“The Nevers”ın 3 oyuncusuyla “ötekileştirilmenin üstesinden gelme mücadelesi” üzerine

1896 senesi Londrası’ndayız. Doğaüstü bir olayın vesilesiyle çoğu kadınlardan oluşan bir grup insan özel yeteneklere sahip olur ve kendilerini dünyayı değiştirebilecek bir görevle, acımasız düşmanlarla ve çeşitli tehlikelerle karşı karşıya bulurlar. Fantastik ögeler taşıyan, aksiyonu bol bir dönem dizisi olarak tarif edilebilecek The Nevers; anlatısını dert edindiklerinin üzerine inşa ediyor ve çağımızın değerli meselelerini 19. yüzyıldan bir kurguyla yorumluyor.

The Nevers’ın künyesine baktığımızda tanıdık bir isme rastlıyoruz. Yaratıcıları arasında bulunan Joss Whedon’ın taciz, psikolojik şiddet ve gücün kötüye kullanımıyla ilgili geçmişinin ortaya çıkması; Kasım 2020’de, henüz prodüksiyon sürerken projeden çekilmesiyle sonuçlanmıştı. Dümene Philippa Goslett geçti. Bu gelişme, The Nevers’ı bir Joss Whedon projesi olarak betimlemeden, gönül rahatlığıyla başlamaya olanak sağlıyor.

Serinin Laura Donnelly’den Olivia Williams’a, James Norton’dan Nick Frost’a sayısız tanıdık sima barındıran kadrosundan Zackary Momoh, Ella Smith ve Vinnie Heaven ile derinlemesine yapılmış bir röportaj bulacaksınız aşağıda. Karakterlerine ve senaryoya yaklaşımlarını birinci ağızdan anlatırken; The Nevers’ın ele aldıklarının günümüz seyircisi için nelere karşılık gelebileceğine dair fikirlerini de paylaşıyorlar.

The Nevers her pazartesi, ABD yayınından 24 saat sonra beIN Connect’te.

Zackary Momoh (Doktor Horatio Cousens) yanıtlıyor

The Nevers’daki karakterini tarif eder misin?

Doktor Horatio Cousens’i oynuyorum. Jamaikalı bir göçmen ve buraya gelip tıp okumuş ve pratisyen doktorluk yapıyor. Özel gücü olan bir erkek olarak sıra dışı biri, çünkü “Dokunulmuşlar”ın çoğu kadın. Şifa gücüne sahip. Kanseri falan olmasa da insanları moleküler düzeyde iyileştirebiliyor, yaraları iyileştirip kapanmalarını sağlayabiliyor.

Çok işe yarar bir özellik. Onu ne zaman keşfediyor ve yetimhaneye geliyor?

Amalie Ture akıl hastanesinde yatarken, elinde bıçak olan birini korurken yaralandığında, onu muayene ederken keşfediyor. Horatio yarayı kontrol edip dikmek istiyor. Sonra ansızın içinden böyle bir güç çıkıyor. Bunu ona açıklayabilen tek kişi Amalia. Sonrasında onun peşine takılıp yetimhanede onunla çalışmaya başlıyor.

Amalia’yla aralarında nasıl bir ilişki var?

Bu keşif macerasına farklı sebeplerle atılıyorlar ama sanıyorum yetimhane kurulurken en başta o ikisi var. Lavinia Bidlow (Olivia William) da elbette devreye giriyor ama dünyada ne olduğunu anlamaya çalışan ilk insanlar Amalia ile Horatio ve beraber keşfetmeye başlıyorlar. Horatio’nun Amalia’ya böyle bağlı olmasının sebebi bu. Şu anda dünyada herkesten büyük bir şey oluyor.

Horatio, Dokunulmuşlar’ı iyileştirip onlara yardım etmekle kalmıyor. Bazen kötü insanları da iyileştiriyor. Nedenleri ne? Bu konuya etik yaklaşımı nasıl?

Tanrı’ya güçlü bir inancı olduğu gibi Hipokrat Yemini de var. Hangi mezhepten olursa olsun, kim olursa olsun herkesin tıbbi yardıma hakkı olduğuna inanıyor. Doktor olmak istemesinin ardından, bir doktor ve bir insan olarak kendini ortaya koyma tarzında da bence böyle bir güdü yatıyor. Sadece üst sınıfı veya alt sınıfı tedavi etmenin peşinde değil. Herkesi iyileştirmek istiyor. Galanthi’nin ona bu özelliği vermesi çok uygun düşüyor.

“Dizi, insanların haklarından mahrum bırakılması ve ötekileştirilmenin üstesinden gelme mücadeleleri hakkında.”

Bu şatafatlı, renkli dönem dizisi pek başka bir şeye benzemiyor. Senaryo eline ilk ulaştığında ne düşündün?

