Venedik günlükleri 1: Ferrari, El Conde, DogMan

Yazı: Melikşah Altuntaş

Her yıl yeni sinema sezonunun heyecan verici merkezi hâline gelen ve zamanlaması itibarıyla da Cannes ve Berlin Film Festivali’nin aksine ödül sezonunun habercisi filmlerle dolu programıyla dikkat çeken Venedik Film Festivali, 80. yılında ABD’deki yazar ve oyuncu birliklerinin grevinden minimum etkilenmeye çalışırken, diğer yandan da dünya sinemasının usta yönetmenlerinin merak edilen son filmlerine de programında yer açmayı başarmıştı.

Roman Polanski ve Woody Allen gibi filmleri, başka hiçbir büyük festivalin resmî programına dâhil edilmeyen yönetmenlerin filmlerini yarışma dışı da olsa seçkisine katmasyla da tartışma yaratan Venedik Film Festivali’nin ilk üç günkü yarışma filmleri de beklenen coşkuyu yaratamamış görünüyor.


EL CONDE

Yönetmen: Pablo Larraín

İki sezon önce Spencer filmiyle izleyiciyi ikiye bölen Şili sinemasının en üretken yönetmenlerinden Pablo Larraín’in Netflix yapımı son filmi El Conde, kör göze parmak referansları ve tüm esprisini başta açık etmesinin ardından pek de şaşırtıcı ilerlemeyen seyir tecrübesiyle bu yılki Ana Yarışma bölümünün hayal kırıklığı yaratan açılış filmi oldu. Dünya tarihinde faşizmin sembollerinden birine dönüşmüş olan Pinochet’nin Şili üzerinde uçup masum insanların kanını emen bir vampir olarak resmedilmesine sırtını yaslayan bu bol kanlı kara komedi, filmin İngilizce dış sesine dair bir başka espriyle birlikte ucuz yollu bir skeç komedisine dönüşüyor. 

Netflix gibi global şirketlerinin dünya sinemasının parlak yönetmenlerine istedikleri bütçeyi verip rahat içine girilebilir büyük filmler yaptırması furyasının pek de eli yüzü düzgün örneklerinden birine dönüşemeyen film, sıradan bir kanlı vampir macerasına dönüşen orta bloğunda, meselesinin içine odağından kopuk dini referansların girmesi ve bir rahibenin Pinochet ailesini sorguya çektiği uzun ve yorucu sahnelerle birlikte iyice zayıflıyor. Düşük beklentiyle izlendiğinde eğlenceli olabilecek anlara sahip El Conde, Larraín’in ilk dönem işlerini mumla aratan cinsten.


FERRARI

Yönetmen: Michael Mann

Aksiyon – macera sinemasının en iyi örneklerinden bazılarında imzasını bulunan Michael Mann’ın uzun süredir üzerinde çalıştığı son filmi Ferrari, festivalin en merak edilen filmlerinden biriydi. Enzo Ferrari’nin satış yapmak için yarışan değil; yarışmak için satış yapan bir marka olarak konumlandırdığı Ferrari’nin 1957 yılında diğer dünya devleriyle beraber katıldığı olaylı bir büyük yarış ve öncesini anlatan film, hem Enzo Ferrari’nin iki merkezli aile yaşamını hem de iş hayatındaki çalkantıları tek potada eritmeye çalışıyor. 

Mann’ın eski usül bir anaakım hikâye anlatıcısı olmasının hem faydası hem de dezavantajlarıyla sınanan Ferrari, hikâyesine sorunsuzca dalma ve kahramanı Enzo’nun hayatına hızlı bir giriş yapma konusunda bir hayli marifetli. Fakat öykü ilerledikçe filme eklenen karakterler ve yan hikâyeler arasında yolumuzu bulmakta zorlanmaya başlıyoruz. Senaryo, biyografik özellikler taşıyan bir aile draması ile heyecan dozu yüksek bir spor filmi olmak arasında bir seçim yapmakta zorlandıkça Enzo’nun aşk ve iş hayatı iç içe geçmekte zorlanıyor ve bir noktadan sonra Ferrari, sinemasal bir deneyimden çok, bazı karakterler ve olay akslarını çeşitli sürelerde unuttuğumuz epizodik bir dijital platform dizisi anlatısına dönüşüyor. 

Baskın bir müzik kullanımıyla anlattığı hikâyeyi bir çeşit yükseliş ve düşüş epiğine büründürmeye çalışan filmin kurgusu da final bloğundaki yarış sahnelerinde ne kadar parlaksa, özellikle ilk bir saatte bir o kadar özensiz. Fakat yine de filmin façasını yanlış oyuncu seçimleri kadar bozabilen başka bir özelliğini bulmak güç. Gerçek hikâyeye göre filmde 59 yaşında olan Enzo Ferrari karakterine 30’lu yaşlarının ortalarındaki Adam Driver’ın hayat vermesi, Driver’ın özenli performansı sayesinde sorun edilmeyecek olsa da Enzo’nun eşini ve yasak ilişkisini canlandıran Penélope Cruz ile Shailene Woodley iki ayrı filmde oynuyor gibi. Cruz’un çok iyi becerdiği nevrotik kadın karakterlerden birine hayat vermesi şaşırtıcı olmasa da kendisine İtalyan bir karakterin oynatılma ısrarı, stereotip oyuncu seçimlerine bu dönemde hâlâ tanıklık ediyor olmamız açısından ilginç. Woodley ise tek bir ânıyla bile 50’li yıllarda hissettirmediği gibi, filmin dokusundan kopuk, âdeta Emmy ödüllü bir HBO dizisinde geziniyor gibi hâliyle filmin dünyasından bizi kopartan bir başka unsura dönüşüyor.

Tüm bunlara rağmen sadece son yarım saatindeki ustalıklı Michael Mann rejisi için dahi görülmeye değer bir film Ferrari. Finale doğru muhtemelen Mann’ın da projeyi seçmesinde önemli bir rol oynamış olan bir sahne var ki ancak Mann gibi bir sinemacı bu denli soluk kesen ve salondaki herkesi koltuk tepesine sıçratan böylesine kuvvetli bir sinemasal an yaratabilir. 


DOGMAN

Yönetmen: Luc Besson

Bu yıl Venedik ana yarışmasının bu denli kesat açılmasındaki en büyük pay kuşkusuz Luc Besson’un yarışmada ne aradığını dahi kestirmenin çok güç olduğu son filmi DogMan. Giriş sahnesinden finaline kadar sonu gelmeyen bir karşındaki yerine utanma sağanağına dönüşen film, 90’larda izlediğimiz melodram soslu suç filmlerini andırıyor; fakat oradaki nostaljik tattan da kopuk hâliyle ne hissedeceğimizi bilemediğimiz bir seyir tecrübesine dönüşüyor. 

Klişe öyküsü, yerli TikTok içeriklerinde bile göremeyeceğiniz yavanlıktaki diyalogları, son derece yetenekli bir oyuncu olan Caleb Landry Jones’un abartılı performansı, kuir dünyaya dair bildiği her şey yanlış gibi duran bir yazar – yönetmenden çıkması kaçınılmaz karton drag dünyası, terk eden ve sahiplenen anne karakterleri arasında bir türlü kurmayı beceremediği kontrastı, gelişigüzel şekilde serpiştirilmiş dini referansları ve güya hayvan dostu tavrının altına gizlediği korku dolu canavarlaştırma ve daha saymakla bitmeyecek çok sayıda tuhaf özelliğiyle DogMan uzun zamandır herhangi bir büyük festivalin ana yarışmasında karşımıza çıkan muhtemelen en fena şey.