Söylemler ve eylemlerin tezatı: The Killer

Yazı: Meltem Demiraran

David Fincher bu kez, Alexis “Matz” Nolent ve Luc Jacamon’un ortak üretimi Le Tueur / The Killer adlı çizgi roman serisinin aynı adlı uyarlamasıyla karşımızda. Bir tetikçinin dünyasına dair içgörü sunarak, seyirciyi gerilim dolu bir yolculuğa çıkaran filmin oyuncu kadrosunda Michael Fassbender, Tilda Swinton ve Charles Parnell yer alıyor. Fincher’ın dört yıllık kontratının alametifarikası The Killer, Netflix’te izlenebilir.

*Bu yazı, The Killer’ı henüz izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Konu nedir?

David Fincher’ın The Killer’ı, titiz(!) bir tetikçinin kariyerinde nadir görülen bir aksaklık yaşandığında neler olacağının sinematik bir keşfi. En ince ayrıntısına kadar planladığı suikast ters gidince, arkasında kaostan bir kuple iz bırakarak dünyayı dolaşan bir maceraya atılıyor baş karakterimiz. Paris’teki WeWork’ün terk edilmiş ihtişamından Dominik Cumhuriyeti’nin güneşle yıkanan plajlarına kadar uzanan bir yolculuktayız. Arada birkaç ABD şehrine uğramayı da ihmal etmiyoruz tabii. Kaçırılan hedeflerin, olay örgüsünde beklenmedik değişimlere yol açtığı ve en duygusuz suikastçının bile intikamın mizahla servis edilen bir yemek olduğunu anlayacağı bir hikâye izliyoruz.

Fasulyenin faydaları

*Fassbender’ın canlandırdığı baş karakter kasıtlı olarak isimsiz. Hâlihazırda esrarengiz olan karaktere ekstra bir gizem katmayı amaçlamışlar. 

*Gizemli tetikçi, kusursuz öldürme becerileri ve tartışmalı moda anlayışıyla tanınıyor. İmzası ise tropikal gömlekler ve balıkçı şapkalar.

İlk intiba?

Baştan ağzımdaki baklayı çıkarayım: İzlediğim en iyi Fincher işi bu değil şüphesiz. Filmografisi Fight Club, Se7en gibi kültlerle dolu birinden söz ediyoruz. Yine de bir Fincher filmi ama hakkını da teslim etmek lazım.

Müthiş bir sinematografi eşliğinde bir dizi aforizma dinliyoruz. Vizörden baktığımız sahneler ve ana karakterin sokağa her göz atışında kulağımıza çalınan The Smiths parçalarıyla her şey kararında. Üstelik Morrissey, zaman zaman yüreğimi deşmek için oynat tuşuna basmak suretiyle işe aldığım kişisel işkencecim olduğundan, gayet mantıklı bulduğum bir müzik seçimi bu.

Şans yok. Karma yok. İçinden gelen kanundur. Fakat aman diyeyim yogadan, mantradan eksik kalmayalım. Şöyle biraz Zen, biraz varoluşçuluk, az biraz da şüphecilik ekleyelim. Gerçeği kabullenmenin getirdiği özgürlüğü de unutmayalım tabii. Empatiye yer yok. Doğaçlamaya ise hiç gerek yok. Plana sadık kal filan derken güzelim siyah derilerin içinde salınan kadıncağız küt diye gidiverdi.

Bu rezil rüsva durum, baş karakterin kız arkadaşının saldırıya uğraması ve kendisinin intikam arayışına girmesiyle de giderek çığ gibi büyüdü. Sistematik bir kan davasının ortasında tropikal gömlekli bir tetikçiyi takip ediyoruz. “Her şey çok komik yahu.” diyorum kendi kendime. Disiplinle kafayı bozup her öğün hamburger yiyen birinden söz ediyoruz, nasıl komik olmasın. 