İlk başta, neler olduğunu öngöremediğimi, hikâyenin nereye varacağını anlayamadığımı fark ettim. Bu ilgimi cezbetti, iştahımı kabarttı. “Tamam. Şunu biraz daha araştıralım.” dememe neden oldu. Ayrıca içinde birçok farklı türün unsurlarını barındırdığı için tek bir yere koyamıyorsunuz. “Evet, bu bir bilim kurgu.” veya “Çizgi roman tarzı.” veya “Bir dönem dizisi.” diyemiyorsunuz. Hikâyenin gidebileceği yönler açısından çok eğlenceli bir yapısı var. Bir oyuncu olarak beni tatmin eden birçok yanı var. Bir de büyük bir HBO hayranı olmam var tabii. Yaptıkları işlerin kalitesi muazzam. Bu senaryo ve HBO’nun arkasında olması bana “Evet, bu büyük bir şey olacak.” dedirtti.

The Nevers, 1899’da geçen bir hikâye. 2021’de onu seyreden modern seyirci için geçerli olan yanı ne?

İnsanların haklarından mahrum bırakılması ve ötekileştirilmenin üstesinden gelme mücadeleleri hakkında. O güçlere karşı çıkma cesareti hakkında. Barış içinde var olabilme, diğer ırklarla, cinsiyetlerle ve sosyal sınıflarla beraber var olabilme mücadelesi hakkında. Dizi tüm bu konulara parmak basıyor ve bunu hem eğlenceli, hem de göz korkutan bir şekilde yapıyor. Tüm o aksiyonun, görsellerin ve her şeyin içinde karakterler arasında öyle bir yakınlık var ki bize birbirimizle olan ilişkilerimizi düşündürüyor. Her tür insanın kendinden bir şey bulabileceği bir dizi olduğunu düşünüyorum.

“Bilgisayar grafiklerinin ötesinde o şeylerin birçoğu ister orijinalleri olsun, ister aslına benzetilerek yapılan kopyaları olsun gerçekten çalışıyor.”

Çekimler esnasında seni en çok etkileyen şeyler neydi?

Beni setteki ilk günüm anında etkiledi. Normalde filmlerde ve televizyon dizilerinde sahne donanımını ve aksesuarları getirdiklerinde önden bir uyarı alırsın. “Lütfen, şuna daha dokunma. Hayır. Bunu yapma, lütfen!” Ama The Nevers’da, o “steampunk” estetiği ve aksesuarları gördünüz, değil mi? Bilgisayar grafiklerinin ötesinde o şeylerin birçoğu ister orijinalleri olsun, ister aslına benzetilerek yapılan kopyaları olsun gerçekten çalışıyor. Penance Adair’in (Ann Skelly) atölyesinde dolaştığımda öylesine bir araya getirilmiş düğmeler ve kollar olduğunu düşünmüştüm. Ama sonra “Dur! Bu şey gerçekten bir şey yapıyor. Bu şey çalışıyor.” dedim. Biri “Affedersin, bunu yapamazsın.” diyecek mi diye arkama baktım ama bizim için o kadar kaliteli bir dünya yaratmışlardı ki o aletleri gerçekten kurcalayabiliyorduk, öyleymiş gibi yapmak yerine onları gerçekten kullanabiliyorduk. Bizim işimizi yapabilmemiz için ne kadar kaliteli bir iş çıkarıldığının ispatıydı. Penance’ın makinelerinin hepsine bayıldım.

Arabaya bindin mi?

Hayır, binmedim. Yanında durup biraz okşadım. Kullanmayı, yetimhanenin etrafında tur atmayı gerçekten çok istedim.

Vinnie Heaven (“Nimble” Jack) yanıtlıyor

The Nevers’daki karakterini tarif eder misin?

Çok alımlı bir hırsız olan Atik Jack’i oynuyorum. Aynı “Şenlik Ateşi” Annie gibi Jack de hiçbir işverene veya mekana sadık değil. Farklı ortamlara ve farklı insanlara uyum sağlama konusunda çok akışkan bir karakter.

İlk başta hikâyeye nasıl oturuyorlar?

Jack, hikâyesi ilerledikçe açılmaya başladığı için ilk başta sizi merakta bırakan bir karakter. İlk sahneleri Dilenci Kral’ın (Nick Frost) kontrolündeki bir mahallede. Sonra yetimhaneye geçiyorlar ve böylece Amalia (Laura Donnelly) ile Penance’nin (Ann Skelly) planlarına dâhil oluyorlar. Bir bakıma yetenekleri için tercih ediliyorlar ve varoluş amaçları da bu. Yetenekleriyle işi tanımlıyorlar.

Jack sahip oldukları güçlere neden sahip olduklarını umursuyor mu? Yoksa sadece sahip olduğu için memnun mu?

