi etrafındaki herhangi birinin yapabileceği en büyük iyiliği yapıp kendini feda ettiğinde; böylece ilişkileri hem anlam kazanıp hem pratik anlamda bittiğinde söylüyor nereye bakabileceğini. Angus -ve aslında Paul’un kendisi- ile Hunham’a bir adım daha yaklaşıp hocanın çekirdeğinde nasıl bir insan olduğunu ve öğretmenliğini tanımlayan biricik an, esasında eğitimciliğine son veren olay oluyor. Hoş sonraki sahnelerde gözün yeri tekrar değişiyor da… 

En çok hangi sahneye yükseldin?

Hunham’ın eskiden talebesi de olmuş yalaka müdür muavinine giderayak yapıştırdığı ”insan şeklinde penis kanseri” tabirine çok koptum nedense. Tam sulugöz moduma geçecekken süper geldi. 

Karakterlere dair

Mary, Paul ve Angus’u birleştiren bir şey de içinde var olmak durumunda kaldıkları sistemin birer kurbanı olmaları. Babası, amcası, eniştesi kampüste bilmem nereyi yaptırmış, kimi tanıyormuş türevi ilişkilere duyulan sadakatten yeterince avantajlı olmayanı ya da çıkar üstüne kurulu bir ilişkiye bir şey katmayanı harcayan ayrımcı bir yapının içindeler mecburen. Lanse ettiği erdem ve prensibe rağmen tümüyle adaletsiz ve yozlaşmış okul -asıl ülke- çapı bir sisteme mahkûm ve ihtimallerin tümüyle onların aleyhine olduğu üç müthiş insan.

Angus ve Paul’un arasındaki dinamiğin evrimi başta aralarındaki hiyerarşi ortada bu dengeyi meşru kılacak bir okul yokken bile aralarındaki karşılıklı meydan okuma, koşulların onları zorlamasıyla bir çıkar ilişkisine dönüşüyor. Angus’un okul koridorlarına Paul’dan ona işkence etmek için kaçarken geçirdiği trambolin kazası, fakülte bunu öğrendiği takdirde kovulacağı kesin Paul’u ilk kez bir öğrenciye muhtaç ederken onu aynı zamanda -belki de herhangi bir- öğrencisiyle ilk kez empati kurmak durumunda bırakıyor. Angus’un omzunun yerine geri takılışını çocukcağıza üzülüp kıyamamak ve içi fenalaşmak arasında bir hâlde gördüğümüz anda ilişkilerine start veriliyor zaten. Dışlanmışlıkları, edinilmiş aykırılıkları, inatçılıkları, ahlak ve etikliği muğlak ama gerekli seçimleri…