Kendisinin soğukluğuna karşın, latin baharatına bulanmış sevimli taksiciyi çat diye vuruşuna ve epey bir süründürüp merdivenlerden iterek öldürdüğü kadıncağıza da bir miktar hayıflandık. Ee alışmış kudurmuştan beterdir demişler diyor ve tetiği çekip son hızla devam ediyoruz. 

En çok neyi sevdin?

Bir Fincher filminde Fassbender ve Swinton’ı izlemeyi sevdim tabii. Fassbender’ın “cool” hassasiyeti, tek boyutlu olmaya müsait baş karaktere bir miktar derinlik katıyor diyebiliriz. Katilin profesyonelliğini kırılganlık anlarıyla dengelemesi baya yerindeydi bence. Swinton’ın hicivli karakteri ise bir harikaydı. Amansız aksiyonun ortasında nefes aldıran bir durak görevi görürken, aynı zamanda tetikçinin dünyasına ışık tutan bir diyalog sundu. Baş karaktere soktuğu laflar da içimizin yağlarını eritti şüphesiz.

Rutinlerin, üzerine düşünülür eylemlere dönüştürülmesi de film boyunca etkileyici bulduğum bir şey oldu. Kara mizah ve gerilimin homojen bir karışımı var bence önümüzde. İnsan doğasıyla ilgili de çeşitli dürtmeleri var filmin, “Bak bunun üzerine bir düşünsen mi?” diyor yani. İstemezsen de sen bilirsin; söylemleri ve eylemleri tezatlarla dolu bir karakteri izleyip geçmek de sana kalmış.

En az neyi sevdin?

Şimdi yalan da söylemeyeyim; karakterlerin de öyle ahım şahım bir gelişimi yok. Bağ kurulacak samimi ayrıntılardan ve arka plandan yoksun karakterlerle dolu boş bir sayfa var ortada. Seslendirme anlatımına çok sırtını yaslamış durumda film. Baş karakterin zihnine dair içgörüler iyi bir kara mizah damarı tutturmuş olsa da senaryonun kuvvetine dair potansiyel soru işaretleri bırakıyor. Gerilim türünün geleneklerine aşinaysanız, film boyu öngörülebilir şeylerle karşılaştığınızı söyleyebilirsiniz.

Çizgi roman vs film

Bunun bir uyarlama olduğunun ve çizgi romanın her yönünün ekrana yansıtılamayacağının ben de farkındayım. Yine de çizgi romana bir şans vermek isteyenler olabileceğini düşünerek biraz bahsedeyim istiyorum:

*Çizgi romanda, filmde eksik olan o karakter arka planı bütünüyle mevcut. Film, lineer bir anlatıyı takip etse de çizgi roman flashbacklerle geçmişe sık sık ziyarette bulunuyor. 
*Çizgi roman serisi, tetikçinin petrol çıkaran bir ekip insan için çalışmasının yanı sıra Küba ve Venezuela’yla ilgili siyasi şiddete de parmak basarak, jeopolitik meselelere epey dâhil oluyor. 
*Ve son olarak; çizgi romanda tetikçi, yarım bıraktığı işi bitirmek için Paris’e dönüyor filmin aksine.

Kimler sever? 

Gerilim, kara mizah ve ayrıntılara titizlikle önem verilen filmleri seviyorsanız, The Killer’ı seversiniz bence. Fincher’ın bir takipçisiyseniz de kaçırmayın derim. 

Bunu seven şunları da sever 

Bunu sevdiyseniz, Fincher’ın bütün işlerini seversiniz dediğim gibi. Mary Harron’ın vahşi ve hedonist katil Patrick Bateman’ın hikâyesini konu alan American Psycho’su, bu filmin üstüne epey iyi gider bana kalırsa. Gözünüzden kaçtıysa Jim Thompson’ın, adıyla müsemma bir katilin zihnine odaklanan İçimdeki Katil romanı da vakit ayırmaya değer.