Jack, evlere pencerelerden giren bir hırsız olduğu için kariyerini zaten binaları tartmasına veya göze çarpmayan pencerelerden içeri girmesine yardımcı olan özel bir gücü olmadan yapmış. Şimdi ise, ağırlık taşıyabilen ve basamak olarak kullanılabilen diskler yaratmasını sağlayan bir özelliği var. Bence şansı çok yaver gitmiş ve işinde daha çok ilerlemesini sağlamış ama ona zaten hiçbir şey engel olacak değil. İkisi de tüm seçenekler içinden uzun çöpü çekmişler.

Bir oyuncu olarak The Nevers evreninin nasıl işlediğine dair açıklamalar istiyor musun?

The Nevers’ın en eğlenceli yanlarından biri parmağınızı hiçbir şeyin üzerine tam olarak basamamanız. Oyuncuların doyumsuzluğunu besliyor çünkü yeni bir şeyler ekleniyor ve size bir şey veriyor, bazı sorularınızı yanıtlıyor ama eliniz yine de biraz boş kalıyor ve daha çok merak ediyorsunuz. Aynı zamanda bunları karakterlerle beraber keşfetmenin de bir güzelliği var. Karakterinizle beraber bir maceraya atılıyor olduğunuz için bunda bir gerçeklik payı var. Belli işaretleri fark ediyorsunuz, belli şeyleri keşfediyorsunuz. Dizi, sizi bir çamaşır makinesine atıp sonra geri tükürme konusunda çok başarılı.

“Adeta oyun oynayan çocuklar gibiyiz. O yüzden, yaptığınızı gerçekten yaptığınıza inanmanız gerekiyor.”

Özel yeteneklerinin olduğu sahnelerin çekimlerini biraz anlatabilir misin? Mesela, diskler atıp onlara merdiven gibi tırmanabiliyorsun.

İlk başta hayal gücünüzü kullanıyorsunuz. Bunu gerçekten yapabiliyor olmanın nasıl olacağına odaklanıyorsunuz. Ben hep “Ya bu gerçekten olabilseydi? Ya HBO diskler yaratabilmemi gerçekten sağlayacak aşamaya gelmiş olsaydı?” diye düşünüyorum. Bir yanda işin sihri varken bir yanda da ekranda bir şey yaratmanın yolları var. Detaylara o kadar çok girmek istemiyorsunuz. Aynı bir sihir numarası gibi, sırrını verirseniz tadı kaçar. Ama eğlenceli. 

Tüm bu farklı parçaların yerine oturmalarını görmek çok eğlenceli. Yanıp sönen ışıklar var, inandırıcı olmanız için çabalayan insanlar var. Adeta oyun oynayan çocuklar gibiyiz. O yüzden, yaptığınızı gerçekten yaptığınıza inanmanız gerekiyor. Numaraların birçoğu için size yardımcı olan aksesuarlar var. Mesela tırmandığım disklere karşılık gelen sihirli platformlar var. Ama kaval kemiğinizi çarptığınızda canınızı çok fena yakıyorlar. İşleri konusunda çok tutkulu bir sahne ekibi var. Bu düzeyde iş yapan insanları izlemek harika. Benim gibi, dublörlük konusunda hiç tecrübesi olmayan biriyle başardıkları şeyler bile inanılmaz.

“1899 yılından bahsediyoruz, aradan bu kadar zaman geçmiş ve hâlâ aynı tuzaklara düşüyoruz.”

İyi bilim kurgular ve fantezi hikâyeleri hep günümüze hitap eder. The Nevers’ı bu anlamda sence neler güçlü kılıyor?

Bu dizinin ayna tuttuğu birçok konu var. Victoria devri toplumu, halkı sınıf ve cinsiyet bağlamında bölmeye başlıyordu. Bu ikisi bir araya geldiğinde sizi bir kutunun içine hapsediyor. Victoria devrinde halkın yüzde yetmişi işçi sınıfıydı. Bu çok büyük bir oran. Ne kadar kazanabildiğiniz, nasıl bir muamele gördüğünüz böyle belirleniyordu ve bu, günümüzde de koruduğumuz bir yapı. 

Bence insanlara ayna tutulması asla kötü bir şey değildir. Aradan bu kadar zaman geçmiş, 1899 yılından bahsediyoruz, bu kadar zaman geçmiş ve hâlâ o tuzaklara düşüyoruz. Böyle mi ilerlemek istiyoruz? İnsanları sınıflandırma anlayışımız, neye sahip olup neye sahip olamayacaklarını belirleme anlayışımız yol kat etti mi? Bence en kasveti ve en göze çarpan yanı bu. Hepimizin farkında olduğu bir diğer unsur da kadınların gücü ve sınırlandırılmaları. Kadınların daha altta olduklarına ve sınırlandırılmaları gerektiğine Victoria devrindeki insanlar karar verdi. Aşağı olduklarına gerçekten inanıyorlardı. Bu değişti mi peki? Bazı açılardan değiştiğini söyleyebilirim. Kadınların büyük bir gücün kaynağı olduklarını ve hiçbir zaman kimseden aşağıda olmadıklarını ve olmayacaklarını hatırlatmak için çok doğru bir çağdayız.

Ella Smith (Desirée Blodgett) yanıtlıyor

The Nevers’daki karakterini biraz değerlendirir misin?

Desirée Blodgett çok eğlenceli bir kadın. Seçeneklerle dolu. Londra’nın en iyi hayat kadınlarından biri olarak çok hareketli bir hayatı var. “En iyi” kendi yakıştırması ve işiyle gurur duyuyor. Özel gücü, erkeklerin kafalarındaki her şeyi ona anlatmalarını sağlamak ve bu yüzden başı belaya giriyor ve sıkıntıya düşüyor. Londra’nın önde gelen erkeklerinin en derin, en karanlık sırlarını biliyor ve sığınacak bir yere ihtiyaç duyuyor. Neyse ki, tam da o dönemde yetimhaneyi buluyor. Desirée’nin tatlı yanlarından biri de nereye giderse gitsin peşinden gelen dilsiz oğlu Nigel. Şu aşamada derdi onu korumak, annelik yapabilmek ve yeni bir aile bulmak. Dikkate değer bir geçmişi olduğu için onu oynamak çok hoş.

“Geleneksel yaklaşımda bir kadın gece tek başına sokakta yürüyorsa ‘Başına ne gelecek?’ diye düşünürsünüz. Ama bu hikâyede, ‘Ne yapacaklar?’ diye düşünüyorsunuz.”

Bu rolü kabul etmeni sağlayan neydi?

Bana bu dizinin bir sahnesinde neredeyse her şey olabilir ve hiç tuhaf durmaz gibi geldi. Ayrıca dizide kadınların kendilerini ifade ediş tarzlarının çok gerçekçi olması da var. Dizinin geleneksel anlatımı ters yüz etmesini de çok seviyorum. Geleneksel yaklaşımda bir kadın gece tek başına sokakta yürüyorsa “Başına ne gelecek?” diye düşünürsünüz. Ama bu hikâyede, “Ne yapacaklar?” diye düşünüyorsunuz. Bu ilham vericiydi, Laura Donnelly’nin (Amalia True) zarafetle herkese liderlik etmesi bilhassa harika. Karakterinde muazzam bir kıvılcım var. Böyle bir hikâyeyi destekleyen bir karakteri oynamak büyük zevk.

“Bu hikâyenin öyle bir düzeni var ki istediğiniz karakteri alıp, her şeyi altüst edip, onun özel gücü üzerine bir televizyon dizisine dönüştürebilirsiniz.”

Diziyi izleyince, özellikle ilk birkaç bölümde kafamızda çok soru canlanıyor. Tüm bunların nereye doğru gittiğine veya görevin ne olduğuna dair bir fikrin var mı?

Şimdilik yeterince şey biliyoruz, diyeyim. Çok ilginç sırların ortaya çıkacağını biliyoruz. Karakterimle ilgili temel her şeyin bize verildiğini düşünüyorum. Ama bu hikâyenin öyle bir düzeni var ki istediğiniz karakteri alıp, her şeyi altüst edip, onun özel gücü üzerine bir televizyon dizisine dönüştürebilirsiniz. Amacın bu olduğunu söylemiyorum ama çok büyük, çok engin, her şeyin olabileceği bir dünya kuruyor ve ne olacağını beraber göreceğiz. Yani seçenekler sonsuz. Bu ölçekte bir televizyon dizisi için bu, ancak iyi bir şey olabilir.

Seçme şansın olsaydı gerçek hayatta nasıl bir özelliğe veya güce sahip olmak isterdin?

Bu bana çok soruldu. Aralarından seçim yapmam gereken çok şey var dersem şaka yapmış olmam. En sevdiğiniz çikolatayı seçmek gibi, değil mi? Hepsi çok iyidir. Ama Desirée’nin gerçeği böyle hemen alıveriyor olması hoşuma gidiyor. Gerçek, insanların karakterlerinin merkezindedir ve dünyayı daha iyi anlamanızı sağlar. Desirée’nin gücünün bana alımlı gelen yanı bu. Ama aynı şekilde, sokakta biri yolunu kestiğinde kim “Şenlik Ateşi” Annie (Rochelle Neil) gibi ellerinden ateş fırlatabilmek istemez ki? Bu güçleri birçok farklı şekilde kullanabilirsiniz. Bu heyecan verici. Ama aynı zamanda, insanlara ters gelebilecek bazı güçler de var. Bu, büyük güçle beraber büyük sorumluluğun geldiğini gösteriyor sanırım.